Bu konuya benden önce de değinenler oldu. Ancak önemli değil, ben bir defa daha hatırlatmak ve dikkatinizi çekmek istiyorum.
Suriye’deki gelişmeler giderek farklı noktalara doğru kayıyor. Şimdi değineceğim senaryo gerçekleşmeyebilir, eğer gerçekleşirse o zaman dizimizi dövmemiz gerekecek. Nereye doğru gidildiğini hala göremeyenlere ateş püskürüyorum. Kabul edilecek bir şey değil. Yıllardır korkulan, kendi beceriksizliğimiz ve küçük düşünmemiz nedeniyle başımıza gelecek.
Müsade edin anlatayım.
Ne derece doğru kimse bilmiyor, ancak hem muhalif güçlerden, hem de gözlemcilerden gelen haberlere göre Esad, giderek Türkiye sınırına yakın bölgelerdeki mücadeleyi bırakıp, elindeki güçleri Şam civarına çekiyor. Açıkçası Şam’ı, yani cumhurbaşkanlığı sarayını ( Dolayısı ile kendini ve ailesini) korumayı ön plana alıyor.
Bu boşluğun da Kürt kökenli Suriyeliler tarafından doldurulmak istendiği konusunda haberler geliyor. Kürtler bundan daha iyi bir fırsat bulamazlar. Başarırlar veya başaramazlar, ancak mutlaka bu fırsatı değerlendirmek isteyeceklerdir.
İşte Türkiye’ nin en büyük korkusu da budur: Irak ve Suriye’deki Kürtlerin birlikte hareket etmeleri ve giderek tek bir ünite haline dönüşmeleri. İleride de, Türkiye ve İran’daki “Bölümleri” de kendilerine ekleyip “Büyük Kürdistan”ı kurabilmeleri…
Bölgede öyle gelişmeler yaşanıyor, sınırlar öylesine oynaklaşıyor ki, artık “ Olmaz böyle şey” veya “ Biz buna müsaade etmeyiz” gibi büyük sözler edilemez.
Böyle bir şey bal gibi olur ve Türkiye de buna müdahele edemez…
Öncelikle şu “Sıfır sorun “ politikasının ne anlama geldiğine bakalım.
Alay mı edelim, yoksa ciddiye mi alalım?
“Sıfır sorun” aslında bir metafordur. Yıllar boyunca, etrafındaki ülkelerle sorunlu yaşamış ve bu sorunların tümünün başkaları tarafından ortaya atıldığına inanan bir Türkiye vardı. Bizler hep haklıydık. Onlar hep haksızdı. Burnumuzdan kıl aldırmazdık. Eğer bir ülke ile aramızdaki soruna çözüm getirilecekse, o ülke önce “Özür dilemeli ve ilk adımı atmalıydı”. Biz değil, başkaları hesap vermeliydi.
“Sıfır sorun” sloganı, işte bu mantığı bozmak için ortaya atıldı.
Bizim de haksız olabileceğimizi, bizim de özür dileyebileceğimizi, karşılıklı adımlar atarak sorunları çözebilmemiz gerektiğini anlatmaya yönelikti. Hep bizim haklı olmadığımızı, karşımızdakilere de hak vermemiz gerektiğinin mesajıydı.
Temel amaç, etrafımızda dostça bir ortam ve bu sayede de geniş bir ticaret alanı, yatırımı teşvik edecek bölgeler yaratabilmekti. Bunun için vizeler kaldırıldı, karşılıklı ziyaretler arttırıldı, önemli adımlar atıldı.
Ne yazık ki, bu süreç fazla uzun sürmedi. Acaba biz mi yanlış adımlar attık? Acaba fazla mı iyi niyetli davrandık? Saflık mı ettik? Beceriksizliğimiz mi oldu? Yoksa doğrusunu yaptık da sorun dışımızdakilerden mi kaynaklandı?
Herkesin bu sorulara yanıtı var, ancak ister istemez bugünlere geldik. “Sıfır sorun” ile yola çıktık, bugün “Yüz sorun” ile karşı karşıyayız...
Bu köşeyi izleyenler, Türkiye-İsrail ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunu defalarca okumuşlardır. Son gelişmeler bu ilişkinin önemini biraz daha ortaya koydu.
Biraz dikkatli uzmanlar İsrail’in bölgedeki eski etkinliğinin nasıl giderek azaldığının farkındalar ve bu durumun saklanacak yanı da kalmadı.
Türkiye’yi arkasına alamayan, belirli konularda diyalog kuramayan bir İsrail’in ne kadar askeri gücü olursa olsun, ABD’yi ne kadar arkasına almış olursa olsun, yine de bölgede kendini yalnız hissetmekte, hiç değilse böyle algılanmaktadır.
İsrail, bizim gibi, bölgenin dev sorunlarıyla boğuşmak zorundadır.
Suriye’de rejim değişikliği süreci başlamıştır ve Esad’dan sonra kimin başa geleceği en çok İsrail’i düşündürmektedir.Müslüman kardeşler veya radikal dinci bir partinin iktidar olması bu ülkenin en büyük kaygısıdır. Esad‘ ın aksine agresif bir politika uygulayacak yeni bir Suriye, İsrail’ in başındaki dertleri arttırır.
Böyle bir durumda, İsrail’ e arka çıkabilecek tek ülke Türkiye’dir. Oysa, Suriye’ deki gelişmelerin en yakın adresi sayılan Ankara ile ne bilgi alış verişi yapabiliyor, ne de işbirliği.
“Arap Baharı” nın nerelere doğru gittiğini kimseler tahmin edemiyor.
Umutla beklenen “Demokratikleşmenin” daha çok uzun yıllar süreceği de apaçık ortada. Böylesine bir belirsizlik içinde, acaba İsrail’ in Türkiye’ den başka danışacağı-dayanışacağı kim vardır?
