Kanat Atkaya

Medeniyetin tabutuna çakılan son çivi: Jackass

4 Ekim 2003
MR Bean'in filminde tuvalette tek başınayken izlendiğini fark etmeden yaptığı salaklıkları ilk seyredişimde hem gülmüş, hem de ‘‘Hakikaten salak görünüyormuş insan’’ demiştim. Bu herkes için geçerli mi bilmiyorum ama insan bazen tek başına olduğunda nasıl olsa izlenmiyorum diye süper salak hareketler yapabiliyor. Ben itiraf edebilirim Mr. Bean gibi bir tarafım olduğunu. Onun kadar olmasa da yapmışımdır kendimce salaklıklar.

Ama nedir buradaki mesele? Görülmemek di mi? Peki, insan her manada salakça hareketler yaparak şöhreti, parayı bulabilir mi?

Geçen çarşamba akşamı, bir grup arkadaş Beşiktaş maçından önce ‘‘Jackass The Movie’’ eşliğinde bu soruya cevap aradık.

Jackass'i bilenler vardır. Bilmeyenler için açıklayalım. MTV'de yayınlanan ve kazandığı başarı bir eleştirmen tarafından ‘‘medeniyetin tabutuna çakılan son çivi’’ olarak değerlendirilen bir program Jackass.

Bir grup genç insan akla hayale gelmeyecek (Gelse bile en azından yapılmayacak) şeyler yapıyorlar.

Neler mesela? Mesela -çok affedersiniz- popolarına maytap yerleştirip patlatmak, birbirlerine şaka olsun diye elektrik vermek, son sürat giden bir TIR'ın konteynerinde ayaklarına paten takarak disko partisi vermek, mayolarına karides doldurarak köpekbalıklarının arasına dalmak, göğüs uçlarını yavru timsahlara ısırtmak, anne-babasını uyudukları odada yüzlerce çatapat patlatarak uyandırmak, el ve ayak parmaklarının arasını kağıtla kesmek...

Yani daha neler yapıyorlar bir bilseniz. Mesela Tokyo'da bir suşi lokantasına giriyorlar. Anormal derecede acı olan wasabi'yle soyayı karıştırıp, kokain gibi, enfiye gibi burunlarına çekiyorlar. Haliyle kusuyorlar tabii ki.

‘‘Jackass The Movie’’ de bu salakların (Jackass zaten aptal, gerzek gibi bir şey) yaptıkları uzun metrajlı film. Salak diyorum ama çok komik olduklarını da itiraf etmem gerek.

Yaptıklarının hiçbiri kurgu değil. Mesela annesine ‘‘s....r’’ dedirteceğini söyleyen eleman, bunu başarabilmek için annesinin evine kanlı canlı, dev gibi bir timsah getiriyor. Kadın diyor mu peki? Soru mu yani, siz demez miydiniz evinizde timsah görseniz.

İşte arkadaşlar, bir yandan ‘‘Yahu biz hakikaten çok akıllı uslu insanlarmışız’’ diyerek filmi seyrediyoruz, gülüyoruz, bir yandan da filmde gördüklerimizden herhangi birini yapabilecek kadar salak olduğumuz bir dönem olup olmadığını düşünüyoruz.

Filmin başında kiralık otomobillerle çarpışan oto oynamak fikri bazılarımıza olabilirmiş gibi geldi.

Ben otomobil kullanmayı zaten bilmediğimden konuya kayıtsız kalacağımı belirttim. Bir arkadaşım, ‘‘Bu iş için bilmemek daha iyi bile olabilir’’ dedi.

Birimiz düşük voltajla elektrik verme hadisesinin düşünebileceğini söyledi, cevaben ‘‘Çüş!’’ dedik ve gidip parmaklarını prize sokmasını teklif ettik kendisine.

Yapay tsunaminin karşısında durmak fikri veya golf arabalarıyla offroad yapmak fikri fena gelmedi açıkçası.

Offroad sırasında koluna dövme yaptırma fikrine ise sıcak bakan çıkmadı.

En yapılmayacak iki hareketin detaylarını anlatıp cumartesi gününüzü mahvetmek istemem. O yüzden filmi seyretmiş olanlar için iki not düşeyim, onlar anlasın, anladıklarını da isteyenlere anlatsınlar. Birincisi ‘‘matchbox’’ hadisesiydi. İkincisi ise ‘‘limonlu dondurma.’’

‘‘Jackass’’in büyük bir hayran kitlesinin olması, özellikle ABD'de bazı sosyal bilimcileri filan müthiş tedirgin ediyor. Etmeyecek gibi değil. Ama o kadar komik ki; ne seyredenler bıkabilir bu salaklardan ne de MTV...


Real-Barcelona maçı derbi mi


GEÇEN hafta Giles Goodhead'in ‘‘Us v Them’’ kitabından yola çıkarak ‘‘tehlikeli’’ derbi maçları üzerine birkaç kelime etmiştik. Goodhead'in listesinde Real Madrid-Barcelona maçı da vardı. Bazı okurlar ‘‘Derbi aynı şehrin takımları arasında oynanmaz mı?’’ diye sordular.

Bu soru, futbol üzerine okuyan, konuşan, yazan çizenler için bir tür ‘‘Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?’’ meselesine dönüyor. Evet, aslında derbi maçları aynı kentin takımları arasında oynanır.

Ben de bu görüşteyim. Mesela Fenerbahçe-Trabzonspor maçının derbi kategorisinde görülmemesi gerekiyor. Büyük maç demek derbi demek değil.

