Haftasonu iki olay yaşandı ve her ikisini de hayretler içinde izledim.
1980- 90' larda da aynı manzaralarla karşılaşırdık. Gösteri yapanlara polis ve asker sert tepki gösterir, onlar daha da sert karşılık verirler ve sonunda etraf kan revan, olay kapanırdı.
Neden?
Efendim, “Gösteri için yasal izinler alınmamış olduğu için güvenlik güçleri müdahale etmek zorunda kaldı” denirdi. Böylece en basit gösteri dahi, büyük bir olaya dönüşürdü.
Yıllarımız böyle geçti.
Bir türlü yasaklamalarla bir yere varılamayacağını öğrenemedik.
Hiç unutmam, bölgede görev yapan güvenlik şefleri sonradan "Her gösteriye müdahale etmesek, olaylar bu kadar genişlemezdi" diye demeçler verirler ve bu sertliğin gereksizliğini anlatırlardı.
Demek ki hiçbir şey öğrenememişiz.
Sayın yetkililer…
Şu uçak olayını öylesine karıştırdınız, öylesine bir Arap saçına döndürdünüz ki, kamuoyu bile kuşku duymaya başladı.
Yeterince bilgi sahibi olmadan her kafadan bir ses çıktı.
Hergün veriler değişti.
Bugünlerde Avrupa hukuk çevrelerinin en popüler ismi, Sadullah Ergin.
Strasbourg’daki hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), hem de Avrupa Konseyi çevrelerinden hep aynı sözleri duydum.
“Pek beklemiyorduk…”
Aslında bu değişiklikler uzun süredir konuşuluyor, ancak ne kadarının gerçekleşeceği bilinmiyordu. Atılan adımın doğru yönde olduğu, sık sık tekrarlanıyor.
Özellikle AİHM gelişmeden memnun. Nedeni de, üzerindeki yükün giderek azalacağı görüşündeler. Ergin’in aylar öncesinde kendilerine bu değişiklikleri yapacağı sözünü verdiğini belirten AİHM yetkilisi “Doğrusu işin bu kadar geniş tutulacağını sanmıyorduk” demekten de kendini alamadı.
Avrupa Konseyi çevreleri de, son derece olumlu tepkiler veriyorlar. Türkiye’nin doğru istikamette adım attığını ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine çok daha sağlıklı bir uyum gösterdiğini söylüyorlar.
Brüksel’i de yokladım. Baktım, onlar da şaşırmışlar. Türkiye’nin İslamlaştığı yolundaki fısıltıların arttığı, Başbakan’ın giderek sertleştiği ve tek adamlığa kaydığı ve hukukun rayından çıktığı söylentilerin ortasında atılan bu adım, hem Avrupa Komisyonu hem de Konsey’de ciddi bir yankı yaratmış.
Ancaaaaak…
Esad rejiminin düşürülmesi konusu artık inada bindi.
Nedenleri de son derece önemli ve Türkiye’ yi de çok yakından ilgilendiriyor.
Bize göre, Rusya’ nın Suriye liderine destek vermesininin iki nedeni var:
Tutuklu milletvekillerinin durumu ortada…
Son değişiklikten itibaren kimin ne yapacağı belli değil…
Ankara’dan gelecek ve nasıl hareket edilmesi gerektiğini anlatacak hakimler ortada yok…
Aylardan beri bekleyen bir dosyanın savcına soruyorsunuz:
- Artık gizlilik kalktı, bizim neyle suçlandığımızı söyleyin lütfen.
- Yanıt: Durun bakalım… Ne olacağı henüz bilinmiyor.
- Elinizde dosyamız var. Dava da açmadınız. Bu durumda ne yapacaksınız?
- Yanıt: Bakacağız…Ankara’dan gelecek hakimi bekliyoruz ona göre hareket edeceğiz.
Bugün biraz futbol konuşalım.
Bir süredir, derinden derine bir itişme yaşanıyor.
Beşiktaş’a bu yıl oynayacağı bir stad aranıyor ve ısrarla GS’ nin Arena’ sı gösteriliyor. GS yönetimi önce nezaketle ve kapalı kapılar ardında gerekçeleri saydı, “Bu isteği karşılayamayacağını” anlattı ve Fikret Orman’ ı ikna etti.
Olmadı, bu defa devreye Spor Bakanı Suat Kılıç ve Federasyon Başkanı Yıldırım Demirören girdiler. GS yönetimi tekrar Ankara’ ya kadar gitti, toplantı yapıldı, yine gerekçeler sayıldı ve yine bu işin olamayacağı anlatıldı.
