5 Kasım 2005
MAÇTAN önce Sevilla’da bir kafeteryada elime günlük bir İspanyol gazetesi geçti. 9 sütuna yayılan manşet, klasik maç başlıklarından biriydi... ‘Türkler’e Sevilla cehenneminden çıkış yok.’ Gülüp geçtim. İçimden de usulca fısıldadım...
‘İnönü’ye gelseydiniz, cehennemin ne olduğunu orada görürdünüz.’
Biraz sonra kafeteryadaki masaya İspanya’da yaşayan Türkler geldi. Laf dönüp dolaşıp yine maça takıldı. Sevilla’yı öyle bir anlattılar ki, bayağı ürktüm. Farktan söz ediyorlardı. İnanmasam da maça korkar adımlarla gittim.
Oyun başladı, endişelerimin her birinden kurtuldum. Farklı bir Beşiktaş izliyordum. Sahayı akıllıca kullanıyordu ve ayağa oynayarak rakibi şaşırtıyordu. Sevilla’dan asla korkmuyordu. Hücum hevesi de rakipten az değildi. İyi oynayanların sayısı da bir hayli fazlaydı.
* * *
Tümer Metin’in ayağından çıkan toplar, Beşiktaş’ı hücuma koşturuyordu.
Koray Avcı önliberoda şık işler yapıyordu. Rakipten çaldığı her topu hatasız servise sokuyordu. Okan Buruk’un soğukkanlı davranışları ve deneyimli kimliği, Beşiktaş’ın sağ kanadına hücum rahatlığı getirmişti. Ali Tandoğan’ın Okan Buruk’a yakın oynadığı pozisyonlarda, Beşiktaş’ın hücuma yönelik etkinliği bir kat daha artıyordu.
İbrahim Akın için de iyi şeyler söyleyebilirim... Savunma bloğundaki uyum ve özgüven herkes gibi beni de şaşırttı. Hatasız oynuyorlar ve rakibi hep tehlikeli bölgenin dışına itiyorlardı.
İlk 45 dakika bittiği an kafam yedek kulübesindeki bir futbolcuya takıldı. Daha doğrusu, Beşiktaş’ın hücum girişimlerini hatırladıkça, aklım hep onda kaldı. Youla tam bu maçın adamıydı. Uzun toplarda Sevilla defansını kolayca avlayabilirdi. Ama oyuna geç girdi.
* * *
Endişe dolu duygular taşıyarak gittiğim bir maçta, şimdi Beşiktaş’tan bir gol bekliyordum. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim... Bu sezon Beşiktaş’ı hiçbir maçın ilk 45 dakikasında böylesine mükemmel bir teknik-taktik bütünlük içinde görmedim.
Şimdi geliyorum madalyonun diğer yüzüne... İkinci yarının hemen başında, maç öncesinin korkuları bir anda yine benliğimi sardı.
Cordoba iki top çıkarttı, herkesin yüreği ağzına geldi. Beşiktaş’ın ilk 45 dakikadaki özgüveni ve oyun bütünlüğü bir anda kaybolmuştu.
Pas hataları başlayınca, Sevilla’nın hücum üstünlüğü oyundaki tüm dengeleri bozdu.
Ve ilk 45 dakika gol atmasını beklediğim Beşiktaş’ın her an gol yiyebileceği duygusu, herkes gibi beni de etkiledi.
Ve o gol geldi... Ardından diğer goller...
Bu sonuç, Beşiktaş’ı UEFA’daki yarışın dışına mı itti? Böyle bir soruya kesin bir yanıt veremeyeceğim.
İlk 45 dakika Sevilla’da izlediğim Beşiktaş, bu kimliğini Zenit ve Guimaraes maçlarında oyunun bütününe yayarsa, umut ışığı yakabilir. Yoksa bu iş Sevilla’da bitti.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2005
DEĞİŞİK iki bölgede, farklı iki Beşiktaş izledim. Savunmada oyunun ilk 15 dakikalık bölümünde yaşanan panik ve rakibe sunulan 3 net pozisyon... Sevilla maçını düşünerek endişelendim ve biraz da korktum. Ve rakip yarı alanda keyifle izlediğim bir başka Beşiktaş...