Fakat Giles Goodhead gibi düşünenler de var. Derbi dendi mi illa aynı şehrin takımları arasında yapılan maç düşünülmemeli diyenler de. Varsa bildiğiniz akil adam, onlar cevaplasın. Bu sütun herkese açık.
Yazının Devamını Oku

Yine anlamadım ne olacak şimdi

3 Ekim 2003
İKİ hafta üst üste bienal yazısı sıkar mı acaba? Fakat yapacak bir şey yok, takıldım bir kere. Mesela bir video yerleştirme hadisesi var, gidip gidip bakıyorum ‘‘Bu sefer anlayacağım’’ diye. Yok işte, kafanın kapasitesi belli. Ama, ben de çok haksız sayılmam.

Antrepo'nun alt katındaki karanlık salonlardan birine giriyorsunuz. Pijamalarıyla bir adamın görüntüsü yansıtılmış dört duvara birden. Yerde ekranları tavana bakar vaziyette bir grup televizyon durmakta. Arada bir ekranlar aydınlanıyor...

Pijamalı adam (Bu arada elinde oyuncağı var, onu da söyleyeyim) birden çocuk sesiyle konuşmaya başlıyor. Daha doğrusu dört görüntü birbiriyle konuşuyor. Yok efendim ‘‘Orada kimse var mı?..’’ filan.

Bekliyorum bir şey olacak diye, olmuyor tabii. Bitiyor, bir daha başlıyor. Hayır, illa herkes her şeyi anlayacak diye bir şey yok tabii ki.

Ama hakikaten ne demek istiyor bu sanat eserini yaratan kişi?

Ben bu soruyla kafayı kırmışken imdadıma Fatih özgüven yetişti. Sadece Fatih Özgüven çevirmiş diye bir kitabı okuyabilirim mesela. Jim Thompson gibi ortak zevklerimiz vardır.

Fatih Özgüven, Radikal'de ‘‘Filmler ve Hayat’’ diye bir köşeye sahip. Oradaki yazılarını da merakla beklerim. Genellikle salak filmleri doğradığı yazılarına ayrıca bayılırım.

Her neyse, baktım Özgüven ‘‘Antrepo'da Sinema’’ başlıklı bir yazı yazmış. Hemen okudum. Aaa, bir baktım o benim takıldığım filmden de (Aslında bir taneye takılmış değilim de yerimiz yetmez) bahsediyor. Fatih aynen şöyle yazmış:

‘‘Mesela Björn Melhus 'Bazen'de, elinde oyuncağı, kendi sesi olmayan bir sesle konuşan ürkmüş bir 'oğlan çocuğu'nun görüntüsünü aynı odanın dört duvarına değişen ölçeklerde yansıtarak korku filmi havasında 'ergenlik dehşeti'msi, distopya havalı bir şey anlatıyor.’’

Neticede belli ki Fatih sevmiş ve bir mana çıkarmış.

Korku filmi havası yaratıldığı kısmına katılıyorum. ‘‘Poltergeist’’ filmini küçük bir kızla değil de, eşek kadar bir adamla çekmişler gibi duruyor ve biraz ürkütücü bir hava doğuyor.

Hatta ilk seyredişimde, ben odada yalnız olduğumu düşünüyordum. Meğer bir kadın girmiş ben seyrederken, fark etmemişim. Kadın bir öksürdü, aklımı kaybediyordum korkudan.

Fatih'in yazısını okuduktan sonra, üşenmedim bir daha gittim seyrettim.

Yok abi, kesin bende bir şey var, yine bir şey anlamadım. Ne yapılır bu durumda? Eh telefon numarası olduğuna göre Fatih Özgüven'i aramakla başlanabilir işe.

Fatih 'anlamak' konusundaki düşüncesini net bir şekilde ifade etti: ‘‘Bu anlamak/anlamamak konusuyla ilgili bir meselem var benim de. Orada, mesela televizyonların arasında bir yerde bir anahtar mı var sanılıyor. Anahtarı takıp, yapılan işin anlamını öğrenmek gibi bir yaklaşım olabilir mi? Sadece yapılan işe yaklaşabilirsin veya yaklaşamazsın...’’

Türk filmlerinde zengin kızın dalga geçmek için yalıdaki partiye davet ettiği kavruk delikanlı gibi ‘‘Ben yaklaşamayanlardanım galiba’’ dedim.

Fatih sadece ‘‘İyi’’ dedi.
Yazının Devamını Oku

Shining'de hemfikiriz ama başkaları da var

27 Eylül 2003
Geçen hafta korku filmleri üzerine bir şeyler yazmış ve topu muz orta şeklinde size doğru kesmiştim: ‘‘Varsa tavsiye edebileceğiniz film yazın bakalım; belki liste çıkarırız.’’ Vallahi, topu çok iyi değerlendirdiğinizi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Üşenmeyip fikrini belirten herkese teşekkür ederim.

Arada süper espriler çıkaran ve beni koltuktan düşürecek seviyede güldürenleriniz de çıktı filmleri yorumlarken. Örneğin Ring'in orijinalini, yani Japonya'da yapılanını seyretmediğimi söylemiştim.

Bir okur aynen şöyle yazmış: ‘‘...Bu arada Ringu'yu yani Ring'in Japoncasını pek tavsiye etmem. Çünkü her nedense Japonca konuşulan yerde pek korkamıyorsun...’’

Çok güldüm ama doğru da olabilir.

Fenerli bir arkadaş da korku filmi önerisini şöyle yapıyor: ‘‘Filmin adı 'Horror At The Other Side' (Karşı Yakada Dehşet). Filmde 6 ayrı vurucu sahne var. 50 bin kişinin bi aslan yavrucuğunu parçalama olayı. Hihohoho!’’

Güzel espri. 6-0'lık maçı hakikaten korku filmi kontenjanına alabiliriz.

Korku filmiyle ilgili bir araştırmada bu kadar eğleneceğimi ummazdım doğrusu.

Bu arada sayenizde bilmediğim şeyleri de öğrendim. Mesela bir okur ‘‘Session 9’’ diye bir filmden bahsetmiş. Enteresana benziyor, onu bulmak gerek.

