“Beyaz Et Düğün nedir?” diye merak eden olursa, tavuk filan işte.
“Kırmızı Et Düğün” mönüsüne yönelirseniz, kişi başı 58 TL’den başlıyor, 68 TL’ye kadar uzanıyor bedeli...
Düğün, sünnet, nişan, “öylesine toplantı” veya “böylesine toplantı” için fark etmiyor fiyatlar ve pasta da dahil ha, ona göre...
“Organizasyonel” manada lojistik destekte de sınır yoktur tesislerimizde sevgili okur...
Sandalyeyi giydirmek istersen “oturgaç” başına 5 TL ödeyeceksin.
Gelin masası 350 TL, lüks gelin masası 800 TL. 450 TL fark verince kuş konuyor olabilir masaya, bilemiyorum...
Tek palyaço istersen 250 TL, davul-zurna ekibi istersen 500 TL, “volkan” istersen (herhalde maytaplı filan gösteri oluyor) 350 TL.
Konfetiye 250 TL istiyorlar ki tek itirazım bunadır. Biz zamanında Ali Sami Yen’in kapalı tribününden okulları tatil edecek kadar konfeti atıp bugünün parasıyla herhalde 100 TL’ye filan çıkarmıştık işi...
Yazılacak bir yazı, halledilmese kıyamet kopmayacak birkaç küçük iş, o sabah kahveyi çok güzel yapmış olmam, üstümde yatan kediye kıyamamak gibi bulunması kolay “dolaylı” bahanelerden güç alarak gitmemeyi tercih ettim...
Sonra devreye çıktığı günden itibaren cuma sabahlarında kahve eşlikçisi olarak ayrı bir alan açmayı başaran Hürriyet Kitap Sanat eki girdi ama oraya biraz sonra döneceğim...
Önce filmini seyredip sonra kitabını okuduğumuz bir “vaka” idi “Trainspotting”...
İskoçyalı yazar Irvine Welsh’in kitabı ve o kitaptan yola çıkılarak çekilen film, Edinburgh’da yaşayan, daha doğrusu arafta salınıp duran arızalı ruhların hikâyelerini anlatıyordu.
UMUTSUZLARIN MANİFESTOSU
Iggy Pop’un tabanca gibi şarkısı “Lust For Life” ile açılıyordu film.
Kahramanlarımızdan Renton (Ewan McGregor) ve Spud (Ewen Bremner) polisten kaçarken dış ses umutsuz bir kuşağın manifestosundan pasajlar okuyordu:
“Hayatı seç... Bir iş seç... Bir kariyer seç... Bir aile seç... Dev bir boktan televizyon seç... Bulaşık makinesi, otomobil, CD çalar, elektrikli konserve açacağı filan seç...
Türk sinemasının yükselişine, çöküşüne, yeniden doğuşuna şahitlik etmişti.
Yeşilçam’da ömrünün yarım asırdan fazlasını geçirmişti.
Doğrudur, asıl şöhretini yönetmen, senarist, yapımcı olarak kazanmıştı 71 yaşında kaybettiğimiz Gülgen; ama mesleğin her kademesinde emeği olduğu da unutulmamalı.
Liseden sonra, “ille sinemacı olmak gibi bir ideali” yokken, bir iş ararken, set işçisi olarak adım atar Yeşilçam’a, 1960’larda...
İstanbul Fatih’te, Süleymaniye Camisi’nin dibinde, Küçükpazar’daki tekstil atölyelerinde çalışan Suriyeli çocukların durumlarına odaklanıyordu haber.
Burak’ın haberi dört başı mamur bir çalışmaydı ancak ne yazık ki ilk kez yapılmıyordu ve daha da yazık ki son kez yapıldığına inanmak mümkün değil...
Büyük bir ekonominin “en altında ezilenler” olarak çocuk işçiler, aralarında dünyaca ünlü giyim markalarının da bulunduğu bu sektörde göz göre göre sömürülüyor.
