Siz ne düşürsünüz bilemem, ancak ben Cübbeli Ahmet Hoca’yı sevmeye başladım. Öncelerinde garip karşılıyordum. Yaptıklarına bir anlam veremiyordum. Sonraları bana da farklı görünmeye başladı.
Herşeyin başında son derece hakiki bir insan. Kendini olduğu gibi gösteriyor. Cübbesinin altına saklanıp, dini hurafelerle etrafındakileri aldatmıyor. Kendini farklı göstermeye çalışmıyor. Söylediklerini kabul etmiyorum ancak, insanları aptal yerine koymamasına hayran oluyorum.
Mahkemedeki durumuna bir baksanıza. Son derece cesur. Kadınsa, kadınlarını sevdiğini, çirkinini değil, güzelini tercih ettiğini açıkça söylüyor. İki karısı olduğunu, hele birini gündüzleri gidip ziyaret ettiğini (!) dahi saklamıyor. Sonra hakime dönüp “Şimdi bu laflar duyulursa eyvahlar olsun halime” diyebiliyor.
İlk olarak jet ski yaparken görüntülenip hepimizi şaşırtmıştı. Cübbeli adamlar jetski yaparlar mıydı? Ama o yaptı. Sonra konuşmalarıyla farklılığını ortaya koydu. Çoğu zaman benim paylaşmadığım özellikle kadınlarla ilgili çağdışı görüşleri olmasına rağmen bunları başka din adamları gibi saklamadı.
Sakalını kessin, cübbesini çıkartsın, reytingi en yüksek showman olur.
DEMRE-KEKOVA’DA DALIŞIN TEK ADRESİ VAR…
Geçen haftasonu mevsimi açtık.
Yine aynı senaryolar yaşandı.
300 kişilik bir güç, dağların ortasında "Gel beni vur" der gibi duran karakola saldırdı ve 8 hayat aldı. Kamuoyu büyük tepki gösterdi.
Genelkurmay başkanı cenaze töreninde ağladı.
Televizyonlar hem baskını hem de cenazeleri uzun uzun yayınladı.
Türk kamuoyunda artık genel bir kanı yerleşmeye başladı.
Buna göre, PKK hiçbir şekilde barış istemiyor. Ne zaman barıştan söz edilse, ne zaman ümitler artsa, PKK veya ona bağlı guruplar ne yapıp edip bu süreci baltalıyorlar.
Bu algılamayı değiştirmek artık çok güç.
Son duruma şöyle bir bakarsak, garabeti hemen görebiliyoruz.
Şanlıurfa’da başladı ve şimdi diğer hapishanelere de sıçrıyor.
Ayaklanmanın nedenlerini okudukça da tüylerim diken diken oluyor.
8 kişilik koğuşa tıkıştırılan 18 kişiden mi söz edeyim…
75 kişilik kapasiteye 200 kişinin sokulmasını mı anlatayım…
Fethullan Gülen Hocaefendi’nin son konuşması hakkında herkes bir görüş açıkladı. Yazılar yazıldı, yorumlar yapıldı. Ben de yazı günümü beklediğim için, bugüne kadar diğer yazarların saygıdeğer yorumlarını okumakla yetindim.
Ben olayı farklı bir açıdan ele alacağım.
1. Gülen’in Türkiye’den ayrılıp ABD’ye gitmesinin temelinde iki neden yatıyordu. Bunlardan biri, askerin bir fırsatını bulup tutuklatması; yargı tarafından da, bir daha kafasını kaldıramayacak ağırlıkta bir cezaya çarptırılma olasılığı idi. Gülen, hayatı boyunca hep bu tehdit altında yaşadı ve bir daha aynı duruma düşmek istemiyordu.
2. Sağlığı giderek bozuluyordu ve etrafının da baskısı sonucu, tedavisini de yaptırmak üzere 1999 yılında ABD’ye gitti.
Başbakan, yıllardan beri Amerika’da yaşayan Fetullah Gülen Hoca’yı “Hasret bitsin artık” diye ülkeye davet etti.