Mehmet Ekşi, sahaya hücum özellikleri ağır basan bir kadro sürdü. Sergen Yalçın ve Tümer Metin yan yanaydı. Kötü şans, Sergen’i erken yakaladı.
O şahane frikiği attıktan sonra sakatlanıp çıktı. Oysa, hırslı ve arzulu bir gece yaşayacağı tavırlarından belliydi.
Sergen’in yokluğunda oyunun yönetmenliğine Tümer Metin soyundu. O da diğer haftalardan farklıydı.
Öncelikle koşarak oynadı. Savaşarak oyuna katıldı. Attığı paslar kalite kokuyordu.
Uzun bir ayrılık döneminden sonra forma giyen Daniel Pancu da değişik duygularla oyuna asılıyordu.
Konya’da Ailton’u çılgına çeviren İbrahim Akın dün gece uyumlu bir diyalog içindeydi. Öncelikle bencil değildi. Topu ve pozisyonları arkadaşlarıyla paylaşmak gibi beklenen bir davranışa yönelmişti.
* * *
Ve böyle bir Beşiktaş’ı izlerken Ankaragücü’nün attığı gollerde savunmanın rakibi kontrolde yaşadığı şaşkınlık, beni yine Sevilla maçına götürdü.
Başkalarının da aynı düşünceleri taşıdığına inanıyorum... Beşiktaş savunmasının Sevilla’da böylesine kolay hatalar yapmak gibi bir lüksü yoktur. Ve olamaz...
Ve bir başka önemli konu dikkatimi çekti. Ailton, oyunun büyük bir bölümünde yalnızlıkla kol kola yaşıyor. Böyle bir golcüden beklenen randımanı almakta zorlanıyor Beşiktaş.
Ailton ne istiyor, neler bekliyor? Hemen söyleyeyim... Üçüncü Beşiktaş golünde İbrahim Akın ile yaptığı nefis verkaçın benzerlerini, oyunun daha geniş bölümlerine yaymak gibi bir istekle koşuyor Ailton. Arkadaşlarının da kendisine yardımcı olmasını bekliyor.
* * *
Dünkü Beşiktaş oyunun genelinde kazanma duygularıyla doluydu.
Böylesine bir duygunun Sevilla maçı öncesine rastlaması, Beşiktaş adına olumlu ve sevindirici bir yaklaşım.
Yine de söylemeden ve hatırlatmadan yapamayacağım. Beşiktaş’ın, Sevilla’da daha dikkatli ve gerçekci oynaması, özellikle savunmadaki basit hatalardan arınması gerekiyor.
Dün beğenerek izlediğim Beşiktaş’ın iki değişik bölgesinde yaşanan çelişkileri gördüm ve uyarmak gereğini hissettim. Hepsi bu...
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2005
SERGEN Yalçın ile Tümer Metin’in oynamadığı maçlarda, bazı isimlerin farklı sorumluluklar üstlenmesi gerekiyor. Bunlardan birinin Kleberson olduğu kesin... Diğerini Koray Avcı gibi düşünüyorum.
Oyunu onlar yönledirecek, tempoyu onlar ayarlayacak. Ve mutlaka her ikisi de teknik özelliklerini oyunun geniş bir zaman dilimine yaymak gibi ağır bir sorumluluğu bıkmadan ve usanmadan taşıyacak.
Oysa, her ikisi de birkaç haftadır düşük bir performansla oynuyor. Koray Avcı dün farklıydı... Özellikle ilk yarırada kritik bölgelerde 4 top çaldı ve her birini olumlu kullandı. Oyundaki sürekliliği hiç de fena değildi.
Kleberson, kış ortasındaki güneş gibiydi. Bir göründü, bir kayboldu. Kleberson gibi değil de normal vatandaş gibi oynadı. İkinci yarının başında da sakatlanarak çıktı.
Kleberson’un bu haline bir anlam veremiyorum. Brezilyalı, daha iyiye gideceğine adeta kötüye koşuyor.
* * *
Mustafa Doğan, Beşiktaş’ın savaşçıları arasında listebaşı... Oyuna önce yüreğini koyuyor, sonra davranışlarını hiç abartmadan sade bir üslupla hizmete sunuyor.
Ali Tandoğan, savunmanın sağ kanadında görev aldı. Bulunduğu bölgeden dışarı pek çıkmadı.