Bir başka okur da ‘‘Shining’’in yerli versiyonu olduğunu ve Tarık Tarcan'ın Jack Nicholson'ın rolünde oynadığını söylüyor. Ben nasıl atlamış olabilirim böyle bir hadiseyi ya?..

Jaws yüzünden denize girmekten korkan bir kuşağa mensup olduğumuzu hatırlatan arkadaşa ise teessüf ediyorum. Baba, daha yeni yeni tırsmadan yüzebiliyoruz, yapma ya!..

Birkaç okur da yıllar önce seyrettiğim ve acayip korktuğum Entity'yi hatırlatmış. Karabasan adıyla oynamıştı. Bir kadına tecavüz eden görünmez bir 'şey'i, karabasanı anlatıyordu. Filmin finalinde kadın karabasandan kurtulduğunu düşünerek eve gelir. Kapı zıbam diye kapanır ve karabasanın sesi duyulur ‘‘Hoşgeldin kaltak!’’ Vay!

Bu listeyi, ‘‘ışığı da kapatıp, tek başına, korkudan ödü patlasa da korku filminden vazgeçmeyenlere’’ yani ‘‘biz’’e adıyorum.

Herkese tekrar teşekkürler.

En çok adı geçen filmlerden hazırladım listeyi. Oy gelen ilk 10'a giremeyen bazı filmleri de yazayım da ayıp olmasın: Hellraiser, Halloween, Friday The 13th, The Thing, Psycho, Rebecca, Carrie, Poltergeist, Entity, Suspiria...

Evet arkadaşlar, listemiz ise şöyle:

EN KORKUNÇ 10 FİLM

1- Shining

2- It

3- Şeytan (Exorcist)

4- Omen

5- What Lies Beneath

6- The Others

7- In The Mouth of Madness

8- Sis (Fog)

9- Mysery

10- Altıncı His (Sixth Sense)


Karaoğlan kitabı çıktı, çok güzel


TÜRKİYE'de çizgi roman meraklılarının Levent Cantek'e olan borcu kabarıyor. Editörlüğünü üstlendiği ve İletişim'den çıkan kitabı hatırlıyorsunuz.

Aynı Levent Cantek şimdi ‘‘Erotik Ve Milliyetçi Bir İkon: Karaoğlan’’ adı altında bir Karaoğlan inceleme kitabı çıkardı.

Oğlak Yayınları'nın Maceraperest Çizgiler serisinden çıkan kitap aynı zamanda bir Türk çizgi roman kahramanı üzerine yazılan ilk kitap olma özelliğini de taşıyor.

Suat Yalaz'ın gözüpek kahramanı Karaoğlan'ı farklı yönlerden inceleyen kitap sadece çizgi roman meraklıları için değil. Herkesin zevkle okuyacağını, pek çok şey öğreneceğini tahmin ediyorum.

Bu kadar detaylı ve iyi yazılmış bir kitabı Türkiye'de görmek bile ziyadesiyle sevindirici.


En tehlikeli derbi hangisi


GALATASARAY-Fenerbahçe maçından bir hafta önce bitirdiğim kitabın adı şuydu: ‘‘Us v Them: Journey To The World's Greatest Football Derbies’’

Kitabın yazarı Giles Goodhead, dünyanın dört bir yanında toplam 8 derbi maçını (Aslında 7, çünkü Slavia-Sparta Prag maçını kaçırıyor enayi) tribünde seyredip, izlenimlerini yazmış.

Fikir harika, fakat kitap için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çok beğenmedim yani. Sadece Boca Juniors-River Plate bölümüyle, Fener'in şampiyon olduğu sene Kadıköy'de oynanan ve 2-1 biten Fenerbahçe-Galatasaray maçının olduğu bölümler fena değildi.

Birkaç senedir Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin dünyanın en tehlikeli derbileri arasında üçüncü sırada olduğu konuşuluyor. Doğrudur, gerilimi yüksektir ama tehlikeli demek biraz abartılı.

Yani 11 yaşımdan beri derbi maça gidiyorum. Eğer kavga etmek istemezseniz veya münferit ve talihsiz bir tesadüfün kurbanı olmazsanız (Galatasaray atkısıyla Fenerli bir grubun içine düşmek gibi. Ya da tam tersi işte) başınıza bir şey gelmez normalde.

Eğer tehlikeli derbi istiyorsanız, mesela bir Karagümrük-Kasımpaşa maçına gidin. Yani Galatasaray-Fenerbahçe maçına tehlikeli deniyorsa, bu maçlara ölümcül denebilir.

Derbiyse o da derbi, hem de en hasından. Beykoz-Karagümrük de fena değildir ama Kasımpaşa-Karagümrük'ün eline su bile dökemez herhalde.

Neyse, ben size Giles Moorhead'in gittiği maçları sıralayayım da bilginiz olsun, en büyük derbi maçları hakkında. Bu arada sıralamayı yazarınkine sadık kalarak yapıyorum. Yani birinci en tehlikeli, sonuncu en az tehlikeli gibi bir sıralama değil bu...

EN BÜYÜK DERBİLER İÇİN SUBJEKTİF LİSTE

Barcelona-Real Madrid

Slavia-Sparta Prag

Glasgow Rangers-Celtic

Inter-AC Milan

America-Guadalajara

Fenerbahçe-Galatasaray

Boca Juniors-River Plate

Tottenham-Arsenal

NOT: Kitabı dışarıdan aldım. Burada Remzi'de görüldüğü rivayet ediliyor. Türkçe’ye çevrilmedi. ‘‘Kitabı nasıl bulurum?' diye soranlar çıkacaktır. Giriyorsun amazon.com'a yazarın adıyla veya kitabın adıyla arama yapıyorsun, sonra kredi kartına dayanıyorsun. Veya dışarıdan isteteceksiniz, böyle işte. Bir arkadaş, yazdığım kitabı sorarken ISBN numarasını istemişti. Hakikaten hürmet ettim bu detaycılığa da, nasıl hatırlayayım canım kardeşim, onu söyle bi bana bakalım?
Yazının Devamını Oku

Bienal nedir?