Sonunda da artık yüksek sesle “HAYIR” yanıtı verildi.
Ancak bırakmıyorlar. Spor Bakanı ve Federasyon Başkanı ısrarlı. Sanki amaçları GS’ yi rahatsız etmek, BJK’ yi Arena’ ya ortak yapmak.
Ne Arena’ nın, ne de GS’ nin yakasından bir türlü düşmüyorlar. Üstelik, nasıl sıkıntılarla karşılaşılacağını bilmelerine rağmen bastırıyorlar. Demirören, hem kupa sonrası yasananlar için GS’ ye hesap ödetmek, hem de siyah beyazlılara kendini affettirebilmek için olacak, derinden derine lobi yapıyor.
Spor Bakanı deseniz, GS ile bir alıp veremediği olacak ki, bir yıldır stad ile ilgili imzalanmış olan kontratları tescil etmeyi geciktirmenin yanında gizli kapılar ardında elinden geleni ardına koymuyor. Hatta bu konuda itirazları önlemek için, Başbakan’ın adını ve nüfuzunu dahi çekinmeden kullandığı söyleniyor.
Ben şimdiye kadar Ruhban Okulu konusunda bir iktidar partisi mensubundan böylesine net ve açık bir yaklaşım görmedim.
Bravo Hüseyin Çelik’e... “ Kapatılması da hataydı, şimdi açılmaması da...” dedikten sonra bakın nelere dikkat çekti. Üstelik konuşan kişi, Milli Eğitim Eski Bakanı, bugünün AK Parti Sözcüsü ve Genel Başkan Yardımcısı:
“...Açılması önünde hiçbir yasal engel yok... İstenirse 24 saatte faaliyete başlayabilir... Bu okul Lozan Anlaşması’yla verilmiş bir haktır... Açılmaması için ileri sürülen gerekçelerin de geçerliliği yoktur...Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı orta öğretim kurulması isteniyor.... Her yönüyle makuldur... Karar alınması yeterlidir...”
Doğruları anlatmış...
En önemlisi, Hüseyin Çelik, Ankara’daki bürokratların yıllardır tutturdukları “Karşılıklılık” yaklaşımına da karşı çıkıyor. “Biz Ruhban Okulu’ nu açalım, siz de Atina’ ya cami yapın veya Batı Trakya’ da müftü şeçiminin yöntemini değiştirin” derdik. Oysa, Ruhban Okulu bizim kurumumuzdur. Bizim vatandaşlarımıza hizmet vermekle yükümlüdür. Patrik bizim vatandaşımız, bizim insanımızdır.
Hüseyin Çelik bunları ilk defa söylemiyor. Defalarca tekrarladı. Ancak bir türlü çarkları çeviremiyor olacak ki, “Artık yetti” diye haykırıyor.
Hadi artık, harekete geçin. İstediği zaman iki günde yasa çıkaran iktidar neyi bekliyor? Herkes “Evet açılmalıdır” diyor, ancak kimse kılını kıpırdatmıyor.
Bu ayıptan kurtulmanın zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.
Kürt sorununun henüz “Apo’cu haydutlar” diye anıldığı… Kürt sorunu diye söz edenlerin içeri atıldığı… Benim Milliyet’te ilk defa “Bunun adını doğru dürüst koyalım… Haydutluk değil, bu Kürt Sorunudur…” diye yazıdığımda kıyametlerin koptuğu dönemlerden tanırım Leyla Zana’yı.
Politikaya atılmadan önce de, politika yıllarında da, hapishanedeyken de gördüm.
Daima ciddi, ne istediğini bilen bir kişiliği vardı. Bu açıdan hiç değişmedi. Hepimizde olduğu gibi, Kürt sorunu değiştikçe O’nun da görüşleri değişti tabii.
Bir ara, istese Avrupa’ da Türkiye’ nin Jean D’Arc’ı olabilirdi. Avrupa hazırdı. Kürtlerin sembolü olarak benimsemek istiyorlardı. O dönemlerde, ben de Brüksel’de çalışıyordum. Avrupa Parlamentosu’nda olsun, Avrupa Konseyi’nde olsun, Zana’nın prestijini ve hazırlıkları biliyorum. Kabul etse, ver elini Avrupa, oradan oraya dolaşıp konuşmalar yapacak ve hem şöhret hem de zengin olacaktı. Nobel Barış Ödülü’ne kadar gidebilecek olan bir yol açılacaktı.