Oysa önündeki geniş alanı beceriyle kullanacak özellikleri taşıyan bir futbolcu. Bilemiyorum, belki de kenar yönetimden böyle bir direktif aldı.
İkinci yarıda oyuna giren Ahmet Dursun 45 dakikalık kısa döneme önemli işler sıkıştırdı. Attığı gol, kurnaz kişiliğinin çarpıcı bir örneğiydi. Üstelik oynama hevesi üst düzeydeydi. Topsuz alanlara etkili deparlar attı. Yardımlaşma duygusu yıldızını yükseltti.
* * *
Oscar Cordoba tepeden tırnağa kaleci... Bir iki kurtarış yaptı, oyunun kaderini değiştirdi. Özellikle maçın son 15 dakikasında Konyaspor’un ağır baskısına, olağanüstü bir soğukkanlılıkla karşı koydu. Yediği golde hiç suçu yoktu.
Beşiktaş’ın golden sonra ceza sahası çevresinde kümelenip koyu bir savunma ağı örmesini anlayamadım.
Oysa, tüm hatlarıyla yüklenen rakibinin bıraktığı boş alanlardan bir ikinci gol şansı yakalayabilirdi.
Bunu düşünmedi veya düşünemedi.
Ve oynamaktan çok oynatmamayı planladığı bir anda golü yedi. Daha açık konuşayım, bir ikinciyi de yiyebilirdi. Yemediğine sevinsin.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2005
PUANLAR eşitlendi ve Fenerbahçe ile Galatasaray aynı puan ve de averajla zirveyi paylaştı. Öyleyse kim lider?
Zirvedeki denklem için her kafadan bir ses çıktı. Daha sonra talimatlar hatırlandı ve aynı eşitliğin sezon sonunda da gerçekleşmesi halinde kimin mutlu sona ulaşacağı belirlendi.
Sezon sonuna dek kim öle kim kala!
İşin bir başka boyutu daha vardı. Malatya galibiyeti ile G.Saray’ı yakalayan F.Bahçe’nin teknik direktörü Christoph Daum, bir Alman dergisine verdiği demeçle, bu tartışmanın da üzerine çıktı.
Hep böyledir ve Daum beklenmedik anlarda yaptığı nokta atışlarla kişileri ve kurumları düşünmeye zorlar.
Ne dedi Alman teknik adam. Neler söyledi de hemen manşetlere taşındı?
Belki çok şey söylemedi. Ama söylediklerini iyi düşünür ve ayıklarsanız, yine taşı gediğine koydu...
İkincilik boşta!
Bu sözlerin yorumu kişiye göre değişebilir. Bana göre, Christoph Daum, yıllar öncesi G.Saray için sıralanan övgülerin bir benzerini F.Bahçe için gündeme taşıdı.
Hani, 1996-2000 sezonları arasında şampiyonluğu tekeline alan ve 4 kez ardı ardına mutlu sona ulaşan G.Saray için neler söyleniyordu...
Puan cetvelinde G.Saray’ın altına bir kırmızı çizgi çekin. Ve bu ligin geri kalan takımlarını kendi aralarında değerlendirin.
Daum’un Alman dergisine verdiği demeçten hemen sonra G.Saray için yıllar önce söylenmiş bu satırlar aklıma geldi.
Ve yine yıllar sonra Christoph Daum, bir zamanlar G.Saray için söylenmiş övgüleri, şimdi kendi takımı F.Bahçe’ye yönlendiriyordu.
Başkaları değişik bir yorum getirebilirler bu sözlere. Ben böyle düşünüyorum. Ve Daum’u biraz da tanıdığımı zannediyorum.
Daum, verdiği demeci bazı dostane sözcüklerle süsleyerek yine taşı gediğine koydu. Fenerbahçe’nin şampiyonluğunu şimdiden ilan etti. Ve bunu da ‘cin’ gibi bir yorumla gündeme taşıdı...
İkincilik boşta!
* * *
İLGİNÇ yorumlar geçen hafta maç skorları kadar konuşuldu, gündem yarattı.
‘F.Bahçe, G.Saray’ı her kulvarda geçti’ sözlerinden sonra, geçen hafta bir vurgulama daha yaptı Ergun Gürsoy. Neler dedi...