26 Eylül 2003
BİENAL'e gittiniz mi? Ben Salı Pazarı'ndaki antrepoyu gezebildim şu ana kadar. Haa, genel istek üzerine bienal ne demek onu açıklayalım önce. Gazeteden birkaç kişi bienali yazacağımı duyunca ‘‘Ne demek olduğunu da yaz, millet anlasın neden bahsettiğimizikaç gündür’’ dedi.

Bienal, iki yılda bir gerçekleştirilen toplantı demek. Üç yılda bir olursa, ona da trienal deniyor.

1987 yılında başlayan İstanbul Bienali, bu yıl 8'inci kez yapılıyor. Bir nevi modern sanatlar fuarı denebilir. Anladığınız ve anlamadığınız bir sürü video gösterisi, heykel, yerleştirme (var böyle bir format da) falan filan.

Neyse, Salı günü sabahın köründe Latif'i aradım:

- Usta bienale gidelim mi?

- Rüyanda enstalasyon böceği mi soktu seni?

- Yok ya, gidelim bakalım işte. Sen sanatçı insansın.

- Peki gidelim bakalım.

Salı Pazarı'ndaki 4 nolu antrepoyu bulmamız uzun sürdü. Saklamışlar sanki. Hatta ben bir ara bu maceramızı ‘‘Antrepoyu Bulmak’’ adı altında video filmi yapıp iki sene sonraki bienale katılmayı bile önerdim Latif'e. haliyle ciddiye almadı.

Bienalde çok güzel şeyler de gördüm, hakikaten manasız işlerde. Sanat eğitimi almadım, sanattan anlıyorum diyemem ama kendimce bir zevkim, gezip görmüşlüğüm var.

Şu kadarını söyleyebilirim ama: ‘‘Video çıktı mertlik bozuldu.’’

Kamerayı kapan bir şeyler çekmiş. Kutluğ Ataman'ınki gibi iyi olanları kastetmiyorum.

Fakat hakikaten manasız olanlar da var. Annika Larsson'un projesinden bahsedeyim mesela. Karanlık bir odaya giriyorsunuz, içeride bir film oynuyor. Filmde genç bir erkek kolundan alınan kanı burnuna sokuyor. Sonra kafasını kanatıyor. Bu arada ööyle tepkisiz duruyor. Kanlar yüzünden gözünden akıyor.

Ve işte bu sanat oluyor. Ben anlamıyorum diyeceğim, Latif de ‘‘I-ıh!’’ dedi.

Sonra Latif'e proje üretip iki sene sonra katılmayı önerdim.

Mesela eski bir projem vardı. Türkiye'nin tuhaf heykellerinin önünde hatıra fotoğrafı çektirip, bu fotoğraflara metinler yazarak katılabilirim.

Tuhaf heykel derken, mesela Malatya'ya gidiyorum, oradaki dev kayısının önünde fotoğraflanıyorum, Aydın'a gidiyorum dev çileğin önünde fotoğraflanıyorum. Meyve sebze heykellerinin ne kadar çok olduğunu bilseniz, projemi de cidiye alırdınız.

Sonra bir projem daha var. Bir perşembe, arkadaşlarımla yaptığım geleneksel Ren geyiği gecelerinden birini baştan sona filme çekmek. Adı da ‘‘İlk Bira-Son Bira’’ olabilir.

Çok eğlenerek seyredeceğinizden emin olabilirsiniz.

Sonra mesela Hürriyet'in ‘‘Arka Sayfa Manitası’’nın seçimi de film olur. Bazı günler, gazetenin manşetinden daha fazla fikir çatışması yaşanabiliyor bu seçim sırasında.

Göğüs fraksiyonuyla popo fraksiyonunun kapışma anları, çok heyecanlı bir CHP Kurultayı'na 10 basabilir kanımca.

İşte böyle. Bienal netice itibariyle görülmesi gereken bir şey. Güzel işlerin sayısı hiç de az değil.

Pazar günü Galatasaray-Fenerbahçe maçı seyredip salı gününü bienalde geçirmiş ve lüzumundan fazla kültürel şok yaşamış biri olarak bu konuyu burada kapatıyorum.

Haa, bir de bienal çıkışı gidip Tophane'den Lato'ya mini fırın aldık. Bu da bir tür happening sayılabilir di mi?
Yazının Devamını Oku

Hem tırsarım hem seyrederim

20 Eylül 2003
KORKU filmi kavramıyla ilk karşılaşmam ilkokul yıllarında Hitchcock'un ‘‘Kuşlar’’ filmi sayesinde oldu. Hoş korku filmi niyetine çekilmiş olmasa da harbiden çok korkunç filmler seyretmiştim ya daha önceleri, her neyse onu karıştırmayalım.

Üç aşağı beş yukarı benim yaş grubumdan olanlar hatırlayacaktır. O dönemde TRT uyarı yapardı ‘‘Çocuklara seyrettirmeyin’’ diye.

Fakat tabii ki hepimiz seyretmiştik. Benim hayvanlarla ilişkileri askıya almam o tarihe dayanır zaten.

İşte efendim, o günden sonra, korku filmlerine karşı tuhaf bir merak oluştu bende. 1980'lerin neredeyse tamamını korku filmi seyrederek geçirdim. Betamax video hadisesi de patlamış, gelsin ‘Shining’, gitsin ‘‘The Changeling.’’

Bu arada farkında olmadan hayatta en tırstığım iki filmi arka arkaya sıralamışım.

‘‘The Changeling’’de George C. Scott'un malikanede tek başına otururken merdivenlerden düşen topu alıp nehre attığı, eve dönüp aynı topun ıslak bir şekilde merdivenlerden düştüğünü gördüğü sahnede ‘‘Hiyaaa!’’ dediğimi hálá hatırlarım.

