Fransız Anayasa Konseyi’nin son kararı gerçekten Fransa’nın farklı bir ülke olduğunu gösterdi. Siyasetçiler dağıtsalar, oy için gereksiz adımlar atsalar dahi, “Derin Fransa’nın”, belirli bir sınır aşıldığında “DUR” dediğini gösterdi.
Buna karşılık Sarkozy yeni bir “İnkar yasası” sipariş etmiş olabilir. Hatta rakibi Hollande de bunu destekleyebilir, ancak meraklanmayın. Söylediklerine de hiç mi hiç kulak asmayın. Zira unutmayın, onlar Fransa’daki Ermenilerden oy bekleyen politikacılar.
Yalım Eralp, kararla ilgili yorumunda “Fransa’yı Fransa yapan bir karar” derken, en doğru noktaya parmak bastı.
Herşeyden önce, şunu bilelim:
28 Şubat dosyasını şimdilik kapatırken , son bir kaç noktanın daha bilinmesinde çok yarar var.
Bunların başında, tüm laik kesimin yaptığı temel bir yanlış değerlendirme var .
Siyasetçisinden Askerine, Sivil Toplum Örgütlerinden Medya'sına kadar kimse, toplumun nabzını doğru dürüst tutamamasından söz ediyorum . 1994 Belediye seçimlerinden itibaren Refah partisinin ayak seslerinin duyulmasını "irtica geliyor" diye algılayan bu kesim, toplumun genelindeki memnuniyetsizliğin farkına varamadılar. Bunun dinle ilgisi yoktu. Daha çok, yıllarca sürdürülen o tepeden bakış, ülkeyi doğru dürüst yönetememe, ekonomik zaafların biriktirdiği genel gidişe tepki vardı.
Laik kesim, kafalara vurunca herşeyin güllük gülistanlık olacağını sandı .
Tam tersine, 28 şubat ve sonrası Ak Parti'yi doğurdu. Recep Tayyip Erdoğan'ı da, özellikle hapishaneye girmesiyle birlikte, liderliğe yükseltti. Ak Parti ilerde yine ortaya çıkardı mutlaka, ancak 28 şubat yükselmelerini kolaylaştırdı.
Eğer bu süreçteki zorlamalar yaşanmasa, bugün Refah iç çalkantılar içinde yaşam kavgası veren orta boy bir parti konumunda, Erbakan'ın vefatından sonra, ya lider arayışında veya kendini Recep Tayyip Erdoğan'a teslim ediyor olacaktı.
Eğer bu süreç yaşanmamış, o hatalar yapılmamış olsaydı, sırtını askere dayayan, demokrasiyi korumak yerine, sadece kısır politika yaparak Çiller-Erbakan ikilisini devirme çalışan Merkez Partiler (özellikle Anap ve DYP) böylesine çökmez, yok olmazlardı.
Eğer bu süreç yaşanmamış olsaydı , Ak Parti herhalde bu kadar uzun süre iktidarda kalmaz, belki Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığı yerine Dışişlerinde yoluna devam ederdi .
15 yıl önceki 28 Şubat gününü hatırlayanlarımız herhalde çoğunluktadır. Hatırlamayanlarınız da, umarım CNN TÜRK ekranlarında 12 gündür yayınlanan belgeseli izleyip bir fikir elde etmişlerdir.
28 Şubat 1997 demokrasimizin Ankara'da meydanın ortasında sırtından bıçaklanarak öldürüldüğü gündür.
Bugün geriye gidip baktığımızda, neler yaşadığımızı çok daha net şekilde görebiliyoruz.
Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir ve Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, planlama ve programlama liderliği yaptılar. Ancak demokrasinin katledilmesinden sadece bu dörtlüyü sorumlu göremeyiz.
Hepimiz -yani tüm laik kesim- sorumludur.
Askerin tutumuna bakarsak şu verilerle karşılaşıyoruz :
1- Asker, Erbakan liderliğindeki Refah partisinin bu ülkeyi gerçekten bir din devletine dönüştürmek istediğine inanmıştı. Amacı, iktidara el koymak değil, irticayı engellemekti. Eğitimi, dünya görüşü ve tüm değerleriyle bu şekilde yetişmişti. Onlar için önce VATAN, sonra DEMOKRASİ gelirdi.
2- Kendilerine inanılmaz bir güvenleri vardı. Höt dedikleri anda tüm dinci kesimin çil yavrusu gibi dağılacağından emindiler. Kimsenin gıkı çıkmayacak ve yeni bir düzen kurulabilecekti.
Türk Futbol Federasyonu herhalde son yılların en önemli seçimini yapacak .
İki aday var. Demirören ve Aksu. İkisi de önemli , deneyimli ve güçlü isim .
