Görmediğimiz kötülük, işlenmeyen günah, suç kalmadı yine huzurun ve iyiliğin hâkim olması öngörülen bu süreçte.
Çoğu dünkü gazetelerden veya geçtiğimiz birkaç günden derlediğim haberlere bakmak bile durumun ne kadar vahim olduğunu net şekilde ortaya koyuyor:
“İzmir’de üvey babası tarafından dövülen 3 yaşındaki Abdülkadir Doğan hayatını kaybetti...”
“İstanbul Esenyurt’ta 7 yaşındaki Zeynep’e lüks aracıyla çarpıp metrelerce sürükleyerek ağır yaralanmasına yol açan şoför durmaya bile gerek görmeden kaçtı...”
“Niğde’nin Bor ilçesine bağlı Bayat köyünde iki grup çatıştı, 3 kişi öldü, 7 kişi yaralandı...”
“Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde emekli H.A. (62), kız torunu Y.G.’ye (11), cinsel istismarda bulunduğu suçlamasıyla tutuklandı...”
“Diyarbakır’ın Hazro ilçesinde iki aile arasında çıkan silahlı kavgada 2 kişi hayatını kaybetti...”
“Şanlıurfa’da lahmacun sırası yüzünden fırında çıkan taşlı ve sopalı kavgada 5 kişi yaralanırken 3 kişi gözaltına alındı...”
Eşref Kolçak’ın vefat haberinin ardından arşive dönüp okuduğum röportajlarından, haberlerinden içime en fazla işeyen sözleri bunlar oldu.
İki yıl önce oğlu Harun Kolçak’ı toprağa verdikten sonra Posta’dan Işıl Cinmen’e verdiği röportajın satır aralarından derin bir acı, korkunç bir yalnızlık ve vefasızlığa isyan sızıyordu.
92 yaşında kaybettik sinemamızın temiz yüzlü, sıcak gülüşlü, gerçek bir oyunculuk âşığı ismini.
Ardında hemen hemen her türden 200 civarında sinema filmi ve televizyon yapımındaki görüntüsü kaldı ve umarım nihayet sevgili anneciğine, 56 yıllık eşine ve oğluna kavuştu.
Son yıllarında hep “büyük yapımcıların” vefasızlığından, uğradığı haksızlıklardan dem vuruyordu.
“İtalya’nın Sicilya Adası’ndaki Cefalu sahillerine vuran bir ispermeçet balinasının sindirim sisteminden plastik atıklar çıktı. Araştırmacılar, son 10 yılda İtalya kıyılarına vuran aynı tür balinaların yüzde 33’ünün midesinden plastik çıktığını söylüyor...”
Son 10 yıldır durum böyle diyorlar ya, neredeyse ayda bir, bazen haftada bir benzeri haberler okur hale geldik.
Sardinya Adası’ndaki Porto Cervo kıyılarına vuran hamile bir ispermeçet balinasının karnından 22 kg plastik atık çıktığını okuyalı daha ne kadar oldu ki?..
Plastik atıkların sadece ispermeçet balinalarının neslini tehdit ettiğine inananın plastik atık kadar aklı yoktur elbette.
İnsanoğlunun vicdanını “hızlı hayat” bahanesinin arkasına saklayarak sürdürdüğü hoyratlığın ağır faturası ortada...
Denizlerde bir ada ülkesi boyutlarına ulaşan dev plastik kütleler geziyor...
Greenpeace diyor ki: “Akdeniz’den alınan derin deniz örneklerinin yüzde 92.8’inde plastik saptandı. Akdeniz Havzası’nda 4 metrekareye 1 plastik atık düşüyor. Sorunun en büyük kısmını da 2 dakika kullanıp attığımız tek kullanımlık plastikler oluşturuyor...”
Deniz canlıları plastik
BİR fenomene dönüşen, “gelmiş geçmiş en büyük televizyon dizisi” olarak anılan “Game Of Thrones/Taht Oyunları” hayranlarını her açıdan buruk bir hisle ardında bırakarak sona erdi.
