Kürtaj sadece bizde değil, çok uzun yıllardan beri dünyanın her köşesinde tartışılan bir konu. Özellikle Katolik toplumlar için kürtajın hem dini hem de siyasi yönleri var ve çok karşı çıkarlar. Hele Amerika'da, belirli koşullarda kürtaj serbest bırakılmış olmasına rağmen, lehinde ve aleyhindeki tartışmalar çok serttir. Avrupa'da, kuzey ülkelerinin yaklaşımı çok daha kürtajdan yanayken, diğerlerindeki ortalamalar daha düşüktür.
Kürtaj konusunda en önemli bilgiyi uluslararası "Dünya ve Avrupa Değerler Araştırmaları" verir. Türkiye bu araştırmaya ilk kez 1990 yılında katılmış.
Bahçeşehir Üniversitesi'nin kuruluşu olan BETAM merkezinden değerli Prof. Dr. Yılmaz Esmer hocanın, bu araştırmalara dayandırdığı çok ilginç bir analizi yayınlandı. Ben sadece Türkiye bölümünü aldım ve sizlerle paylaşmak istedim.
1990'daki ilk araştırmaya bakılınca, ülkemizin Kürtaj konusunda, bugüne oranla çok daha hoşgörülü olduğu ortaya çıkıyor. Aşağıdaki tabloya bakarsanız, dört koşulda dahi Kürtajı doğru bulanların oranları çok yüksek.
1990’da Kürtajı doğru bulanların oranı
Toplam
Erkek
Başbakan Erdoğan’ın dünkü grup konuşması merakla bekleniyordu. Önemli açıklamalar yapacağı belirtilmişti. Oysa, aynı konuda daha önce söylediklerinin biraz daha genişletilmiş şekliyle karşılaştık. Bu arada zaman zaman, “... İçişleri Bakanı Şahin, liderinden konuşma dersi alsa ne iyi olurdu” diye düşünmekten kendimi alamadım.
Başbakan’ın konuşmasını şöyle özetleyebilirim.
1. Sadece bizde değil, dünyanın her yerinde güvenlik güçlerinin hata yapabileceğini belirtti... Kıbrıs Harekatı’nda Kocatepe adlı gemimizin, kendi hava kuvvetlerimiz tarafından batırılmasından, 1. Dünya Savaşı’nda savaşında kendi tümenlerimizin çatışmasına kadar örnekler verdi ve “Evet, bir hata olmuştur”; “Yargı sorumlusunu saptayacaktır” dedi.
2. Güvenlik güçlerinin bu tip olaylarda büyük baskı altında olduğunu ve iktidarın onları koruyacağını vurguladı.
3. Uludere üzerinden, asıl hedefin Ak Parti olduğunu, muhalefet ve medyanın iktidarı hırpalamak için bu olayı istismar ettiğini belirttikten sonra, “PKK, insanlarımızı öldürürken neden aynı tepkiyi göstermiyorsunuz?” dedi.
Başbakan’ın konuşması yeni bir unsur taşımıyordu, ancak olaya nereden baktığını göstermesi açısından önemliydi. Buna göre, Ak Parti iktidarının, PKK silah bırakmadıkça siyasi görüşme sürecini başlatmayacağını açıkça ortaya koydu.
ERMENİSTAN İLE SINIR NEDEN AÇILMAZ, AZERBAYCAN NEDEN VİZEYİ KALDIRMAZ ?
Öyle olaylarla karşılaşıyoruz ki, PKK’nın ne yapmak istediğini, nasıl bir politika gütmeyi planladığını anlayamıyorum. Karma karışık bir manzara ile karşı karşıyayız.
Eskiden, Ankara’nın kafası karışıktı. Her kafadan bir ses çıkardı. Çankaya başka bir havada, Genelkurmay bambaşka bir görüşte, Hükümet ise farklı bir yaklaşımda oldu. Bu durum artık değişti. İlk defa Ankara’ dan, uzun süredir, ortak ses çıkıyor. Politikalar tek bir elden çıkıyor. Tek patron, Başbakan Erdoğan.
