ŞİMDİ anlatacaklarım (doğal olarak) MTV ve benzeri kanalların 100 yıldır yayın yaptığını, televizyonun hep renkli ve çok kanallı olduğunu, radyo istasyonlarının hep bu kadar çok olduğunu düşünen kuşağa tuhaf gelecek.
Aslına bakarsanız, çoğu zaman, düşününce bana da tuhaf geliyor...
1970'ler... Hey Dergisi ve Gong gibi dönemin efsane dergilerinin düzenli olarak alındığı bir evde büyüdüm.
Portatif bir pikap ve o pikabın üzerinde dönen 45'likler, 33'lüklerle yaşıyorum. Çocuk olduğum için tabii ki benim seçimim değil dinlediklerim. Ama bugünkü müzik zevkimle de evde iyi şeyler dinlendiğini söyleyebilirim.
Televizyon sadece günün belli saatlerinde, tek kanalda yayın yapıyor. Hayatımızın merkezinde diziler var. Tek tip, bugün çok naif gözüken bir eğlence dünyamız var ülke olarak...
TRT sansürünün nasılsa gözünden kaçan bir ‘‘popo’’ sahnesi, ülke gündemine haftalarca damgasını vuruyor mesela. Bugün bile o popoyu çok net hatırlıyorum mesela...
Diziler ve ‘‘Kuşlar’’ gibi belli filmlerin dışında en net hatırladığım şey, maç yayınları.
Notthingham Forest ne kadar çok maç oynuyormuş o zamanlar. Niyeyse uzun yıllar Galatasaray'ın yanı sıra bir NF taraftarı olarak hissetmiştim kendimi.
Maçlardan çok, maç aralarında verilen müzik programlarının hastasıyım ama... Slade'in hakikaten çirkin gitaristi, Status Quo'nun senkronize hareketleri ve tabii ki Engelbert Humperdinck, Gal Kaplanı Tom Jones (Bunu Tom Cons diye okumazdım, 'Tom Jones' diye okurdum. Hala da öyle diyorum eğlence olsun diye...)
MTV yok, klip endüstrisi diye bir şey yok, sadece dünyada yayınlanmasından aylar sonra Türkiye'de basılan plaklar var. CD bir kenara, kaset hadisesi bile gelişmemiş. Kartuşlar falan filan, onlardan müzik dinleniyor...
Bu kısıtlı imkanlara rağmen müzik zevki oluşturmak hakikaten zor bir iş. Peki ben ve benim kuşağım nasıl müzik dinliyorduk?...
Tabii ki radyodan. Efsane İTÜ Radyosu, Polis Radyosu ve tabii ki güzeller güzeli TRT 3...
FM bandını algılayabilen bir radyo bulunduğu anda, ezberimizdeki frekansa, yani 88.2'ye, yani TRT 3'e yazılırdık.
Engin Arman'la ‘‘Gece ve Müzik’’ unutulmaz mesela. Cumartesi ve Pazar günleri, öğlen saatlerinde (sonra hafta içine geçti) Yavuz Aydar'ın ‘‘Stüdyo FM’’i, İzzet Öz'ün ‘‘Teleskop’’u asla kaçırılmazdı.
Bu saydığım isimlere bugün kendimi borçlu hissediyorum. Arada unuttuğum isimler de muhakkak olmuştur. Onlardan da peşin peşin özür dilerim.
*
1980'lerin başlarında, Nişantaşı'nda, bir ara Erkin Koray'ın grubunda gitar da çalmış olan Hayrullah Yurttaş'ın Cemre diye bir müzikevi vardı.
Okul çıkışlarında, tatil günlerinde, basketbol oynamadığımız anlarda hep oraya takılırdık. Ben o sıralar, BBC'nin çarşamba geceleri yayınladığı Top 20'yi düzenli takip ediyorum.
Perşembe günleri okul çıkışı, Hayrullah Ağbi'ye İngiltere 45'likler listesiyle ilgili raporumu sunuyorum. Kim listeyi dağıtmış, kim o hafta ikinci sıradan girmiş vesaire...
O da, istediklerini (Kimi zaman bizi kırmayarak, bizim istediklerimizi) dışarıdan getirtiyordu.
Gelen 45'likler Technics pikaplar aracılığıyla 'AKAI deck'lerde kasetlere kaydedilirdi. O kasetlerin alınıp ilk dinlendiği andaki zevki, hatırlayanlar olacaktır muhakkak. Vay be!..
Neyse işte, günlerden bir gün Cemre Müzikevi'ne çok kibar iki kadın geldi. Sesleri yabancı gelmiyor ama hayatta görmüşlüğüm yok. Hayrullah Ağbi beni tanıştırdı: ‘‘Bak Kanat, bu hanımefendiler Suzan Sesar ve Sebla Özveren..’’
‘‘Aaa! Siz onlarsınız’’ gibi birşeyler söylediğimi hala utanarak hatırlarım. O günden sonra, yeni bir vazifem olmuştu. Yeni gelen albümleri Harbiye'deki Radyo Evi'ne götürüyordum.
Sebla Özveren ve Suzan Sesar, dev makaralara yeni şarkıları çektikten sonra da plakları geri götürüyordum.
*
O sıralar plak kapaklarının fotoraflarını çekmek için Hey Dergisi'nden tipler de dükkana uğruyor. Ben de ukalayım ve müziği çok iyi biliyorum ya, sürekli Hey'deki hataları bulup şişiriyorum adamları. Bir gün dayanamadılar ve ‘‘Gel sen yap’’ dediler. Gazeteciliğe de öyle başlamış oldum...