Bizleri protesto eden taraftar önce maça gelerek görevini yapsın.
Daha sonra Denizli maçındaki boş tribünleri göstererek sürdürdü konuşmasını...
Koca Ali Sami Yen’de liderlik savaşı veren G.Saray, sadece 8 bin seyirciye oynuyor!
Bu sözler de kesmedi Gürsoy’u devam etti...
G.Saray’ın 50 bin kişilik stat yapmasına gerek yok. Biz daha Ali Sami Yen’i dolduramıyoruz.
Şimdi soruyorum, bu sözlere nasıl bir yorum getirirsiniz?
Gereksiz bir çıkış mı, yoksa bir cesaretin feryadı mı!
* * *
BEŞİKTAŞLI futbolcuların İNÖNÜ korkusuna bir anlam veremiyorum. Diyorlar ki...
Taraftarın tezahüratı bizde baskı yaratıyor.
Böyle bir yaklaşım aklıma bazı sorular getiriyor...
İnönü’deki kötü sonuçlar, salt bu baskıdan mı kaynaklanıyor?
Bu çığlıkları niye bir sevginin tezahürü gibi düşünmüyorlar da, bir baskı gibi algılıyorlar.
Üstelik, yenik duruma düştükleri maçlarda da aynı sevgi çığlıklarını esirgemeyen taraftarlardan böylesine korkmanın bir başka nedeni mi var?
Söyler misiniz, nasıl bir tezahürat biçimi istiyorsunuz?
Kısık bir sesle ninni gibi bir tezahürat mı?
Bir şey söyleyebilir miyim...
Bu sesin kısılmasını hiç istemeyin. O sesten, İnönü’ye gelen rakiplerin ödü kopuyor.
Kusura bakmayın daha açık konuşacağım...
Hiçbir rakip sizlerden değil, o sesten korkuyor.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2005
ÇİRKİN oyun canımı sıktı, oyalanacak ve beni maça döndürecek bir şeyler aramaya başladım.<br><br>Bir süre boş gözlerle sahayı taradım. Ve birkaç dakika sonra aradığımı yakaladım. İbrahim Akın’ın başlattığı her atak ve pozisyonda Ailton adeta çıldırıyordu. Ailton’un elleri-kolları hep havadaydı. Ve İbrahim Akın’dan gelecek pası bekliyordu. Özellikle ilk 45 dakikada İbrahim’in bencilliği fıtık etti Ailton’u... Herhalde ayağına gelen topları başkalarına vermeye kıyamadı. Ve her fırsatta şut atmayı denedi.
Hiçbiri de kaleyi tutmadı. Tutsaydı, ilk yarı golsüz beraberliğin kısırlığına bürünür müydü...
Bir ara düşündüm. Beşiktaş’ın bu çirkin oyununu herhangi bir nedenin arkasına gizleyebilir miydim?
Aklıma oynamayan 8 sakat futbolcu geldi. Çoğu da kafa isimler... Hemen sahadaki futbolculara baktım. Oynamayanlardan aşağı kalır tarafı yoktu. Kleberson, Ailton, A.Hassan, Koray Avcı, Ali Tandoğan, kalede Cordoba ve hep daha iyi olacak diye beklenen İbrahim Akın...
Öyleyse, çirkin oyuna oynamayanlar da bir neden olamazdı. Belki bir mazeret gibi düşünülebilirdi...
* * *
Düşündükçe bazı terslikleri de görmeye başladım. Ali Tandoğan’ın oyuna girmesinden sonra A.Hassan’ı, Ailton’un yanına göndermek daha akılcı bir davranış olmaz mıydı...
Ve Beşiktaş’ın hücum durgunluğuna bir etkinlik ve hareket getirmez miydi?
Çirkin oyun sürüp giderken, bu sorular hep kafamı kurcaladı. Ve bir gerçek yine karşıma dikildi. Beşiktaş, bu kaosta en sağlıklı adamı Kleberson’u da kaybediyor. Kötü oynadığını söyleyemem. Ancak, sevdiğiniz ve beğendiğiniz Kleberson gibi değildi.
Beşiktaş, bu çirkin oyundan ne zaman mı kurtuldu... Mehmet Ekşi, İbrahim Akın’ı sol kanada çekti, Veysel’i Ailton’un yanına koydu. Beşiktaş’ın oyun ve hücum rengi değişti.