Gayriinsani, gayrivicdani ve gayriahlaki koşullarda günde en az 12 saat çalıştırılıyorlar.
Öğlen bir saat yemek molaları var ama yemek verilmiyor.
Türkiye de 1.5 milyon Suriyeli çocuk var ve bunların önemli bir bölümü her türden sömürüye açık. Emekleri sömürülüyor en başta.
Yetişkinler kadar, hatta daha fazla iş yükleniyor, karşılığında yetişkinlerin aldığı ücretin yarısını bile kazanamıyor.
Aylık 400 lira maaşa bir de üzerine aşağılanarak çalıştırılıyorlar.
Gaye Su Akyol, kendi yaptığı ve Barbarella filmindeki Jane Fonda’yı andıran bir elbiseyle çıkmış sahneye; gruba aşina olanların gayet iyi bileceği üzere diğer müzisyen arkadaşları da yüzlerinde maskeyle ve keşiş cübbeleriyle karşımızda.
GSA, “Hayal Gazinosu” adını verdiği konserde “Pink Floyd’un Dediği Gibi”, “Cehennem Meyhanesi”, “Yıllar Yılan” ve “Fantastiktir Bahtı Yârimin” gibi şarkılarını söylüyor ama eklektik müziğinin beslendiği damarlardan “Gamzedeyim Deva Bulmam”, “Drama Köprüsü” gibi şarkı ve türkülere de yer açıyor.
GSA’nın içinden Türk sanat müziği geçen rock’n’roll tarzı, şu sıralar “Onun Karanlık Huyları” adlı şarkısıyla (YouTube’dan dinleyin isterim) beni benden alan Tuğçe Şenoğul’la kurdukları grup “Seni Görmem İmkânsız”dan beri malum...
İki saat süren konserin ardından yaşadığı deneyimden memnun mesut dağılan kalabalığın arasına karışırken içimde bir pişmanlık hissi de var. Çünkü aynı saatlerde Babylon sahnesinde de yine çok beğendiğim yeni kuşak gruplardan Nusaibin’i kaçırmış vaziyetteyim.
Nereye varacak bu yazı? Şuraya varacak...
GSA ve Nusaibin sayıları müzikseverleri sevinç dalgalarına boğacak şekilde artan yeni kuşak müzisyenlerin, grupların sadece iki örneği.
“Jakuzi”, “Ah! Kozmos”, “Help! The Captain Threw Up”, “Palmiyeler, “In Hoodies”, “Nihil Piraye”, “Nilipek”, “Melis Danişmend”, “Selim Saraçoğlu”, “Bubituzak”, “Hedunotopia”, “Balina”, “Ponza”, “Yarımada”, “Midvil”...
Liste hepsinin adını yazsam köşeden taşıp sayfayı dolduracak kadar uzun, adı geçmeyenler kusuruma bakmasın lütfen...
Bu cevap epeyce tartışılmıştı.
Kızımızın çocukluğun o eşsiz masumiyet günlerinde hayatın güzellikleri yerine idamı düşünmesinin nedenlerini elbette biliyoruz.
“Çocukların yanında konuşulmayacak hadiseler” günlük siyaset malzemesi olarak hanelere dolarken, kaba milliyetçilik normalleştirilirken öğrenciler de bundan uzak kalamıyordu işte.
Sevgi, paylaşım, özgür düşünce, barış (ki neredeyse yasaklı, en azından cezalıdır dilimizde) gibi kavramlar yerine kuru hamaset yüklemesi yapılınca el kadar çocuk da “İdam cezası geriye dönük uygulanamıyor ama ben uygulayacağım” deyiveriyor işte.
Sneijder ve Selçuk’un eksikliğiyle mi? “Olabilir ama yerlerine forma giydirilmiş fasulye sırığı dikilmedi herhalde sahaya” diyeceğim ama manzaraya bakınca böyle de diyebiliriz. Teknik direktörün basireti bağlanmış diyebilir miyiz? “Bostan korkuluğu durmuyor ya kulübede” diyeceğim ama uygulamaya bakınca böyle de diyebiliriz.
