Geçen gün, Ak Parti sözcüsü konumunda olan Hüseyin Çelik iktidarı eleştiren muhalefet kanadına yanıt verirken, medyaya da bir uyarıda bulundu.
Hepimizin, kimi yakalarsak bir mikrofon uzattığımızı ve aklımıza gelen her soruyu sorduğumuzu söyledi.
Açıkça, bizim de bu konuda sorumluluğumuzu bilmemiz gerektiğine dikkat çekti. Ancak bu sorumluluğun sınırlarını çizmedi. Neye göre karar vereceğiz?
Bir devlet adamı gibi mi davranmamız isteniyor, yoksa buna bir siyasetçi gözlükleriyle mi bakacağız?
Gazeteciliğin dışında, hangi değer yargılarıyla hareket etmeliyiz?
Üstelik, bizler gazeteceyiz. Haber unsuru olan herşeyi yayınlamak isteriz. Bu amaçla da, ilgili herkese mikrofon uzatırız.
Hüseyin Çelik’in bu yaklaşımı yeni değil.
1960-1990 arasında sık sık tekrarlanırdı. Askeri yönetimlerde daha ileri gidilir ve “Ülkenin bölünmezliği ve laik-demokratik sistemini koruyup kollamak da sizin görevinizdir. BM gözlemcisi gibi davranamazsınız” denirdi.
KİMLİK KARTI...
Son derece önemli yeni bir kitap çıktı.
Adı: Öcalan'ın İmralı Günleri.
Yazarı:Cengiz Kapmaz.
Cumhurbaşkanı Gül, dört günlük İran resmi gezisini tamamladı.
Dışarıdan bakıldığında, daha çok protokoler bir ziyaretti. Gazetelerin manşete çıkaracakları önemli kararlar alınmadı, ancak bütün konuşmaların altında, Türkiye’nin son yıllarda giderek artan beklentileri yatıyordu.
Ankara’nın Tahran’dan ciddi beklentileri var.
Geçenlerde üniversite gençleriyle bir sohbet toplantısına katıldım
Onlara, Türkiye’nin İran politikasını anlatıyordum. Bunun nedenlerini ve perde arkasını paylaşıyordum. Biri elini kaldırdı ve benim gibi, bütün salonu hayretler içinde bırakan şu soruyu sordu:
Soner Yalçın' ı sizler şahsen tanımayabilirisiniz.
Ben tanıyorum.
Üstelik bir zamanlar çok yakın çalıştığım ve karşılıklı saygı duyduğumuz bir ilişkimiz vardı. Sonra ilişkilerimiz bozuldu. Odatv üzerinden beni kıran yayınlar yaptı. Kırılmama, hatta kızmama rağmen, O' nun gazeteciliği hakkındaki görüşüm değişmedi.
Gazetecilik anlayışı, abartılı, renkli, komplo teorileriyle zenginleştirilmiş bir stile sahiptir. Müthiş bir araştırmacıdır. Farklı açılar bulmakta, olaya tersten bakmakta ustadır. Ancak hiçbir zaman, militanlık yapmaz . Her gazeteci gibi, gerektiğinde muhalefet yapar, beğendiği zaman da alkışlar. Yazı ve yayınları bunun örnekleriyle doludur.
Balyoz Davası’nda yeni bir balyoz indi ve herşeyi darmadağın etti.
10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 163 askeri ve emekli komutanı tutuklaması, kamuoyunda çok gereksiz bir gerilim yarattı.
Şimdi herkes aynı soruları soruyor:
Dava, bu tutuklamalar olmadan sürdürülemez miydi acaba?- Tutuksuz yargılananlar yurt dışına mı kaçacaklardı?
Yapmayın... Etmeyin...
Adalet Bakanı, Süheyl Batum’a 301’den dava açılmasına izin vermemeli.
Neresinden bakılırsa bakılsın, Batum’un askerle ilgili “kağıttan kaplan” sözlerinin hakaretle ilgisi yok.