Hey'de çevirmenlik yaparken benim radyo manyağı olduğumu anladılar tabii. İkinci bir görevim daha oldu o zaman ‘‘Radyo Muhabirliği...’’
Bu aslında tam bir muhabirlik sayılmazdı. İşim belliydi. Belli günler TRT'ye gidip TRT 3'ün program listesini, belli günler de Sirkeci'deki ürkütücü İkinci Şube'ye gidip Polis Radyosu'nun programlarını alıyordum.
Sonra da hangi program hangi saatte, o programda hangi şarkılar var, onları yazıp bir radyo sayfası hazırlıyordum...
Tabii yazının girişinde bahsettiğim kuşağa garip gelecek ama o zaman ‘‘Hort Efem’’, ‘‘Zort Efem’’ yok...
*
Özel radyoların kurulduğu dönemde ben de denedim radyo dj'liğini. Ama bir dolu nedenden, yeniden gazeteciliği tercih ettim.
Radyo aşkım hala sürüyor. Evdeki radyonun hafızasında sadece iki radyo istasyonu kayıtlı. İkinci sırada, daha sık dinlediğim istasyon olan Radyo Eksen kayıtlı. Ama birinci sırada hala TRT 3 duruyor. Şimdi ‘‘Gece ve Müzik’’i başkaları yapıyor. Yeni yapanlar da çok güzel yapıyor ama ben hala Engin Arman'ın tok sesiyle ‘‘Gece ve Müzik’’ sunduğu günleri özlüyorum.
Yavuz Aydar ve Suzan Sesar'ın sıcak seslerine denk geldiğimde yine çok seviniyorum. Suzan Hanım ve Sebla Hanım'ı yılda bir kez, sadece Caz Festivali sırasında görebiliyorum. Yine hemen kaldığımız yerden, müzikten konuşmaya başlıyoruz.
Benim Kabakulak'taki bazı eleştirilerime kızıyorlar. ‘‘Sen Peter Gabriel'i severdin, niye albümüne kötü diye yazdın’’ diye soruyorlar, mahçup oluyorum ama ‘‘Ya, ben Peter Gabriel kötü demedim ki, albüm kötü’’ demeyi de ihmal etmiyorum...
Bayram günü, böyle nostalji ırmaklarında aktıysam bunun tek sebebi de İzzet Öz'dür.
Hayranı olduğum pek çok grubu ilk kez onun programında dinledim. O da tuttu 35'inci yıl kutlamaları çerçevesinde, o şarkılardan oluşan bir albüm yaptı.
‘‘Devamını da yapacağım’’ diyor albümdeki anonslarından birinde, ‘‘İkinci de süper şarkılar olacak’’ diyor. Bilmez miyiz İzzet Ağbi, kime anlatıyorsun.
Vay be!.. Ne kıyak günlerdi ama...
Dönüş yok fakat çıkış var
Cumartesi günleri kapsadığım alan fark ettiğiniz üzere bayağı genişledi. Yani yanıma Riko'yu, Topesto'yu, mahalle bakkalı Ceset Hilmi'yi filan alarak dolduramam ben bu köşeyi.
Bu sebepten ‘‘seyrettiğim filmler’’, ‘‘okuduğum kitaplar’’ gibi klasik köşe yazarı uyuzlukları yapmak durumundayım. Mecburen yani...
Şimdi arkadaşlar, Fransız Sineması'nın belli filmlerine kalpten saygı duyarım. Fakat seyrettikten sonra ‘‘Kamera girişini bile yasaklayacaksın bu Fransa memleketine’’ dediğim filmler de oldu.
Bunun fazla radikal bir tavır olduğunun ben de farkındayım. Böyle bir tavırla hareket edecek olursak, sadece ABD'de film çekilmesine izin vermek gerekir ki; bu da haliyle saçma olur.
Lafı daha fazla eveleyip gevelemeyelim. ‘‘Dönüş Yok’’ sinema eleştirmenleri ve esas işi sinema eleştirmek olmayanlar (Ben de az sonra o kategoriye adım atacağım) tarafından çok konuşulan bir film.
Eh, vatandaş da (Ben mesela) merak ediyor tabii. Geçen Pazar, ‘‘Haydi bakalım, neymiş bu film’’ diyerek dayandım Beyoğlu Sineması'nın kapısına.
‘‘İlk 10 dakika dayanan filmi tamamlar’’ diyorlar ya, bir yere kadar doğru. Müzik ve sürekli dönen kamera, sinir uçlarında düğümlenmeye yol açıyor. O bitiyor, meşhur kafa dağıtma sahnesi geliyor...
Kafatası ezilirken rahatsız oldum. Çünkü mesela bir ‘‘Evil Dead’’de daha iğrenç görüntüler vardır ama gülerek filan seyredersin. Bunda öyle olmuyor. Tuhaf!..
Bir de o tecavüz sahnesi var tabii. 9-10 dakika deniyor ama sanki bitmiyor sahne.
Tecavüz sahnesinin sonunda ara verildi. Fuayeye çıktım. Niyetim salona geri dönmek. Çünkü filmin rahatsız edici sahneleri atlatılmış...
Kendime şu soruyu sordum fuayede: ‘‘Ya, bu filmi seyretmeye devam etmek istiyor musun sen?’’
İçimden bayağı yüksek bir sesle cevap geldi: ‘‘Hayır ağbi Allah aşkına gidelim...’’
‘‘Peki ulan iç ses, seni dinleyelim o vakit’’ dedim ve sinemayı terk ettim.
Tek pişman olduğum hadise, Monica Belluci'yi daha fazla seyredememiş olmamdır. Başka hiçbir pişmanlığım yok.