Yıldırım Demirören, yıllardan beri BJK'yı yönetiyor. Spor dünyasını gayet iyi tanıyor.
Ata Aksu, yıllar boyunca Futbol Federasyonun da görev yapmış, sadece Türk futbolunu değil, aynı zamanda uluslararası ilişkileri de çok yakından biliyor.
CHP yine iç kavgalarıyla boğuşuyor.
Eskiler, ısrarla asılıyorlar. Hesap ne iç demokrasi ne de partinin güçlenmesi. Amaç, ne yapıp edip Kılıçdaroğlu'nu devirmek veya devirecek kadar yıpratmak.
Yeter artık.
Muhaliflerin galiba farkında olmadıkları bir nokta var. O da, bu tutumlarıyla sadece CHP'ye kötülük etmiyorlar, bu ülkenin demokrasisine de son derece önemli bir darbe indiriyorlar.
Gerçekten yetti artık.
Parti bir türlü eski kafalardan, eski ekiplerden kurtulamıyor. Seçimde kaybedenler susmuyor ve yerlerini yeni gelenlere bırakmıyorlar. Aksine, yıpratma politikalarına devam ediyorlar.
CHP bugün hala ayağa kalkamıyorsa, bunun en önemli engellerinden biri bu iç çekişmedir. İç çekişme sürdükçe de muhalefet görevini tam anlamıyla yerine getirememektedir.
Kimse Ak Parti'nin bu kadar güçlenmesinden şikayet etmemeli. Eğer siz muhalefet görevini yapamazsanız, tek parti rejimine kayılması kaçınılmaz olur .
Bu gece 28 Şubat belgeselinde, yıllardan beri çok az kişinin bildiği bir gerçek ortaya çıkacak.
Şimdiye kadar çok konuşuldu , her kafadan bir ses çıktı.
Kimine göre, İsrail gizli servisi Mossad büyük destek verdi ve Öcalan'ın yakalanmasında önemli rol oynadı.
Kimine göre, Türk Silahlı Kuvvetleri son derece başarılı bir çalışmayla, Öcalan'ı Kenya'dan alıp getirdi.
Bunların hiçbiri gerçek değildi.
Herşeyin başında, Öcalan'ın yakalanmasında Silahlı Kuvvetlerin hemen hemen hiçbir katkısının olmadığı geliyor. Bu operasyon, başından sonuna kadar MİT'in yönetiminde gerçekleşti ve sonuçlandırıldı.
Roma'da PKK liderinin kaldığı villaya karşı saldırıyı planlamaktan tutun da , Kenya' dan buraya getirilişine kadar her aşama MİT'in denetiminde gelişti.
TBMM'de muhalefetin, iktidar tarafından yapılmak istenen tüzük değişikliğine karşı verdiği mücadele küçümseniyor.
Özellikle Meclis oturumları sırasında yaşanan direniş görüntüleri ekranlara yansıtılıyor ve alay eden veya küçümseyen bir şekilde yorumlar başlıyor :
- Şunlara bakın, çocuklar gibi itişiyorlar.
- Bunun adına demokrasi mi deniyor?
Bugün bazı okurlarımı fena halde sinirlendireceğim. Doğruyu söyleyeceğimden dolayı sinirleneceklerini bildiğimden dolayı, tepkileri göğüslemeye hazırım. Aksini ispatlayamayacaklardır. Aksine, içlerinden benim için "haklı" diyeceklerdir. Zira onlar da benim kadar, kriz içinde yaşamaktan hoşlanıyorlar ve ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır.
Yalan mı ?
Kriz içinde yaşamaya bayılıyoruz .
Krizin her kesime başka bir yararı oluyor. Muhalefet bu sayede iktidara yüklenebiliyor. Sesini yükseltip, ülkenin nasıl bir uçuruma sürüklendiğini anlatabiliyor.
Medya, dünyanın en abuk sabuk komplo teorilerini yazıp çiziyor ve incir çekirdeğini doldurmayacak bir konu etrafından tüm enerjisini harcıyor. Gazeteler manşet sıkıntısı çekmiyor. En çok da TV'lerdeki tartışma programları bundan yararlanıyorlar.
Kamuoyu da memnun. Bu sayede, evlerdeki sohbetler hararetleniyor ve hayatımız renkleniyor!
Kriz olmadığı zaman ise, adeta rahatsız oluyoruz. Mutlaka birşeyler bulup buluşturuyor ve bir bardak suda fırtına koparıveriyoruz.
Sorarım size, söyle bir geriye baksak ve geçmiş yıllarla bugün yaşadıklarımızı bir karşılaştırsak, acaba nasıl bir sonuç çıkar?