Ve A.Hassan’ın golü... 30 metreden attığı gol, gerçekten 90 dakikanın tüm çirkinliklerini unutturacak kadar güzeldi.
Ama ben, nefis gole ve 3 puana rağmen yine de Beşiktaş’ın oynadığı çirkin oyunu unutmayacağım ve eleştireceğim.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2005
UMUTLARIMLA, gerçeklerin kısa bir zaman diliminde böylesine çatışacağını hiç düşünmemiştim. Daha doğrusu, bu denli aldanacağım da hiç aklıma gelmemişti. Tümer Metin’in nefis pası ve Ailton’un sol ayağından çıkan müthiş vole ile gelen gole mi kandım...
Ya da gole kadar geçen sürede Beşiktaş’ın hızlı ve etkili temposu mu, bilemiyorum... Aldandım işte...
Farklı bir galibiyet beklerken birden şemsiye ters döndü. İnanılmaz pas hataları ile kıvranmaya başladı Beşiktaş.
Hırslı ve arzulu bir gece yaşayan Ailton’a golden sonra tek top gitmedi. İbrahim Akın ayağındaki topları binbir şekle soktu ve her birini rakibe kaptırdı.
Ahmed Hassan sağ kenarda huzursuzdu. Nasıl oynamasına karar veremedi. Bir ileri, bir geri amaçsız deparlar attı. Yerini beğenmediğinde karar kıldım... Dar alan Ahmed Hassan’a göre değil.
Tümer Metin sakatlanıp çıktı ve bu kaostan kurtuldu. Ve Beşiktaş’ın yediği golü hiç yadırgamadım. Dört savunma adamının önünden geçen topa hiçbiri dokunamadı...
Ve Beşiktaş savunması yine ailece bir suç işledi.
* * *
Koray Avcı’da kötü bir alışkanlık gözledim. Geriye oynayarak, Beşiktaş’ın rakip sahaya geçişini geciktiriyor. Bir-iki haftadır bu yolu deniyor. Söylemesi benden tribünlere de sevimsiz gözüküyor.
Böylesine karmaşık bir düzende Kleberson’dan ne beklenebilir... Kötü oynamasa da gerçek kimliğinin bir hayli ötesinde.
Oysa, Beşiktaş’ı oynatacak, gerektiğinde skoru kurtaracak birkaç adamdan biri değil mi Kleberson...
Teknik kadro değişikliğinden sonra Beşiktaş’ın üzerinde sihirli bir değneğin dolaşacağını beklemiyordum.
Yine de böylesine kötü ve etkisiz oynayacağını hiç düşünmemiştim.
* * *
Herkes gibi kabullenmek istemediğim bir doğru beni de kızdırdı. Her koşulda Beşiktaş, bu İngiliz takımını yenmeliydi.
Avrupa deneyiminden yoksun, kalitesi sınırlı Bolton’u tribünlerin de coşkusuna kulak vererek yenmeliydi...
Oyunun son dakikasına kadar Beşiktaş’ın atacağı galibiyet golünü bekledim. Beceremediler...
Hadi daha açık konuşayım bir ara yiyebileceği bir golü de düşünerek korku krizine yakalandım.
Kandırdı Beşiktaş beni... Herkes gibi fena aldandım... Farklı galibiyete soyunurken, avucuma tek puan bıraktılar, sadaka gibi...
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2005
CANSIZ ve düşük tempo Beşiktaş’ın oyun değerlerini etkiliyor. Rakibin kendi yarı alanına çekildiği ve sindiği ürkek bir oyun düzeninde, Beşiktaş’ın yan ve geri paslarla oyalanması hiçbir taktiksel kurnazlık ile bağdaşmıyor. Böyle bir düzen kaosunda, koşmaya hevesli ve çabuk pas bekleyen iki sprinter Youla ile Ailton’dan verim almak mümkün mü...
Dün gece her ikisinin de kalabalık rakip savunma bloğunda nasıl kaybolup boğulduklarını gözlerimle gördüm.