200’den fazla ülkede yayınlanan Game of Thrones’un finalinden, hatta final sezonundan memnun olmayanların sayısı epeyce fazla, ki ben de onlardan biriyim.
8 sezona yayılan, yüz milyonlar tarafından soluksuz izlenen dizinin finalinde “mazbatanın” Bran Stark’a verilmesi bir umut olarak yansıtıldı...
Ama gördük ki ilk bakanlar kurulu toplantısında muhabbet kısa sürede genelev anılarına geldi. Viran olmuş Westeros, 7 krallık her yerinden kanıyor, beylerin, paşaların derdi bu...
Oysa neler hayal etmiştik geçen 7 sezon boyunca bu hayali coğrafyanın fantastik kahramanlarını heyecanla, aşkla, tutkuyla seyrederken...
Daenerys Targaryen, ezilenlerin sesi, ejderhaların ve yok sayılanların cesur anası, özgürleştirdiği halklardan kurduğu orduyla devirecekti zalimleri...
Gücü elinde tutanların acımasız rejimlerini başlarına çalıp tahta çıkarken özlenen eşitliği, adaleti, refahı ve huzuru getirecekti.
İtilmiş, istenmemiş, hor görülmüş, ölümüne bir yalnızlık nöbetine sürülmüş Jon Snow’la aynı cephedeydiler. Yanında, arkasında, önünde, sağında veya solunda ne fark eder? Daenerys ve Jon Snow’un olduğu yerde de vicdan, değer bilme, merhamet ve umut olacaktı.
HER taraftarın uğuru/uğurları vardır” diyerek genelleme yapmak istemem ama sayımız pek az değildir herhalde... Dün akşam, maçın devre arasında geçen sezonun uğurlu kombinasyonuna geçiş yaparken içimin en azından bir tarafı zifiri karanlıktı. “Mayıslar bizimdir” sözüne kalpten inanmış tarafım daha aydınlıktı elbette ama bünyemin tamamının aksi istikamette ilerlemeye çalışan bir mantık noktası da vardı. Neticede bir “şampiyonluk yazısı” yazacaktım. Ya çocukluk masumiyetini bu yaşlarımıza “uğur yapmak” gibi “tuhaflıklarla” taşıyan taraftarlık coşkusu ile ya da çaktırılmamaya çalışılan bir yas olgunluğu ile... Şampiyonluk yazılarında pek maçtan bahsedilmez; ben de bahsetmeyeceğim... Şampiyonluk gelince kaçan goller, pişmanlıklar, kaybedilen puanlar, “kritik” hatalar unutulur ve unutulmalıdır; elbette unutacağız... Bir sezon daha şanlı tarihe ve istatistiklere doğru mağrur vaziyette yola çıkarken kötü hatıralar siliniverir.
Geriye Feghouli’nin ateşleyici golü/ golleri kalır... “Pek bir işe yaramadı” diyenler çıksa da Mitroglou’nun Akhisar’a “90 artı 4”te attığı gol kalır... Bir Onyekuru koşusu, bir Fernando etkisi, bir Muslera kurtarışı kalır... Fatih Terim’in eğilmeye yüz tutan boyunları dikleştiren bir demeci kalır...
Bir harçlığın doğru harcanmışlığı, koşulsuz sevgiye ödenen hatırı sayılır bilet parasını helal etme duygusu kalır ki; mağlup olsan da, şampiyonluk kaçsa da her kuruşuna kadar şanlı tarihine helaldir o para... Hakem saymadıkça atarsın; kupaların saydıkça artar... Emek veren herkese helal olsun, kutlu olsun. Şen ola Cimbom, şen ola!..
BİR TEŞEKKÜR LİSTESİ
TABİİ ki öncelikle Galatasaray camiasına, teknik ekibine, yöneticilerine, çalışanlarına. Tabii ki yılmayan futbolculara, ailelerine, destek olan herkese... İnanmayı bırakmayanlara, umutsuzluğun üstüne yürüyenlere, “Bitti” demeden bitmediğine inananlara teşekkürler... Aslan Galatasaray!