Bu bir görüş, bir eliştiridir.
Bundan çok daha ağırını, ben dahil nice yazar-çizer, nice AKP’li sarfetmiştir.
Başbakan, CHP’nin bir açığını yakaladı ve üstüne gitti, o kadar.
Adalet Bakanı’nın durumu güç. Ya Başbakan’a direnecek ya da son derece hatalı bir yaklaşıma imza atıp, 301’in alanını genişletecek.
Batum’un “Askeri, Amerikalıların şişirdiği” anlamına gelen sözleri de, ne Türkiye’ye ne de TSK’ya hakaret anlamı taşıyor. Böyle bir dava açılması, 301’in uygulama alanını inanılmaz derece genişletir.
Ankara, KKTCdeki protesto olayına yeterince tepki gösterdi. Artık yetkililerin biraz susup, KKTC’ye nasıl çeki düzen verileceğini araştırmaları ve daha da önemlisi, soruna nasıl çözüm bulunacağını düşünmeleri gerekiyor.
Rumlar, Türkiye ile KKTC arasındaki kavgadan çok memnunlar. Eminim, Hristofias, “Şimdi neden Eroğlu ile değil de, Erdoğan ile konuşmak istediğimi anlıyorsunuz” diyordur.
Başbakan’ın “besleme” sözü Güney Kıbrıs’ta diplomatik bir zafer gibi karşılandı.
Ankara, durumun ciddiyetini görmek zorunda. Zira gelişmeler hiç de olumlu yönde ilerlemiyor.
KKTC’de malı olan 19 Rum vatandaşına AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) birkaç ay önce 13 milyon euro tazminat verince çok kimse “Ne oluyoruz ?” sorusunu sorar oldu.
İşin aslına bakacak olursanız, bu gelişme, KKTC’de kurulan Taşınmaz Mal Komisyonu’nun ( TMK) ne kadar etkili bir kurum olduğunu gösteriyor.
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı rahmetli Güven Erkaya, 1970’lerden itibaren tanıdığım ve çok değer verdiğim bir askerdi. O ünlü “...Artık dönem Silahsız Kuvvetler dönemidir, Silahlı Kuvvetlerin dönemi değil...” sözü ona aittir. Laiklik konusunda müthiş bir duyarlığı vardı. Demokrasiye inanan askerlerden biriydi.
28 Şubat geçmiş, onun icadı olan Batı Çalışma Gurubu’nun kamuoyunda estirdiği rüzgarlar dinmiş ve Erkaya da emekli olmuştu. Zaman zaman buluşur konuşurduk. Bir defasında, 28 Şubat’ ta hiç darbe tehlikesi yaşanıp yaşanmadığını sordum.
Aramızda, hiç unutmayacağım şu diyalog geçti:
“...Askerin artık darbe yapması imkansızdır. Genelkurmay da – istense dahi- silahlı bir müdahale yapılamayacağını bilinir...”
- Peki, o zaman darbe imaları, tehditleri boş muydu? Tankların yürütülmesi, yapılan sert açıklamalar neydi?
- Hayır, tehdit değildi. Sizlerde (medyayı kastediyordu), dinci kesimlerde ve genel olarak kamuoyunda askerin istediği anda siyasete müdahele edebileceğine dair öylesine bir inanç vardı ki, işte biz bundan yararlanmak istedik. Dincilerin bu korkularını kullandık. Bu sayede de, Erbakan hükümetinin istifasını sağladık. Yoksa darbe yapamazdık. Yapmayacaktık ta...
1998-99’lardaki bu konuşmaya önceleri pek inanmamıştım. Sonradan, emekli Büyükelçi Taner Baytok’un Erkaya ile yaptığı söyleşilerden oluşan kitabında da aynı cümleleri okudum.
Şimdi geri dönüp bakıyorum da, Erkaya meğer doğruyu söylemiş.