GEÇEN hafta sonu, Galatasaray'ın maçını izlemek üzere Diyarbakır'daydım. Cumartesi sabahı uyanıp, kahvaltı ettikten sonra direkt vurdum kendimi sokaklara.
Hıncal Uluç'un ‘‘Ben bunca yıldır bu memlekette gazetecilik yapan biri olarak Diyarbakır'daki bu surlardan haberdar değilsem, bu benim ayıbım değildir’’ diyerek övgüyle söz ettiği surlara gittim önce.
Hıncal Uluç'un yazılarına bayılırım fakat kendisini tanımam. Sayesinde bu olağanüstü güzellikteki surları gezebildiğim için taa Diyarbakır'dan kulaklarını çınlattım.
Fakat Çin Seddi'nin nasıl pazarlandığını bilirken bu surların acınası halini görünce üzülüyor insan.
Sadece o surlar için bile tonla turist gelmesi lazım Diyarbakır'a. Fakat nerdeeeee?..
Millet Amerika'da Avrupa'da filan tarihi 150 yılı belki bulan binalara bir muamele çekiyor, bir parlatıyor, bu kıytırık 'eserlerden' dev bir hediyelik eşya sektörü yaratıyor.
Diyarbakır'da gerekli düzenlemeler yapılsa, deli gibi turist çekecek bir sur var, biz etrafında armut vesaire satıyoruz.
*
Neyse durduk yerde sinir sahibi oldum.
Maç saatine kadar, ‘‘Nedir Diyarbakır?’’ konulu bir program yaptım kendime.
Gördüğüm sokağa dalıyorum. Bakıyorum sokağın sonunda bir sokak daha, ona da dalıyorum. Böyle böyle bayağı bir eskittim kendimi.
Sonunda Ulu Cami civarlarında pes ettim. Ulu Cami'nin dibindeki minik taburelere oturdum, bir çay söyledim ve yolu Güneydoğu'ya düşmüşken sosyolojik bir tahlil yapmadan dönmesi mümkün olmayan gazeteci havasına girdim. Ne kadar sıkıcı aslında...
Şimdi efendim; Diyarbakır'la ilgili pek çok haber çıktı hafta sonu eklerinde. Ne diyordu bu haberler: ‘‘Burası Paris değil, Diyarbakır’’ falan da filan.
Teşbihte hata olmaz fakat, teşbihin de dalağını yarmayacaksın. Hayır efendim, Paris gibi değil.
Eskiden, çok eskiden güzel bir şehirmiş belki ama yıllarca canına okunmuş. Hangi Paris'ten söz ediyorsunuz.
Benim tipim de pek Diyarbakırlı tipi değil.
Saçlarım uzun mesela ki; Diyarbakır'da pek uzun saçlıya rastlanmıyor.
Hatta çarşıda gezerken bir tezgaha takıldım. Çok absürd ama askeri malzeme satılıyor tezgahta.
O sırada iki dükkan yanda şöyle bir diyalog gelişti:
- Gördün mü?
- Aha bu satanisstir!
Dönüp, ‘‘Sizde kedi var mı babo’’ diyecektim ama abartmadım...
*
Diyarbakır Arkeoloji Müzesi'ne gittim sonra. Tek ziyaretçi olarak, Cumhurbaşkanı gibi gezdim vallahi.
Bir de çok güzel tişört yaptırmışlar. Üzerinde Diyarbakır'a tarih boyunca sahip olmuş bütün medeniyetlerin isimleri yazıyor. O tişörtten kaptım kendime. Çok da güzel oldu.
Neticede ‘‘yurt gezimin’’ (Bir hafta içinde Diyarbakır-Trabzon-Samsun yapınca, yurt gezisine çıkmış olur insan herhalde değil mi?) Diyarbakır ayağından çok memnun kaldım.
Mor ve Ötesi'nin güzel şarkısı ‘‘Doğru-Yanlış’’ın ironik nakaratını, yani ‘‘Bazen doğru, bazen yanlış/ Kim demiş ülkem geri kalmış’’ı söyleyerek gezdim durdum...
*
Gezinin tek sinir bozucu hadisesinin ise Diyarbakır'la bir alakası yoktu.
Akşam otelde İlhan Söyler ve Fanatik'ten Erol Demirkol'la yemeğimizi yedik. Sonra ben tutturdum, ‘‘Otelin barına takılalım’’ diye.
Dedeman'da kalıyoruz. İki tane de bar var. Yanılmıyorsam, bir barın adı Fırat, diğerinin Dicle.
‘‘Türlerüstü’’ programda Türkçe popüler şarkılar var. Ama arabesk de söyleniyor, pop müzik de. Gayet iyi işte. Faça bir masa yapmışız ve keyfimiz gıcır.
Orkestranın gitaristi ve solist kadın aralarda espriler de yapıyorlar. Buraya kadar her şey tamam.
Fakat gitarist, Orhan Gencebay'ın ‘‘Bir Teselli Ver’’ini çalarken kendince bir espri yaptı ve bütün geceyi berbat etti.
Şarkının ‘‘Bana ne gerek’’ bölümünde durdu durdu ve ‘‘Yarım kilo yağlı börek’’ dedi.
Şimdi ‘‘Orhan Baba o şarkıyı sen maymun et diye mi yazdı?’’ diye adama sormazlar mı?
Hayır efendim sormazlar. İlhan Ağabey'le gözgöze geldik. Belli ki o da ayar olmuş. ‘‘Haydi usta uzayalım, hava bozuldu’’ dedim.
‘‘Haklısın evlat, yürü bakalım’’ dedi ve kalktık.
Yağlı börekmiş... Pöh!
Çin Seddi'nin nasıl pazarlandığını bilirken bu surların acınası halini görünce üzülüyor insan. Sadece o surlar için bile tonla turist gelmesi lazım Diyarbakır'a. Fakat nerdeeeee?..