Bir de tabii ‘‘Shining’’de çocuk bisikletle otelin koridorlarında gezerken bir anda o acayip ikizlerin aniden görüldüğü sahne var. Onu bugün gördüğümde bile korkuyorum.

Ama ne yapıyorum, korksam da seyrediyorum.

Oysa, kan filan etkilemiyor. ‘‘Evil Dead’’deki çürüme sahnesini patlattığı mısırları yiyerek seyreden, ‘‘Teksas Elektrikli Testere Katliamı’’nı bir tenis maçı gibi seyreden biriyim.

Son yıllarda iyi korku filmi yapılmadığından şikayet ediyordum geçenlerde arkadaşlarıma. ‘‘Blair cadısı’’ dediler, iyi ama yoruldum ben o filmi seyrederken korkmaktan ziyade. Kamera habidi hubidi oynuyor.

‘‘Ring’’ fena değildi. Ama onun Japonya'da çekilen orijinali daha iyi deniyor, seyretmedim. Öyle televizyondan çıkan ruh filan, biz ‘‘Poltergeist’’ kuşağıyız yemeyiz yani kardeşim.

Bunun üzerine Topesto gerçek diye yutturulan ‘‘cannibal’’, yani yamyam filmlerinden bahsetti. ‘‘Parodi gibi bir şey o yahu’’ dedim.

‘‘Sana 'Chopper Chicks In Zombietown'dan bahsettim mi ben?’’ dedi Topesto.

‘‘Sallıyorsun, yok böyle bir film’’ dedim.

‘‘Var’’, dedi, ‘‘Yok’’ dedim. Sonunda bu ne kadar tuhaf film varsa onlarla uğraşan bir arkadaşı var Britanya'da ona mail attı.

Yarım saat sonra cevap geldi. Eleman posteri ve filmin künyesini de yollamış.

Film aslında adından da anlaşılabileceği gibi motosikletli bir takım 'piliçler'le, zombiler arasındaki mücadeleyi konu alıyor. ‘‘Bu korku değil, komedi filmi’’ dedim.

‘‘Ama varmış di mi böyle bir film’’ dedi.

‘‘İyi varmış’’ dedim.

Sonra canımız korku filmi seyretmek istedi.

Düşündük taşındık yine Kubrick'in ‘‘Shining’’inde karar kıldık.

Yine tırstık, yine seyrettik.

Varsa tavsiye edebileceğiniz film, yazın bakalım. Belki liste filan da yaparız. Hatta iyisi mi bugüne kadar en korktuğunuz filmi (sahne belirtirseniz daha iyi) yazın.

Güzel bir şey çıkarırsak eğlenceli olabilir.

Jamiroquai gelmiş, gitmemek olur mu?

BUGÜN 20 Eylül Cumartesi, Kanat kardeşiniz iyi günler diler. Benim gibi yarınki Galatasaray-Fenerbahçe maçını düşünmekten bugünü düşünemeyenlerdenseniz, işte size cumartesi gecesi planı.

Jamiroquai, bu gece İstanbul'da, Mydonose Showland'de konser verecek. Bu köşe etkinlik duyurma köşesi değil, fakat ‘‘Aaa! Haberim yoktu ama benim, ay inaaaan-mı-yoruuuum’’ demeyin sonra.

Zaten ‘‘İnaaaaan-mı-yoruuuum’’ veya ‘‘Yıkıl-ı-yoooo!’’ diyorsanız, mesela bir daha görüşmeyelim. O ayrı mesele, neyse...

Jamiroquai, 10 yıldır, hatta 11 yıldır ortalıklarda. İlk dört albümünün toplam satışı 16 milyon. Sonuncu ‘‘A Funk Odyssey’’in satışını bilmiyorum. Albüm iki sene önce çıktığına göre, bunu bilmemek de benim ayıbımdır.

Fakat işi utanmadan ileri götürüyor ve memleketimizde bu kadar albüm satılması için kaç yıl gerekiyor, onu hesaplama işini size bırakıyorum.

Takipçileri zaten bilir, çok güzel bir abidir bu Jay-Kay. Bir konserini televizyondan seyrettim bu sene. Televizyonda konser seyretmek radyodan badminton maçı dinlemeye benzer diye düşünürdüm, yanılmışım, çok güzeldi.

Bu gece iyi bir konser var yani İstanbul'da. İşiniz yoksa gidin. Ben de bakacağım eğer kitleleri etkileyecek bir söz vermemişsem bir yerlere kesin geleceğim.

İstanbul'da bu sene bence en mühim konser diyeyim, siz anlayın işte.
Yazının Devamını Oku

Şu Paris'te bir kuruyemişçi açsak

19 Eylül 2003
BU espriyi ilk olarak kim yapmıştı şimdi hatırlamıyorum. Fakat iki hafta kadar önce Paris'te üç arkadaş yemek yerken ‘‘turistlerin ilk gittikleri ülkeler ile ilgili yorumları’’ başlıklı bir konuşmada tam yerine oturdu.

Ciddi ciddi bir şeyler konuşuyorduk oysa. Birimiz boş bulundu ve Türk turistlerin klasiklerinden ‘‘Ya, bunun daha güzeli bizim memleketimizde var’’ cümlesini kurdu.

Aslında söylediği doğruydu fakat yıllardır bu cümleyi her duyuşumuzda olduğu gibi yine kanımız dondu.

Kendi adıma San Fransisco'daki Golden Gate'ten geçerken bir vatandaşımızın ‘‘Aynı bizim Boğaz Köprüsü, bizimki daha güzel. Taklit etmişler ama olmamış’’ dediğini duymuşluğum olduğunu söyleyeyim, siz anlayın.