İlk 45 dakikada Kayseri kalesinde sadece tek pozisyon yakalayan... Tribünleri coşturacak hiçbir zenginlik üretemeyen... Ve şut atmayı bile düşünemeyen Beşiktaş’ı şaşkınlıkla izledim.
Hiç abartmadan söyleyebilirim, ligdeki en kötü ilk 45 dakikasını oynadı Beşiktaş..
* * *
Özelikle Tümer Metin’in sahne alacağı dakikaları beklerken, gözüm Kleberson’a takıldı. O da Tümer Metin gibi işi sanki ucundan tutuyordu. Koca oyunda sadece bir iki-pas ve çalım... Bu iki kaliteli adamın böylesine kısır ve silik bir performansa takılıp kalmalarına hiçbir anlam veremiyorum. Ve Bolton maçı öncesi endişelerimi dile getiriyorum.
Beşiktaş’ın kötü oyunu Kayserispor’u yüreklendiren başlıca nedendi. İkinci yarıda Beşiktaş’a kafa tutarcasına pozisyon kovalaması da gecikmiş bir cesaret örneğiydi.
Beşiktaş’ı geç anladılar... Tek puan üzerine kurdukları oyun düzeninden galibiyete yönelik bir coşkuya daha önce koşsalardı, kazanmaları işten bile değildi.
* * *
Maçın final bölümünde Ahmet Dursun, Ahmed Hassan ve İbrahim Akın’ın oyuna girmeleri de Beşiktaş’a beklenen coşkuyu getirmedi.
Beşiktaş, dün gece hangi oyun düzeni ya da teknik-taktik bir oyun planı içinde koştu, düşündüm ama çözemedim.
Ve Beşiktaş’ı hala takım olabilme kalitesine ulaşmış bir topluluk düzeyinde göremedim.
Taraftarın attığı slogana da işte bu nedenle hak verdim... ‘Sabrımız taşıyor, yeter artık.’
* * *
Şimdi Beşiktaş’ın Perşembe gecesi oynayacağı Bolton maçını bekliyorum. Ve UEFA kupasını, lige sezon başında havlu atmış Beşiktaş için sarılabileceği tek değer gibi düşünüyorum.
Dilerim, Bolton maçından alacakları bir galibiyetle UEFA’da Beşiktaş’a yeni bir yaşam biçimi sağlarlar. Yoksa koca sezon, amaçsız ve hedefsiz bir Beşiktaş izleyerek geçmez...
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2005
<B>HERKES</B> gibi gözlerim milli maçta, kafam Kopenhag’tan gelecek skordaydı.
Heyecanım bölünmüş ve parçalanmıştı... Sonra birden unuttum Danimarka-Yunanistan maçını. Milli Takım keyifle izleyeceğim bir performansla Almanya’yı sallamaya başlamıştı.
İlk 45 dakikaya sığan 4 net pozisyon ve bir gol... Böyle bir Milli Takım’a kafamı çeviremezdim.
<B>Tümer</B> <B>Metin</B> ve <B>Yıldıray’</B>ın ayağından çıkan her top, Milli Takım’ı pozisyona koşturuyordu. Ve her ikisi de sahayı akıllıca kullanıyorlardı. Teknik becerileri üst düzeydeydi. Milli Takım’ı sahanın etkili bölümlerine kolayca taşıyorlardı.
<B>Halil Altıntop,</B> fiziği, duruşu ve vücudunu kullanış biçimiyle gerçek bir santrfor... Topla buluşmadan bir sonraki pozisyonun yorumunu yapabiliyor ve kendini rakip savunmadan saklamasını biliyor.
* * *
Orta sahada <B>Hüseyin-Selçuk</B> ikilisi savaşçı kişiliklerini koyu bir disiplin ciddiyetiyle birleştirerek, sade ama verimli bir oyun sergilediler. Herhalde, <B>Terim</B>’in de onlardan beklediği buydu...
<B>Nihat Kahveci</B>’nin oyuna ısınmakta zorlanmasını hiç yadırgamadım. Uzun süren sakatlığının ardından oynadığı ilk milli maç, onun için bir deneme gibi düşünülmelidir...
Savunma bloğu özellikle ilk yarıda sorumlu olduğu bölgeyi başarıyla kontrol altında tuttu. Tehlikeli noktalara hiçbir Alman’ı sokmadı.
Yazının Devamını Oku