Eskiden PKK’ dan tek ses çıkardı. Tek patron Abdullah Öcalan’dı. Şimdi bakıyorum, inişli çıkışlı bir politka var. Hemen her kafadan bir başka ses çıkıyor. Özellikle İmralı’dan 10 aydır ses çıkmıyor. Daha doğrusu, diyalog yasaklandı. Kimseye izin verilmiyor. Bu karantinanın ne kadar süreceği de belli değil. Kandil ve Avrupa’daki PKK merkezinden farklı sesle çıkıyor. Ne dedikleri, ne istedikleri de tam olarak anlaşılamıyor.
Bu arada BDP’ye güvenmedikleri de çok belli oluyor. Parti, şaşkın durumda. Çırpınıp duruyorlar ancak tutarlı bir politika üretemiyorlar. Zira ne yapacaklarını tam anlamıyla bilemiyorlar.
Bütün bu karmaşanın arasında, PKK orada bomba patlatıyor, şuraya mayın döşeyip insan öldürüyor. Gençlerine molotof kokteyli attırıyor. İşin kötü yanı, bu tip girişimlerin eskisi gibi kamuoyunu etkilemediğinin ya farkında değiller veya kendi kadrolarını memnun etmek için saldırı düzenliyor.
Ankara, bu suikastlere önem vermiyor. Aksine, Ak Parti’nin son sertlik politikasının haklı olduğunu gösterdiğinden dolayı, kimilerini memnun dahi ediyor. PKK vurdukça, iktidar partisi daha sertleşiyor. Terörle müzakere etmeyeceğini, olsa olsa BDP ile masaya oturacağının mesajlarını giderek arttırıyor.
Normal bir ülkede yaşasaydık, bugün İçişleri Bakanı Şahin’in istifa mektubunu Başbakan’a verdiği veya Başbakan’ın kendisine istifa etmesinin parti çıkarları açısından çok daha yarar sağlayacağını söylediği, haberlerini okuyor olurduk.
Görüldü ki, ne Şahin’in böyle bir niyeti var ne de Başbakan’ın kendi seçtiği bakanları istifaya zorlama alışkanlığı. Tam aksine Başbakan, bağrına taş basıp, sinirlenmesine rağmen, adamını koruyan bir tabiyata sahip. Tabi bunun da bir sınırı vardır. Ancak anlaşılan, Şahin henüz bu sınırı aşmamış.
İçişleri Bakanı, iktidar partisi sözcüsü ve kabinenin önde gelen isimleri tarafından sert şekilde eleştirilmesine rağmen istifa etmeyecek, fakat bu tutumuyla artık kamuoyunda ve başında bulunduğu bakanlıktaki ağırlığını ve etkinliğini kaybedecektir. Önümüzdeki süreçte, Şahin ya tümüyle susacak ve gaflardan böylece kurtulacak ya da konuşmayı sürdürüp ilk kabine düzenlemesinde gidecek. Zira Başbakan ne kadar korursa korusun, Şahin iktidar partisinin imajını fena halde ve gereksiz şekilde zedelemiştir.
Nedeni de, politik esnekliğe sahip olamaması. Aslında olduğu gibi, ağzından çıkanlar gibi bir insan. Ne düşünüyorsa onu söylüyor. Fakat kimi zaman düşünce şekli partisinin genel akışına uymuyor; çoğu zaman da konuşmaya başlayınca cümlelerini toparlayamıyor.
İçişleri Bakanı Şahin'in, kendine özgü bir konuşma şekli vardır. Son derece efendi, kibar bir kişiliğe sahip, ancak birşeyleri anlatmaya başlayınca, her defasında farklı anlamlara çekilebilen sözler söyleyen bir bakandır. Sadece günlük şakaları değil, mutlaka bir bildiği olacak ki “Kürt Sorunu”yla ilgili saptamaları da çok farklıdır.
Başkaları adına konuşmayayım, kendi adıma sempatiyle izleyip eleştirdiğim bakanlarımızın başında gelir. Ancak son NTV söyleşisindeki sözleri sadece beni değil, kendi partisi dahil hemen herkesi rahatsız etti.