Yurtdışına çıkınca, en makul olanımızda bile tuhaf, deyim yerindeyse light, üzerinde bol duran bir milliyetçilik, bir ‘‘ötekini beğenmeme’’ hali oluşuyor.

‘‘Kuruyemişçi açmak’’ konusu da böyle bir şey. Bizim aramızdaki espri şöyle bir şey: Yahu kaç gün oldu, iki mi, üç mü geziyorum şu Paris'te. Güzel bir şehir. Dönerci, kebapçı, pideci var ama şöyle bir kişinin bile aklına gelmemiş mi kuruyemişçi açmak? aslında açacaksın bir kuruyemişçi, çekirdek, fıstık, fındık, vuracaksın parayı...

Tabii kardeşim, bütün Fransa'da yaşayanlar aptal. Kimsenin aklına gelmemiş kuruyemişçi açmak mı diyeceksin yani. Haliyle ‘‘Tabii iyi fikirmiş’’ deyip geçiyorsun.

Bu müteşebbis modelin devamı olarak görülebilecek bir de gayrımenkulcüler var. Dünyanın dört bir yanını gezdim diyemem ama az ülke de görmedim kendimce.

Nereye gitsek, gruptan biri çıkıp rehbere veya mihmandara şu soruyu sorar: ‘‘Burada evler ne kadar?’’

Genelde verilen fiyatlar ucuz bulunur ve ‘‘Aslında almalı buradan bir ev, gelip yerleşmeli. Bu fiyata bizde Çayırdibigülleri'nde ev alıyorsun ancak. Havası da temiz oooooh!’’

Tabii güzelim, onlar da seni bekliyorlar ev alasın diye. Haydi bekliyorlar, haydi aldın o evi Havana'da, gidip yaşayacak mısın, yaşayabilecek misin hakikaten?

Boş laf işte!..

Bir de yemek konusu var. Yurt dışına çıkanların en fazla şikayet ettikleri konu herhalde budur.

Gidilen ülkenin yemekleri beğenilmez. ‘‘Bu ne biçim domates, tadı yok’’ denir mesela, ‘‘Eee, bizdeki domateslerde tat kaldı mı?’’ dersin, ‘‘Yine de farklı canım’’ derler.

Benim en uzun süre tek tip beslendiğine şahit olduğum kişi, Fransa'da 1 hafta boyunca McDonald's'tan başka bir şey yemeyen bir Türk gazeteciydi.

Paris'te beraber yemek yediğim arkadaşlardan biri, ‘‘Ben Fransa'daki Dünya Kupası'nda üç haftanın ikisini hamburgercide, sonuncusunu da odasında ekmek-peynir'le geçirene rastladım’’ dedi ve olaya noktayı koydu.

İnançları veya sağlık durumları gereği bazı şeyleri yiyemeyenleri anlıyor ve saygı duyuyorum. Ama gerisini anlamak hakikaten güç.

İskoçya'nın taşrasında ‘‘Rakı bulabilir miyiz?’’ diyenler ayrı bir model olduğu için ona hiç girmeyeceğim.

Son olarak, yemekte ev sahibi konumunda olan arkadaşımıza döndük. Okuyor Fransa'da yıllardır bıkmadan. Doktora konusunu asla hatırlayamadığım için yazamayacağım. Bu arada hayatını sürdürebilmek için rehberlik yapıyor.

‘‘Duyduğun en saçma soru neydi?’’ dedik.

Biraz düşündü, biraz daha düşündü, biraz daha... Ve şöyle dedi: ‘‘Bir Belçikalı, paris Metrosu'nun camlarının kalınlığını sormuştu.’’

‘‘Eee, sen ne dedin peki?’’

‘‘6 santim.’’

‘‘Doğru mu peki?’’

‘‘Hey Allahım!’’

‘‘Tamam be ne kızıyorsun?..’’
Yazının Devamını Oku

İkinci 11 Eylül hadisesi

13 Eylül 2003
BU dükkanın daimi müşterileri belki bilir; her perşembe buluşup iricene bir Ren geyiğini boynuzlarından tutmak suretiyle yere deviren bir ekibimiz var. Bir önceki cümleyi Türkçe olarak tekrarlamak gerekiyor tabii, ben de farkındayım. Yani biz bir grup insan (ki aramızda insan demeye bin şahit istenecek arkadaşlar da az değil ya neyse) perşembe akşamları toplanıp çeşitli konular üzerine konuşuyoruz.

Nedir bu konular efendim? Mesela bir ara sadece NBA konuşuluyordu. Ama batug.com yazarlarının, Kaan Kural'ın, Murat Kosova'nın, Yiğiter Uluğ'un filan katıldıkları akşamlar iyi bir NBA seyircisi olmaya çalışan ben bile konuşulanlardan bir nane anlamamaya başladım.

Futbol konuşuluyor, müzik konuşuluyor, ‘‘işrette keder bahsi olmaz’’ ilkesine sadık kalınarak sıkıcı şeyler konuşulmuyor.

Bir de tabii, bu ekipte kadın olmuyor. Başlangıçta zaten yoktu, sonra takılmaya başlayanlar oldu ama onlar da ‘‘Dead-ball foul ne? Gianluigi Buffon kim ve siz onun boyunun 1.88 olduğunu niye biliyorsunuz? Ben burada ne arıyorum?’’ diyerek zamanla sessizce dağıldılar.

Bu toplantılara çok mühim bir mazereti olmadan katılmayanlara pek iyi gözle bakılmıyor. Fakat İstanbul dışındadır filan, anlayış gösteriliyor o zaman.

*

Perşembe geyiği sadece yaz aylarında sekteye uğruyor. Daha doğrusu Ağustos başına kadar iyi geldik, de Ağustos'ta geleneksel çözülme süreci başladı ve 1 ay tatil edildi hadise.

