Paylaş
Tam 19 yıldır uğraşılıyor.
Turgut Özal'ın bir suikaste kurban gittiğini ispat edebilmek için, bitmez tükenmez bir çaba var.
Adamın kalbi dayanamamış ve durmuş. Kendi doktoru başta olmak üzere, herkes kalp durmasından dolayı hayatını kaybettiğine kanaat getirmiş, ailesi de onaylamış ve herhangi bir otopsi yapılmasına karşı çıkmış ve dosya kapanmış.
Sonra aradan yıllar geçtikten sonra bir şehir efsanesidir başlatıldı. "Hayır, bu işin içinde mutlaka bir iş var..." denir oldu. Ne yazık ki, bu ısrarın başını aile çekti.
Ardından da, bu tip her ölümü esrarengiz havaya sokup, üstüne kitaplar yazanlar, programlar yapanlar devreye girdi. Aile de açılan bu yelkene rüzgar verince, kimseler kalkıp "Yapmayın, etmeyin; boş yere zaman harcamayın" diyemedi.
Cumhurbaşkanı Gül de, aileden gelen istek üzerine, büyük olasılıkla "Kerhen" Devlet Denetleme Kurulu'nu harekete geçirdi. DDK inceledi ve sonunda açıklamasını yaptı.
Aman Allah, ortaya bir rapor çıktı ki, okuma yanında yat.
Rapor, hiçbir somut delil olmadığını belirttikten sonra, birbirinden anlaşılmaz varsayımlara dikkat çekiyor:
- Köşk' te yeterli sağlık hizmeti yokmuş.
- Cumhurbaşkanı'nın yiyecekleri kontrol edilmemiş.
- Yanlış hasteneye götürülmüş.
- Otopsi yapılmamış.
Daha neler neler... Oysa bunların hiçbirinin önemi yok. Cumhurbaşkanı'nın kalbi durmuş, o kadar... Kurtarılacak bir durum söz konusu olmamış ki...
Anladığım kadarıyla DDK da, artık bıkkınlık veren bu söylentinin tümüyle bitmesi için, yani ölümünün kesin neden kaynaklandığını anlayabilmenin tek yolunun, mezarının açılıp inceleme yapılması gerektiğini belirtiyor.
Yapmayın lütfen...
Bırakın adamcağızı yattığı yerde.
Rahatsız etmeyin.
Sırf "Ah gerçekten kalpten ölmüş diyebilmek için" ona bu eziyeti çektirmeyin.
Yeter, vallahi yeter...
BİRİLERİ BİRİLERİNİ TASFİYE EDİYOR...
2335 savcı ve hakimin yer değiştirmesi önemli bir olaydır.
Hele olağanüstü davaların görüldüğü bir dönemde...
Hele yargı konusunda “Cemaat” ile “İktidar” arasında açık bir çekişmenin yaşandığı şu günlerde...
Hele iktidar partisinin özel yetkili savcı ve yargıçlara gözdağı vermeye başladığı bir sırada...
2335 savcı ve hakim yer değiştirir, bunlardan bazıları da bu özel davalara bakan savcı ve hakimler olurlarsa, kuşkular ister istemez artar.
Bakanlığa bakılacak olursa, "Son derece normal, rutin bir atama süreci" yaşanıyor. İlkbaharla birlikte, her yıl olduğu gibi, atamalar yapılıyor. Okullar bittikten sonra, herkes yeni yerine daha kolayca gidebildiği için bu tarih tercih ediliyor. Yine Bakanlığa göre, zaten atamaların önemli bir bölümü de istek üzerine yapılıyor.
Bu açıklamanın mutlaka doğru yanı vardır.
Ancak bir bölümü için farklı gerekçelerin de söz konusu olduğu kuşkuları epey yaygın. Öyle davaların kilit isimleri yerlerinden alındı ve “Terfi ettirilerek” bürokratik mevkilere çıkarıldı ki, insanın burnuna kötü koku gelmemesi imkansız.
Özel yetkilerin sonunun geldiği artık açıkça görülüyor.
Tümüyle kaldırılmasalar dahi, özel yetkili mahkemelerin ve savcıların yetkilerinde kırpıntıya gidilecek. Daha doğrusu, yasa hazırlanırken bu sakıncalara dikkat çekenlerin söyledikleri şimdi uygulanacak.
Keşke o dönemde dinleselerdi.
Keşke o günlerde eleştirilere kulak verselerdi.
Sonuçta ne oldu? Yargı prestijinden kaybetti ve yüzlerce insan gereksiz şekilde acı çekti.
NE ZAMAN "HOCAM" DEMEKTEN VAZ GEÇECEĞİZ?
Eminim dikkatinizi çekmiştir, televizyonlarda başladı, ardından da günlük yaşamımıza girdi. Herkes birbirine " Hocam "diye hitap eder oldu.
Nereden çıktı bu alışkanlık ?
Hadi bir zamanlar, okullarda olsun, üniversitelerde olsun “Hocam” denirdi ve yakışırdı da. Hala da söyleniyor.
Şimdi bir de, hocalıkla hiç ilgisi olmayanlara “Hocam” deniyor.
Televizyon muhabirine bakıyorum, maç yorumlayan kişiye "Hocam çok haklısınız" diyor... Bakkal müşterisine "Hocam kaç kilo vereyim ?" diye soruyor.
Kimse de dönüp "Kardeşim ben senin nereden hocan oluyorum?" demiyor. Memnuniyetle kabulleniyor ve dilimizin düzeyi biraz daha düşüyor.
Bırakın Allah rızası için bu “Hocam” lafını...
Paylaş