ASLAN, PAYINI ALIR
MAÇIN ikinci yarısına Galatasaray eski bir Latin özdeyişini hatırlatacak şekilde başladı. “Ego primum tollo, nominor quoniam leo” demişler ki; dilimize “En iyi/büyük payı ben alıyorum, çünkü ben aslanım” diye çevrilir. Galatasaray hatalarıyla en fazla yüzleşen, eksikleri olsa da rakipleri kadar hissettirmemeye çalışan ve genetik olarak şampiyonluğa kilitlenmiş bir takım olduğu için kazandı kupayı...
Maçın adamı: Feghouli.
HİKÂYESİ bol, fakat futbolu kısır bir kupa finali. Bir tarafta hem fiziksel hem zihinsel açıdan tüm gücünü, konsantrasyonunu lige yöneltmiş Galatasaray, diğer yanda 25 yıllık yükseliş döneminin ardından ilk kez küme düşen Akhisarspor. Geçen sezonun Süper Kupa finalinde penaltı atışlarıyla Galatasaray’ı yenen, ligin ilk yarısında kendi sahasında sahadan silen ve ligin rövanşı niteliğindeki maçı da son anda kaybeden Ege temsilcisi “bu işi” nasıl yapacağını bilen bir takım. “Kalan maçı kazanıp bir kupayı daha müzeye götürmek” fikri elbette cazip; camiayı mutlu etmek, Avrupa biletini “elemesiz” cebe koymak” da güzel ama bunun için aklını, fikrini, kendini toplayıp sahaya çıkmak şart. İlk 45 dakikada bir kupa final maçından çok sezon öncesi hazırlık maçı havasında geçen, hani biraz daha ileri gidip söylemek gerekirse “çok da umursamadıkları” karşılaşmayı izlemek için çaba ve sabır gerekiyordu. Galatasaray topa yüzde 65 oranında sahip ancak sahip olduğu topla ne yapacağını bilemeyen bir görüntü çizerken, Akhisar ise bu şuursuz yüklenmeyi göğüsleyip sürpriz atak bulmak için bekledi de bekledi. İkinci yarıda biraz daha hareketlenen, nihayet “Kaybedecek neyim var ki?” diyen Akhisar göze çarparken Galatasaray bildiğini okumaya (bu durumda okumamaya!) devam etti.
Maçı ve dolayısıyla Galatasaray’ı diriltmek için bir klasik olarak gol gerekiyordu; bu golü de Manu ile buldu Akhisarspor. Galatasaray ikinci yarının başlarında yediği golün ardından ataklarını yoğunlaştırdı ve Akhisarspor’u dengesiz yakaladığı iki girişimden iki penaltı çıktı.
İlkinde Diagne kaçırdı, ikincide ise bir önceki maçta Diagne’yle girdiği penaltı polemiğini kaybeden Sinan golü buldu. İkinci penaltı pozisyonuna şiddetini ayarlayamadıkları şekilde itiraz eden Akhisar oyuncuları hem bir kişi eksilerek hem de skor henüz 1-1 olmamışken kendi sinirlerini tamamen bozarak cezalarını daha da ağırlaştırmış oldu.
Feghouli ve Diagne’nin golleri maçın uzatmaya gitmesini engelledi ve “Kupa Beyi” az futbolla soslanmış finalden bir kupayla daha evine dönmüş oldu.
DIAGNE KUŞ MU BALIK MI?
DIAGNE görkemli istatistiklerine güvenilerek transfer edildiğinde taraftarın gönlünden geçen “Gomis’i de aşacacak süper golcüyü bulduk” diyebilmekti. Gollerine G.Saray’da da devam ediyor Diagne ancak tarif etmekte güçlük çektiğim bir doku uyuşmazlığı var sanki. Dün final maçında kaçırdığı penaltıya bakarsak kuş, attığı kafa golüne bakarsak balık. Ne olduğunu tam anlayamadan sezon kapanıyor, bir şekilde attığı sürece problem yok ama o “tarif edemediğim uyumsuzluk” var ya; işte o kafamı karıştırıyor.