Sayıları giderek artıyor. Son verilen rakamlar 50 bine yaklaşıldığını gösteriyor. Suriye’den kaçıp Türkiye’ye sığınan göçmenlerin kamplarından neredeyse hemen her hafta kavga haberleri geliyor. Üstelik sürekli şekilde sayısı artıyor ve yaygınlaşıyor. Eğer böyle devam ederse sorunlar büyüyecektir.
50 bin kisilik bir kentten sözediyorz. Yakında bu rakam çok kolaylıkla 100 bine ulaşacaktır. Gelenlerin arasında etnik bölünmelerin ve kişisel kavgaların çok olduğu büyük bir kitleden sözediyoruz. Hele Suriye’deki iktidar değişikliği uzarsa, bu göçmen olayı daha da dallanıp budaklanacak ve gereken önlemler şimdiden alınmazsa, bu kent başımıza büyük sorunlar açacaktır.
Göçmen kabul etmek insani bir harekettir. Ülkemiz de, göçmenlere kucak açmakta çok hoş görülüdür. Ancak, bunun bir ölçüsü olmalı, hem de gelenlerin yönetimine çok dikkat gösterilmelidir.
Bundan önceki örneklerden devam edersek, Türkiye’miz göçmene kollarını açmakta, ancak işi orada bırakmaktadır. Bu olayın gerektirdiği çalışmalardan kaçınmaktadır. Şikayetlere bakılacak olursa, bu insanlara ne gerektiği kadar yiyecek içecek verilmekte, ne sağlık sorunlarına yeterince el atılmakta, ne de iyi muamele edilmektedir.
Bürokrasimizin ve güvenlik güçlerimizin eline bırakılmışlardır. O zaman da genel yaklaşım
“ hem size iyilik ediyoruz hem besliyoruz, hem ölümden kurtarıyoruz, sonra da bizden sikayet ediyorsunuz nankör herifler” şeklinde oluyor.
Kötü muamele ediyoruz.
Yeterince ilgilenmiyoruz.
Org. Ergin Saygun’ın sağlık durumunu bu köşede defalarca yazdım. Cinayet işlenmekte olduğuna dikkat çektim. Meğer korku dağları bekliyormuş. Adli Tıp bir türlü “Ergin Saygun cezaevinde tedavi edilemez, bundan dolayı şu hastaneye çıkarılmalıdır” diyemiyor.
Saygun’ın kalbi yüzde 30 oranında çalışıyor- Akciğeri yüzde 40 oranında çalışabiliyor. 18 ayrı hastalığı var ve 25 ayrı ilaç alıyor. Her an gözetim altında tutulması gerekiyor.
Adli Tıp ilk raporunda “Cezaevinde bakılabilirse, orada kalabilir…” dedi.
Cezaevi “Ben bakamıyorum…” diye rapor verdi.
Durumu kötüleşince, Akif Ersoy hastanesine kaldırıldı.1 aylık tedavi sonunda, “Revirde tedavi göremez, kliniğe kaldırılmalı” raporu verildi.
Özel Yetkili 10.Ağır Ceza Mahkemesi bunun üzerine yine Adli Tıp’a sordu: Hastaneye mi çıkaralım, yoksa cezaevinde kalabilir mi ?
Yaklaşık 30 gün sonra, sanki hiçbir şey olmamaış gibi, ilk raporun aynı yollandı: “Cezaevinde tedavi edilebilirse kalabilir, yoksa hastaneye kaldırılsın…”
Bravo doğrusu…Beyler neden korkuyorsunuz ?
Kamuoyu dış politika gelişmelerini genelde insani boyutlarıyla değerlendirir. Bir yanda dost ve kardeş ülkeler vardır, öte yanda düşmanlar. Kardeş ülkelerin, en güç dönemlerde bize el uzatacağını sanarız. Onlar bizi satmaz, daima yanımızda, bize destek olurlar.
Oysa dünya tam tersine işler.
İstediğiniz kadar ağabey-kardeş ilişkisi içinde olun, herkes kendi çıkarına bakar.
İşte size bunun en son örneğini vermek istiyorum.
Ramazan başlıyor ve daha şimdiden etkisi görülüyor.
Mahalle baskısı başladı bile. Geçmiş yıllarda bu hava yoktu. Bu yıl farklı kokular burnuma geliyor. Kendi kendime “Ne oluyor?” diye sormaya başladım. Hele Bilgi Üniversitesi’ndeki festivalde bira içilmesinin yasaklanması miğdemi bulandırdı.
Üstüne üstlük Diyanet İşleri Başkanı Prof.Mehmet Görmez’in, Ramazan sırasında içkili festival veya eğlencelerin organize edilmemesi gerektiğini söylemesi bazı çevrelerde hemen etkisini gösteriverdi. Diyanet İşleri Başkanı’nın bu tip uyarılar yapma hakkı var. Ayrıca konuşmasının önemli bir bölümü aşırıya kaçan ve gösterişe dönüşen iftar yemeklerini eleştiriyordu. Bu konuda dikkatli olunmasını öneriyordu. Ancak bir baktım, durumdan görev çıkaranlar, içki konusunu ön plana çıkarıp hemen harekete geçiverdiler.
Yayınlara şöyle bir göz atın, tüyleriniz diken diken olacaktır.
Başbakan bugün Moskova’ya gidiyor.
Koltuğunun altında iki dosya var.
Birincisi ve en kalını, ikili ilişkiler. Diğeri ise Suriye…
Çoğu yorumcu, Suriye konusundaki görüş ayrılığının , adeta anlaşmazlığa dönüşebileceğini veiki ülke liderinin gün boyu Esad hakkında konuşacaklarını sanıyor.