Futbolcular, “Kazanmak şampiyonluk için dev adım olur” motivasyonuyla değil de, “Herkes kaybetti biz de kaybetsek ne çıkar be abi?” ciddiyetsizliğiyle mi çıkmış sahaya peki? “Olur mu öyle saçma şey?” diyeceğim ama zavallı hallerine bakınca böyle de diyebiliriz.
Maça seri top kayıplarıyla başlayan, istikrarlı şekilde bu sersemliği sürdüren, yemelere doyamadığı kafa gollerinden birbirinin kopyası 2 tane lüpleten felaket ötesi bir G.Saray vardı ilk yarıda.
ÇUVALLA KÖTÜ ŞEY
İlk yarı böyleydi diyelim, ikinci yarıda ne yaptı G.Saray? Bu anlattıklarımın üstüne biraz panik atak serpiştirin yeter. G.Saray’ın dünkü haliyle (halsizliğiyle) ilgili daha çuvalla kötü şey söylenebilir; iyisi mi kazanandan bahsedelim, yiğidin hakkını vermiş oluruz bari...
Kadrosunu neredeyse baştan aşağı yenileyen ve dipten sıyrılmak için Sergen Yalçın yönetiminde hamle yapan Kayserispor, son haftalardaki süksesinin temelsiz olmadığını gösterdi. Baskıya baskıyla karşılık verip esnese de kırılmayan, müthiş yardımlaşan, kompakt şekilde oynayıp rakibe nefes aldırmayan bir takım olmuşlar. Fiziksel ve zihinsel olarak zindeler ki; bunu doğru ve sıkı çalışmaktan başka bir şekilde elde edemezsiniz.
Neticede Galatasaray kazanacak karakteri gösteremediği için dev bir fırsat tepti. Maçın son 10 dakikasında oynadığını daha önce oynayacaktı ama ona da puan veren çıkmıyor. Kendi düşen ağlamaz, geçmiş olsun...
1948’de Türkiye’nin ve dünyanın büyük değişimler yaşadığı dönemde, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde yakılan “Cadı Kazanı”nı anlatan kitabın merkezinde Pertev Naili Boratav’ın “müdafaanamesi” yer alıyordu.
O destansı savunmanın hemen başında şunları söylüyordu Pertev Naili Boratav:
“...Bu dava bana üniversitelerimizin nasıl acınacak hale düşürüldüğünü öğretti.
...Huzurunuzda şahadet etmeye gelen talebelerimin birçoğunun gözlerinde korku okuyorum. Onların, hakikati söyledikleri için nice ukubetlere (cezalara) uğradıklarını duydum. Bütün bunları duyduktan sonra sadece bana isnat olunan şeyleri reddetmekle kalabilir miyim?
Benim davam, bugün söylemek istediğim şeyleri söylemesem de şu veya bu şekilde sona erer, kapanıp gider. Fakat memleketimin fikir tarihinde buna benzer davalar yine çıkabilir.
Eğer o zaman da üniversite talebeleri veya üniversiteyi bitirmiş, memleketin ilim ve irfan müesseselerinde vazife almış genç adamlar ve yaşlı başlı muhterem insanlar bugünkü gibi, içleri hakikati söylemekten doğacak tehlikelerin korkusuyla ürpererek mahkeme huzuruna çıkarlarsa, bunun vebalinin bir payı da benim boynuma düşecektir ve ben, bir üniversite hocası olmak haysiyetiyle, memleketime karşı en mukaddes vazifemi yapmamış, bildiğim hakikati söylememiş olmanın azabını duyacağım...”
Boratav ve onunla birlikte yargılanan Behice Boran ile Niyazi Berkes neticede beraat ederler ancak bir daha üniversitedeki görevlerine dönmeleri mümkün olmaz.
O dönemin