Maçın adamı: Feghouli.
Tatil mi dersiniz, biraz uzaklara kaçıp başka sesler duyarak sakinleşmeye duyulan acil bir ihtiyaç mı, orasını size bırakayım. Yol uzun, bu kaçamak ise yola kıyasla kısa olacak. En kısa zamanda görüşmek ümidiyle huzurlarınızdan bir süreliğine çekiliyorum. Baki selam...
GALATASARAY ile Beşiktaş arasında oynanmış, oynanacak bütün maçlar elbette önemlidir; ancak üçüncü bir takımın performansı dün akşam oynanan maçı sezonun düğüm maçına çevirmiş oldu. Maça hızlı başlayan ev sahibi olmanın avantajına yaslanan G.Saray oldu. İlk dakika dolmadan tehlike yaratabilecek bir serbest vuruş ve bir köşe vuruşu kazandıran, Beşiktaş’ı sahasına kapatan türden bu baskı 6-7 dakika sürdü. Beşiktaş bu baskıyı Muslera’dan başlayarak G.Saraylı oyuncuları sıkıştırarak kırmak yoluna giderken faul sayısını da hızla yükseltti. İlk 20 dakikada G.Saray hiç faul yapmazken, Beşiktaş’ın hanesinde 6 faul yazıyordu. Maç öncesinde topuyla tüfeğiyle saldıracak Galatasaray’a karşı çok formda Burak üzerinden karşı ataklar geliştirerek tehlikeli olacağı öngörülüyordu Beşiktaş’ın. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Siyah beyazlıların oyunu dengeleyip Galatasaray’ın yarı sahasına yerleştiği bir sırada oluşan taç atışında donmalarının cezası ağır oldu, hızlı çıkan Galatasaray Fernando’nun pası ve Onyekuru’nun vuruşuyla öne geçti... İkinci yarı bu kez Beşiktaş’ın yoğun baskısıyla başladı. İlk yarıda 6-7 dakikada G.Saray ne yaptıysa neredeyse aynısını yaptılar fakat bu baskıdan zararlı çıktılar. G.Saray’ın ani gelişen atağını göğüsleyemediler. İlk golde hazırlayıcı rolündeki Fernando bu kez golcü olarak yazdırdı adını kayıtlara. Maça ortak olabilmek adına çaba gösteren, oyunu G.Saray’ın üstüne yığmaya çalışan Beşiktaş devamlılık sağlayamazken, savunma hattı da karşı atakları karşılamak için teyakkuzda kalmaktan hücuma katkı sunamadı... G.Saray son derece önemli bir engeli aştı netice olarak. 270 dakikalık son 3 sınav var şimdi önünde. İşi hem zor hem kolay diyelim ve filmin sonunu bekleyelim...
DiMYAT’A PiRiNCE GiDERKEN
İLK golü en iyi özetleyecek yorum herhalde “Dimyat’a pirice giderken evdeki bulgurdan olmak” şeklindeki atasözüdür. Pozisyonda donan Beşiktaşlı oyuncular, aslında Galatasaray’ın “süper hızlı” kullanmadığı taç atışı sırasında maçın içinde kalsalardı daha doğru davranmış olacaklardı. İkinci golün de benzer şekilde gelişmesi, bir taç atışı sırasında tecrübeli oyuncuların basiretlerinin bağlanması durumu daha da ilginç hale getirdi.
KiM ŞAMPiYON OLUR?
BAŞLIKTAKİ sorunun cevabını kimse bilecek durumda değil elbette. Birbirinden zor maçlar her takım için sıralanmış bekliyor. G.Saray bu kaotik ortamda direkt rakiplerinden birini aşarak ‘Mayıslar’ diye başlayan o meşhur cümleyi kurmaya çok yaklaştı ama tedbiri elden bırakmamak gerekiyor.
Maçın adamı: Fernando.