Bir perşembe Domat Efendi'yle ikili bir görüşmemiz oldu. Onun dışında Haşmet ve Yiğiter'le buluşmak için ben bir girişimde bulundum ama Haşmet ‘‘Ya, millet bir toparlansın öyle yapalım’’ dedi.

Böyle diye diye 11 Eylül'ü bulduk işte.

Bütün planlar ‘‘İkinci 11 Eylül Hadisesi’’ adı altında 11 Eylül Perşembe gecesi, sonbahar/kış sezonunun ilk toplantısını yapmak üstüne kurulmuştu.

Fakat olmadı. İzmir'dekiler dönemedi, İstanbul'dakiler hálá yaz rehaveti yaşadıklarından oyun disiplininden koptular ve ilk toplantı tarihi 18 Eylül Perşembe gecesine ertelendi.

Ben de o gün Galatasaray-Juventus maçı için gideceğim Torino'dan döneceğim. Kaçta dönerim, ne halde dönerim bilemiyorum.

Yani benim 18'i için bahanem hazır diyorum. 11 Eylül Ekintisi'nin acısını çıkarmak için iyi fırsat...

Kalbimdeki sarışın


YA evdeki ‘‘Heart Of Glass’’ 45'liğinin kapak fotoğrafı ya da Hey Dergisi'nin verdiği Blondie posterini gördüğümde başlamıştı Deborah Harry'ye olan aşkım.

O güne kadar ileride evleneceğime kesin gözüyle baktığım kişi Bo Derek'ti. Fakat Deborah Harry'yi görür görmez ‘‘Kusura bakma Bo, seni de boş yere oyalamış oldum’’ demiş ve yeni büyük aşkıma yelken açmıştım.

Blondie'nin müzik de yaptığının farkına varmam biraz zaman almıştı. Sonra müziklerini de sevdim.

Blondie zaman içinde, ara sıra dönüp dolaşıp bir iki şarkısını dinlediğim bir grup haline geldi.

Sonra, bundan 4 yıl önce, Ekonomi Servisi için bir toplantı takip etmeye gittiğim Büyük Britanya'da, canlı olarak seyretme fırsatını yakalamıştım.

Daha doğrusu, süper sıkıcı bir CEO Zirvesi takip ettikten sonra, ceketi, kravatı Paddington Garı'nda bir dolaba tıkıp, ‘‘bir pantolon-bir tişört’’ halinde Glastonbury'ye akmıştım.

Blondie de o sene ekibi yeniden toplamıştı ve Glastonbury'de de çalacaktı. Debbie Abla haliyle yaşlanmıştı fakat bence hálá güzeldi. Kırmızının bu kadar çok yakıştığı bir kadın daha bilmem mesela...

Bütün bunları niçin anlatıyorum? Blondie, 6 Aralık'ta İstanbul'da, Bostancı Gösteri Merkezi'nde bir konser verecekmiş.

Daha çok vakit var ama ben şimdiden uyarayım. ‘‘Rapture’’ı, ‘‘Atomic’’i, ‘‘Heart Of Glass’’ı, ‘‘Denise’’i, ‘‘Hanging On The Telephone’’u, ‘‘Union City Blue’’yu, ‘‘The Tide Is High’’ı, ‘‘Call Me’’yi, bu büyük pop ikonu ve arkadaşlarından dinlemek için çok fazla fırsatınız olmayabilir hayatınızda.

‘‘I'm Always Touched By Your Presence, Dear’’ı da söyler mi acaba. İsteriz söyler, söylemezse de canı sağolsun...

Kaleci arayan bu ismi bir kenara kaydetsin


GEÇEN hafta sonu, Danone Uluslar Kupası'nda oynadıkları 7 maçın 6'sını kazanan fakat 5'inci olan minik millilerle birlikte Paris'teydim.

Turnuvayı, bizim takımın teknik direktörü Rıdvan Dilmen'in ‘‘Bunlar dünyalı değil, uzaydan ışınlanmışlar’’ dediği Güney Afrika takımı hakkıyla kazandı.

10-12 yaşındaki çocuklardan oluşan takımlar bunlar. Fakat Ajax, Güney Afrika'dan bir çocuğu hemen bağlamış. Duyduğum kadarıyla, Rıdvan da Fenerbahçe için iki çocuğun ismini Aziz Yıldırım'a verecekti.

Bu yıl Zidane'ın himayesinde yapılan turnuvanın finalini, ünlü futbolcu da seyretti ve maç sonunda kupa törenine katıldı.

Şampiyonun dışında altı adet de özel ödül dağıtıldı. En İyi Kaleci ödülünü de hakikaten hayranlıkla seyrettiğim Özkan Karabulut aldı. Özkan, penaltılara kalan üç maçın alınmasında en büyük rol sahibiydi. Fiziği yaşına göre gayet iyi.

Gençlerbirliği'ndeymiş. İyi kaleci arayanlar bu çocuğun adını bir kenara not etsin. Ali Yavaş hocam, sözüm biraz da sana. Hürmetler.

Endişe içindeyim


HÜRRİYET, Tolga Han'ın dans öğrettiği bir VCD seti veriyor. Versin, dansa meraklı olanlar öğrensin ‘‘Tango, Salsa, Disko, Hip Hop Cha-Cha, Oryantal’’ eğlensin.

Fakat hadisenin duyurulduğu gazete ilanlarında ‘‘Tolga Han'ın girdiği eve dans girer. Bu sefer dans etmeyi bilmeyen hiç kimse kalmayacak’’ gibi ibareler endişe verici.

Kendi adıma herkesin her an Salsa veya Cha-Cha yapabileceği bir ülkede yaşamayı tedirgin edici buluyorum.