Hele de Türkçe Olimpiyatları’nın kapanışında, iyi düşünülmüş, güzel bir jest yaptı.
Jest, güzel olmasına güzel de, geri dönüş kararını verebilmek o kadar kolay olmasa gerek. O kadar kolay olsaydı, şimdiye kadar çoktan dönerdi.
“Cemaat”in hem görünürlüğü, hem dili hem de etkinliğini gösterme çabası giderek artıyor. İşte böyle bir süreçte, geminin kaptanının binlerce mil uzakta olacağına, burada bulunması gayet tabii daha yararlıdır. Aracılarla yönlendirileceğine, bire bir görüşme yapılması farklıdır.
Bunların hepsi mantıklı… Ancak gelin görün ki, işin içinde başka hesaplar da var.
Gülen’in Türkiye’ye gelişinde milyonlar tarafından karşılanmasının yaratacağı bir mini depremin etkisi nasıl hissedilir?
Sağlık sorunları etkilenir mi?
Türkiye’de işin içinde mi olmayı, yoksa olayların dışında kalmayı mı tercih eder?
Tam 19 yıldır uğraşılıyor.
Turgut Özal'ın bir suikaste kurban gittiğini ispat edebilmek için, bitmez tükenmez bir çaba var.
Adamın kalbi dayanamamış ve durmuş. Kendi doktoru başta olmak üzere, herkes kalp durmasından dolayı hayatını kaybettiğine kanaat getirmiş, ailesi de onaylamış ve herhangi bir otopsi yapılmasına karşı çıkmış ve dosya kapanmış.
Sonra aradan yıllar geçtikten sonra bir şehir efsanesidir başlatıldı. "Hayır, bu işin içinde mutlaka bir iş var..." denir oldu. Ne yazık ki, bu ısrarın başını aile çekti.
Ardından da, bu tip her ölümü esrarengiz havaya sokup, üstüne kitaplar yazanlar, programlar yapanlar devreye girdi. Aile de açılan bu yelkene rüzgar verince, kimseler kalkıp "Yapmayın, etmeyin; boş yere zaman harcamayın" diyemedi.
Cumhurbaşkanı Gül de, aileden gelen istek üzerine, büyük olasılıkla "Kerhen" Devlet Denetleme Kurulu'nu harekete geçirdi. DDK inceledi ve sonunda açıklamasını yaptı.
Aman Allah, ortaya bir rapor çıktı ki, okuma yanında yat.
Rapor, hiçbir somut delil olmadığını belirttikten sonra, birbirinden anlaşılmaz varsayımlara dikkat çekiyor:
Fazla değil, özellikle 1980-90'larda sokaklarda Kürtçe konuşan avı vardı. Duvarlara Kürtçe yazı yazmak en büyük suçlardan biriydi. Mahkemelerde, Türkçe bilmeyenler kendilerini savunamazlardı. Tam anlamıyla bir dil savaşı yaşanırdı. 12 Eylül yönetiminin en sert inkar politikalarından biri buydu.
Bırakın konuşmayı, Kürtçe müzik dinleyeni dahi polis kovalar ve yakaladımı hapse atardı. Hiç unutmam, Diyarbakır'da bir taksiye binmiştim. Şöför bir kaset koydu ve daha ilk namelerle birlikte hemen çıkardı. Kürtçeydi. Bana döndü "Abi kusura bakma hata ettim. Ne olur polise söyleme..."diye yalvarmaya başladı. Kendimi çok kötü hissetmiştim. Bir insanın dilinin yasaklanması, anlaşılabilecek birşey değildi...
Bugün gelinilen noktaya bakın.
Nerelerden geçtik ve nereye geldik.
İşte, bu açıdan bakınca, Kürtçe'nin seçmeli dil olarak kabul edilmesi, neresinden bakılırsa bakılsın, bence tarihi bir adımdır.
Eski inkar politikasının, artık tümüyle devre dışı bırakıldığının bir işaretidir.
Şimdi tepkiler olacaktır.
Yeterli bulunmayacaktır.