SALI gününe işi asma konusunda kararlı bir başlangıç yaptım. Daha doğrusu olay şöyle gelişti...
Salı sabahı uyandım, evi havalandırmak için bir pencere açtım, suratıma buzlu su püskürtüldüğünü düşünerek, pencereyi aynen kapadım...
Hava belli ki çok soğuk dışarıda. Şöyle bir dışarıyı kestim, şehir resmen bağırıyor ‘‘İşi aaaaas, işi aaaaas!’’ diye.
Türkiye'nin sorumluluk duygusu en fazla gelişmiş insanı olmadığım zaten aşikar. Direkt olarak işi asma kararına onayı bastım!
*
Şimdi tamam, işi kırmışız ama ne yapacağız bütün gün? Bir de o kısmı var olayın. 'Dicitürk' hadisesi ile NBA yüzünden papaz olduğumuzdan beri, televizyonla alakamız minimum seviyede.
Bir tek Kanal D'deki NBA maçlarını seyretmek için açılıyor televizyon evde. Zaten açsan ne olacak. Yakmışız gemileri 'dicitürk' ile, toplasan 10 kanalla idare ediyoruz.
Onların da yarısından çoğu maytap kanal.
Bu da demektir ki, salı gününü televizyona bağlamayacağız. Ya ne yapacağız? Kitap okuyacağız...
Huysuz'un bana verdiğine hala inanamadığım, sayfalarını çevirirken bile ameliyat eldiveni kullandığım mükemmel ‘‘Rip Kirby’’leri 145'inci kez okudum. Rip Kirby de kim demeyin... Bal gibi tanıyorsunuz. Hürriyet'te yıllarca yayınlanan Dedektif Nik'ten bahsediyorum. Orijinal adı Rip Kirby onun...
İsterseniz tam orta yerinizden çatlayabilirsiniz fakat Huysuz sadece Rip Kirby vermedi bana. Neler verdiğini burada yazarsam, boynuma nal kadar nazar boncuğu takıp gezmem gerekir, o yüzden söylemeyeceğim...
*
İşi kırdığım günlerde (ki bunun ne sıklıkta olduğunu burada söyleyerek işimi tehlikeye atmak istemem) beynim ikiye bölünüyor.
Birinci bölüm, ‘‘Oooooh! Gel keyfim gel, şimdi millet harıl harıl çalışıyor, sen ense yapıyorsun...’’ diyor.
Diğer taraf cevap veriyor: ‘‘Sen hakikaten fena bir insansın. Arkadaşların çalışırken, evde oturabiliyorsun böyle Türk tipi inek gibi!’’
Bu iki sesin ortasını bulamayınca, eylem planında değişiklik yapmaya karar verdim.
Madem o gün Hürriyet'e bir faydam dokunmayacak, kendime dokunsun diyerek, vurdum kendimi yollara. İlk hedefimiz Tahtakale!..
Tahtakale'ye gitmek zaten hayatta en sevdiğim işlerden biri. Daha önce de anlatmıştım bu hiper orijinal yerle ilgili hikayelerimi.
*
Hooligan sweat-shirt'ü giyip, üstüne de montu çekince, soğukla bağlantıyı da büyük ölçüde kesmiş oldum. Niye böyle yapıyorum? Çünkü Tahtakale'ye yürüyerek gidilir.
Herhangi bir vasıtaya binip gidildiğinde, havasına girilemiyor çünkü.
Tahtakale'nin en güzel yanı, her gittiğinizde sizi şaşırtacak bir numara yapabilmesi.
Bu sefer de öyle oldu. Yine kullanım amacı tamamen belirsiz olan fakat almadan duramayacağınız bir sürü ıvır zıvır buldum.
Bunların en tehlikeli yanları, ucuz olmaları. Ama öyle böyle ucuz değil. Mesela adamın biri bana ‘‘Üç tane 1 milyon’’ diye tornavida sattı.
Niye aldım o tornavidaları hala bilemiyorum. Zaten Tahtakale'deki malların büyük bölümü, sadece Tahtakale'deyken makul gözüküyor insana.
Eve geldiğinizde aldığınız objelere bakıp, ‘‘Peki ama ben bunu niye aldım?’’ diye söylenirken buluveriyorsunuz kendinizi.
Aldığım tornavidanın kendine bir faydası yok. ‘‘Ben tel maşayım’’ diye bağırıyor alet. Herhangi bir şeyi sıkmaya yaramayacağı o kadar belli ki...
Bir de kontrol kalemi efekti verilmiş. Fakat tabii ki böyle bir işlevi yok. Hem ben bu tornavidayı alıp da, prize sokacak kadar enayi bir insan olacağına da inanmam.
*
Ama faydalı şeyler de yaptım. Mesela... Eeeeeee... Hımmmm, mesela şey aldım. Ne aldım?
Hah! Tavla pulu aldım. Çok güzel tavla pulu ama, öyle böyle değil.
Fakat evde tavla bulunmaması durumu biraz karıştırıyor. ‘‘Be adam! Pulunu almışken, tavlayı niye almadın?’’ derseniz, ben de ‘‘Üzerimde o kadar para yoktu da ondan’’ cevabını veririm.
Neyse pulu garantiye aldık. Tavla ile zarlar da gelecek sefere. Hem böylece Tahtakale'ye gitmek için yine bahane yaratmış olurum.
*
Bugün Diyarbakır'dayım. Malum, Cimbom nerede biz oradayız. Salı Trabzon, Cuma veya Cumartesi de Samsun gözüküyor. Yani fikstür böyle denk geldi. Geçen hafta Taksim Meydanı'nda leylek görmüştüm, ondan mı böyle oluyor acaba?..