Gözümü kapattığımda Hip Hop yapan kitleler görüyorum ve endişe ediyorum. Böyle bir durum...
Yazının Devamını Oku

Bir efsanenin yıkılışı

12 Eylül 2003
HÜRRİYET Medya Towers'ın barında, köşede bir masa vardır. Bu masa gazetenin ağır toplarına aittir. Bu efsane masada, ortamda biraz kavruk kalmış olsak da oturmuşluğumuz vardır. Tahmin edebileceğiniz üzere Ertuğrul Özkök de bara indiği zaman bu masaya oturur. Oturduğu zaman da ya light kola, ya da şarap içer.

Fakat tabii ki halka sunulan şaraptan içmez. Her zaman ayrı şişesi vardır. Eğer değer verdiği birileri gelirse masaya barmen Fikret'e ‘‘Benim şişeden’’ komutunu verir.

Bir gün şimdi tam hatırlamıyorum ama gazetede kokteyl gibi bir şey var. Ne kadar meşhur gazeteci varsa sökün etmiş. Sağa dönüyorsunuz Hasan Cemal, sola dönüyorsunuz Mehmet Ali Birand.

Ben de bir şekilde o masadayım. Sürekli ‘‘Benim şişeden’’ komutu veriliyor. Espri olsun diye ‘‘Fikret, benim fıçıdan bir bira’’ dedim.

Özkök ‘‘Bittin sen oğlum’’ gibi bakınca da çaktırmadan masadan uzaklaştım.

Şimdi ‘‘Bütün bunları niye anlatıyorsun? Bize ne yani? Gazetede o köşeyi bunları yaz diye mi veriyorlar sana?’’ diyeceksiniz. Haklısınız, fakat bütün bu anlattıklarımın sonunda Türk Basın Tarihi'nin son 10 yılına damgasını vurmuş bir efsaneyi yıkacağım. Biraz sabredin.

Ertuğrul Özkök'ün şarap maceralarını zamanında Serdar Turgut'tan bol bol okumuş olduğunuzu varsayıyorum. Serdar Turgut'un aktardığı maceralar sayesinde Türkiye, şişesini bile görmediği Cháteau Margaux'yu tanıdı mesela.

Keza bir Petrus'un adı da yanılmıyorsam ilk olarak bu vesileyle anılmıştı memleketimizde. O Petrus skandalı filan sonra gelir...

Her ne kadar kendisi şişesi 10 dolardan pahalı şarap içmediğini ısrarla belirtse de (ki doğru olduğunu tahmin ediyorum) Ertuğrul Özkök, pahalı şarap seven biri olarak tanındı.

Latif Demirci'nin Press Bey'ine konu oldu hatta bu şarap markaları. Latif sonra bir gün Özkök'ün masasında Russky Standard içince, Press Bey'in masasının resmi alkollü içkisi de votka oluverdi.

Daha çok detay var bu konuda ama boğmayalım sizi.

Şimdi gelelim yıkılacak efsaneye. Geçen hafta sonu tanıdığım herkes ‘‘Hangi festivale gideceğiz?’’ diye düşünürken benim böyle bir derdim bulunmamaktaydı. Çünkü ben milletvekilleriyle yaptıkları maçtan hatırlayacağınız sevimli veletlerle Danone Uluslar Kupası'na katılmak üzere Paris'e gidiyordum.

İzin almadan gitmek olmaz diye Ertuğrul Özkök'ü aradım ve durumu söyledim. ‘‘İyi git. Ya, senden bir şey isteyeceğim’’ dedi.

İçimden ‘‘Şarap isteyecek tabii, ne isteyecek ki! İnşallah çok pahalı bir şey istemez. Pahalı olursa isterim parasını. Yok isteyemezsin, utanırsın. Amaaaan!’’ diyorum.

Durdu, uzun süre boşlukta bir noktaymışım gibi yüzüme baktıktan sonra ‘‘Bana oradan Kronenbourg 1664 getirsene’’ dedi.

‘‘Ama o bira!’’ dedim boş bulunup.

‘‘Ukalalık etme, biliyorum bira olduğunu’’ dedi.

‘‘Kendinize mi istiyorsunuz, şaka mı yapıyorsunuz? Kamera nerede?’’ filan dedim. Sonra baktım, ciddi ciddi bira istiyor.

‘‘Abi, siz yıllardır bira içtiğim için benimle 'Holigan oldun sen iyice' diye dalga geçmiyor muydunuz? Bira halk içkisi, çevreniz duyarsa kafa bulur sizle’’ dedim.

‘‘Yok, ben Kronenbourg 1664 istiyorum’’ dedi.

‘‘Günah benden gitti’’ dedim ve odadan çıktım.

Fransa'da durum iyice saçmalaştı. Cumartesi vaktim olmadı maçlar yüzünden, Pazar da marketlerin çoğu kapalı. Geriye bir tek pazartesi sabahı kalıyor ama uçağım da 10'da. Bu durumda sabah 7 gibi açık bir bakkal bulup bira almam gerekiyor.

Sabahın 7'sinde dört kutu bira alarak Cezayirli bir bakkaldan alkolik damgasını yemekle başladım güne. Daha sonra, çantama sığmadığı için kutular, havaalanında da elimde dört kutu birayla gezdim.

Güvenlikteki kadın hiç anlam veremedi haliyle durumuma vesaire.

Ama sevgili okuyucu, o dört kutu birayı Türkiye'ye getirmeyi başardım. Ve bu zorlu işi, sadece bu yazıyı yazabilmek, bir efsaneyi yıkabilmek için yaptım.

Şu anda evde, buzdolabımda Özkök'e ait dört kutu bira duruyor. Siz bu yazıyı okurken gerçek sahiplerine ulaşmış olacaklar.

Bir de son dakika gelişmesi aktarayım. Bu hikayeyi Kanal D'nin gecesinde Fatih Altaylı'ya anlattım. ‘‘Muhakkak yaz, ben de şunu söyleyeyim, havaalanında light bira içerken görülmüş’’ dedi.

Müsterihim.
Yazının Devamını Oku