Bakın şu sözlere:
...O anda emri Ankara’da Hava Kuvvetleri’nden o görüntüleri analiz eden komutanlar vermiştir. Yaşamını yitirenlerin, kaçakçılık yaparak geçimlerini sağladıkları gözden kaçırılmamalıdır. Yanlıştan doğru sonuç çıkmaz. Bu hayatını kaybeden vatandaşlarımız kaçakçılık yaparken hayatlarını kaybettiler. Sağ yakalansalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı. Daha ağır bir sonuç olunca, yargılanamaz duruma gelip hayatlarını kaybedince kaçakçılık olayı gölgede kaldı. O bölge Kandil’e doğru bölücü terör örgütü KCK’nın kontrolünde olan bir bölgedir. O insanlara kaçak malı veren PKK terör örgütüdür. Kaçakçılığın rantını elde eden KCK terör örgütür. Bu insanlara 50 liraya, 199 liraya o güzergahta katırlarıyla birlikte dolap beygiri gibi döndüren de onlardır. BDP bu olayın parçası durumundadır. BDP cenazelerde yaptığı igrenç davranışın, 34 kişinin cenazesinin üzerine örttüğü iğrenç bez parçasının hesabını vermek durumundadır. BDP’nin bayrağı mıdır, neyin işaretidir? Bunları sorgulamamız lazım. Özür dilenecek mahiyette bir olay değildir. Özür dilenecek bir olay yoktur. Hantepe olayı vardır. Katırlar sırtında gelen silahlarla askerlerimiz şehit edilmiştir. Olayı suçluluk psikolojisiyle görmüyoruz. O gençlerimiz orada olmamalıydı...
Bu konuşmayı tüylerim diken diken olarak okudum.
19 Mayıs törenlerine yeni bir düzen getirilmişti. Eski askeri görüntü yerine, halkın katılımı ön plana alınmıştı.
Ben de bu düzenlemeyi alkışlayanlar arasındaydım. Zaten oldum olası, törenlerdeki askeri gösterilere karşı çıkmışımdır.
Bir de ne görelim! Bazı illerdeki valiler, Atatürk heykellerine çiçek bırakmayı yasakladıkları gibi, kimileri de polisi kullanıp bu yasağı uygulamaya kadar gitmişler.
Neden?
Böyle bir emir mi var?
Hayır! Araştırdım, böyle bir emir yok!
Hürriyet’te Yalçın Doğan’ın geçen hafaki yazısından anladığımız üzere İller İdaresi Müdürlüğü’ ne bayramdan bir gün önce “Çok acele” kaydıyla gönderilen genelge yollanmış. Bu günlerde Atatürk anıtlarına çiçek koymak başkentte Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın, iller ve ilçelerde ise Gençlik ve Spor Müdürlükleri’ nin tekeline bırakılmış. Başka kimse çelenk koyamayacak. Tamam da hani bu halkın bayramıydı?
Hafta sonu Paris’ teydim.
Üç gün süreyle bambaşka bir dünyada yaşadım.
İki sahne beni bu yazıyı yazmaya zorladı.
Bunlardan ilki, sizlerin de hayretler içinde izlediğiniz Chelsea- Bayern Münih maçıydı. Düşünebiliyor musunuz? İngilizler, binlerce Alman’ ın gözleri önünde, kaybettikleri bir maçı aldılar.
Ardından da neler yaptıklarını gördünüz değil mi?
Ne kadar şikayet edilse, yargının uygulamaları eleştirilse dahi, Ergenekon davası bu ülkenin çirkin yüzünü ortaya çıkardı. Bir bölümü abartılı, yetersiz dellilerle süslenmiş dahi olsa, neler yaşandığı sizleri hayret ettirmiyor mu?
Abdi İpekçi ile başlayan, Uğur Mumcu ve diğerleri ile süren gazeteci katliamlarının, rahip Santoro cinayeti, Danıştay’ a kanlı baskın, Hırant Dink ve misyonerlerin katledildiği zirve olayı, Sabancı suikasti.
Dahası da var: Gazi Mahallesi katliamı, Madımak rezaleti... Bunların büyük bölümünün failleri bulunamadı. Devlet istediği zaman faili ortaya çıkarırken, bu olaylarda sessiz kaldı.
Top, hep dış güçlere atıldı.
Kimi zaman İran, olmadı PKK, olmadı Mosad... Ancak şimdilerde bu eski algı artık değişiyor.
İddianamelerin ayrıntılarını okudukça, bunların “Dış güçlerin komplosu” değil, aksine “İç güçlerin işi” olduğu anlaşılmıyor mu?
Yine, ne kadar abartılı, eksik delil ve hatalarla dolu olursa olsun, Ergenekon-Balyoz davalarının, “Darbe Günlükleri” nin ayrıntılarına girdikçe soru işaretleri artmıyor mu?
Faili meçhul cinayetleri de dış güçler mi işledi?