Başbakan, sesini yükseltmeye başladı.
Gecikmiş adaletten şikayet edişi, yargının incelemelerini bir an önce tamamlaması gereğine sık sık işaret eder oluşu, Ak Parti'li bazı kesimlerle konuşurkenki huzursuzluklarını hiç saklamamaları...
En son, bütün bu polis operasyonunun başındaki Ali Fuat Yılmazer'in görevden alınışı, bu rahatsızlıkların en belirgin işaretleridir.
Doğrusu, sadece bu kadarla da kalınmamalı.
İçerideki son gelişmeler, bundan kısa bir süre öncesine kadar, hemen her günümüzü işgal eden Orta Doğu ve Kuzey Afrika' da yaşanan inanılmaz olayları unutturuverdi.
Sizleri bugün, hemen her gün duyduklarınızı, biraz daha farklı açıdan tekrarlamak yerine, iki hafta öncesine götürmek ve "nerede kalmıştık?" sorusuna kısa kısa haberler vermek istiyorum. Zira, işler hiç de iyi gitmiyor. Aksine giderek karışıyor.
Bunların başında da, Libya geliyor.
Aman yanılmayın, Libya'da bir özgürlük savaşı yapılmıyor.
Şimdiye kadar, böylesine tartışmalı, böylesine kafa karıştıran ve kamuoyunun hiç değilse bir bölümünde soru işaretleri yaratan başka bir davalar süreci hatırlamıyorum.
Şimdiye kadar, yargının kendini böylesine ön plana çıkardığı, kamuoyunu hiçbir şekilde dikkate almadığı ve bunu da açıkça gösterdiği bir başka olay da anımsamıyorum.
Bakın, nerelerden nerelere geldik.
Askeri darbelere çanak tutmak için komplolar kuran sivil çetelerden başladık, askerin içinde ve dışında kümelenmiş ve ciddi şekilde, üstüne vazife olmadığı halde siyasi iktidarı devirme hazırlığı içinde olduğu izlenimi yaratan guruplarla devam ettik.
Avrupa’nın Türkiye’ye vize uygulaması, 1974 yılında Almanya tarafından başlatıldı. Dönemin Dışişleri Bakanı Gencher, Türkiye’den 1961 yılında başlatılan işçi alımını tamamladıklarını, çeşitlemeye gideceklerini, başka ülkelerden de işçi alacaklarını ve Türkiye’den akımı durdurmak için bu yola başvurulduğunu açıklamıştı.
Aslında bu kararın bir mantığı vardı. Zira, Türkiye’de müthiş bir ekonomik kriz, inanılmaz bir işsizlik yaşanıyor ve Anadolu’nun en ücra köşelerinden, köylerden Almanya’ya göçler yaşanıyordu. Almanlar bu akımdan korktu ve kapıları kapadı.
Ardından yavaş yavaş diğer Avrupa ülkeleri de korktu. Onlar da kapıları kaparken, Almanlar bu defa kapılara ekstra kilitler koydu.
Avrupa, vahşi bir Türk emek göçüne karşı kendini korumaya aldı. O dönemin koşullarına bakacak olursanız, bu korunma önlemlerinin haklılığını görmezden gelemezsiniz.
Fransız Cumhurbaşkanı’nın dünkü 6 saatlik Ankara ziyareti, tam Sarkozy’nin genel yaklaşımına uygun şekilde, fırtına gibi geldi geçti.
Süper aktif bir lider...
Saptadığı politikadan vaz geçmeyen...
Evinde ne diyorsa, ziyarete gittiği ülkede de aynını tekrarlayan, karşısındakini idare edebilmek için laflarını kıvrıtmayan, karınından konuşmayan bir politikacı.
Siz ne dersiniz bilemem, ancak ben Sarkozy’i, işte bu niteliklerinden dolayı seviyorum.
Türkiye konusunda bir görüşü, bir politikası var. Türkiye’nin ağırlığını biliyor. Sözleri hoşumuza gitmiyor, ancak bu politikayı kendi ülkesi Fransa‘nın çıkarlarına uygun olduğu için sürdürüyor. Kalbimizi kırmasına rağmen, Türkiye’den birçok avantaj elde edebilecekken, bu fırsatları kaçırma pahasına, oyun oynamıyor.
Avrupa’da, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği düşüncesinin tüylerini ürperttiği birçok lider var. Ancak onları dinlediğinizde, sırtımızın sıvazlandığını görüyorsunuz. Güzel laflar ediyorlar, iş oy kullanmaya gelince reddediyorlar.
Sarkozy ise, yüzümüze bakıyor ve gerçek politikasını söylüyor.
ŞİMDİ BEKLEYİP GÖRME ZAMANI ...
Türkiye’de hayatımız lafla geçer.
İnceleyip, analiz yapıp bir rapor hazırlayıp çalışmaktan hoşlanmayız.
TV’lere ve gazetelere demeç vererek, sohbet veya tartışma programlarında boy göstererek politika yaparız. Ne gazetecimiz, ne siyasetçimiz, ne de bilim adamımız fazla bir çaba harcamak istemez.
Orta Doğu’ da yaşananları heyecan içinde izliyorum.
Aynı hisleri 1990’larda da hissetmiştim.
Soğuk savaşın sonuna gelinmiş ve birden bire 1989 yılının 9 Kasım günü Berlin’i ikiye bölen Demir Perde çöküvermişti.
Gözlerime inanamıyordum.
Lütfen bu yazıyı bir zihin egzersizi olarak okuyun.
Ak Parti’yi yüceltmek için yazdığımı sanmayın. Yalakalık, yandaşlıkla suçlamayın. İlla bu gözle bakacaksınız, o zaman okumayın, daha iyi... Ben burada bir gözlemde bulunmak istiyorum.
Yanılabilirim de... Eğer yanıldığımı düşünüyorsanız, gelin uygarca tartışalım.
Gelelim konumuza...