Teknik açıklamaya kalkışıp yolumuzu kaybetmeyelim fakat geçen yıl 75.2’ye kadar gerilemişti.
Farklı kesimler arasında yürütülen ve toplumun ekonomiye bakışını yansıtan anket neticesinde belirlenen bu endeks 100’ün altındaysa kötü, üstündeyse işler iyi diye bakabiliriz kabaca...
İyimserler “Ekonomi hafiften toparlanıyor”, diğerleri “Debeleniyoruz ama kurtulamıyoruz” diye okumakta serbest bu anket sonucunu...
Ekonomi elbette en çok can yakan sorun Türkiye’de. 2018 başındaki anketlerde terörü yüzde 51’le en büyük problem olarak gören vatandaş, yıl sonuna geldiğinde kararını değiştirmişti.
Terör 2018 sona ererken sorun listesinde yüzde 13’e gerilerken, soruya cevap verenlerin yüzde 59’u “Ekonomi!” diyordu.
Ekonomi Güven Endeksi’nde durum böyle, peki ya Toplumsal Güvenlik Endeksi?
Ne siz sorun ne ben anlatayım desem zaten hislerinize tercüman olacakmışım gibi bir his var içimde...
5 yaşında çocuğu istismar eden mi ararsınız, sokakta oynayan çocuklara tüfekle ateş eden mi?
Galatasaray kalibresinde bir takım, gol atmaya, kazanmaya odaklanması gereken maçı kaleyi bile bulamadan bitirebilir mi?
KAPANMAYACAK gibi gözüken fark kapandı ve kartlar ligin bitiş çizgisi belirmişken bir daha dağıtıldı...
Daha çoook ince hesaplama gerektirecek bu yeni sürecin başlama vuruşunu Konya deplasmanında yaptı Galatasaray. Sağlanacak her avantajın, kopartılacak her puanın değerini anlatmaya gerek yok; apoleti takmak için koşuya hız kesmeden devam etmek gerekiyor. Ligin ilk yarısında deplasmanlarda puanları döke saça ilerleyen, son dönemde ise en azından yenilmemeye başlayan sarı kırmızıları içeride ve dışarıda 10 haftadır galibiyete hasret Konyaspor ağırlıyordu bu kez. Maç kimseyi şaşırtmayacak şekilde Galatasaray’ın baskısıyla, Konyaspor’un da ortaçağ şehir savunma taktiklerini andıran kapanma tercihiyle başladı. Bu arada ‘baskı’ diyoruz ama öyle uzun boylu, abartılacak, rakibi serseme çevirecek türden bir baskı değildi; ilk 45 dakikada çerçeveyi bulan bir şut bile çıkartamadı Galatasaray. Feghouli’nin daha önce benzeri yerlerden jeneriklik goller attığı için heyecan yaratan uzun mesafeli şutunu ve Fernando’nun duran top organizasyonuna yarım adım geri kalmasını saymazsak hiç tehlikeli de olamadı. Maçın ikinci yarısı da aynı şekilde gelişti uzun süre. Galatasaray denemekten yılmadığı ama netice de elde edemediği defans yarma taktiğini izleyip “Sabaha kadar oynansa 0-0...” dedik bolca...
75’inci dakikadan sonra iki teknik direktör de bu ‘bal yapmayan arılar piyesini’ seyretmekten nihayet sıkılmış olacak ki üst üste değişiklikler yaptılar... Bu dakikalarda ve devamında Galatasaray’ın panik atakları sıklaşırken, Konyaspor da en azından ilk yarıya göre daha fazla hücuma çıkmayı denedi. Neticede önemi, ağırlığı belli bir maçı kopartacak ciddiyeti, dirayeti ve karakteri gösteremedi Galatasaray. Yazık oldu, yazık oldu da, ne kadar yazık olduğunu kalan dört haftada daha iyi hesaplarız artık!..
KALEYi BULAMAMAK NE DEMEK?
KUPAYI hedefleyen, kaybettiği düşünülen şansı yeniden kucağında bulan Galatasaray dün 90 dakikayı kaleyi bulan 1 (yazıyla bir) şut bile bulamadı.Bu durum rakibin savunma önlemleriyle vesaireyle açıklamak mümkün olabilir mi? Galatasaray kalibresinde bir takım, gol atmaya, kazanmaya odaklanması gereken maçı kaleyi bile bulamadan bitirebilir mi? Tuhaf, trajik ve çok düşündürücü...
JOSEF SURAL iÇiN
DERİN, çok derin bir acı... Alanyaspor’un Çek Cumhuriyeti vatandaşı olan oyuncusu Josef Sural’ın hayatını kaybettiği kazayı düşündükçe koyu bir acı çöküyor üstüne insanın. Biri 8 yaşında, diğeri henüz birkaç aylık olan çocuklarının, eşinin, akrabalarının, arkadaşlarının yaşadıkları/yaşayacakları üzüntünün büyüklüğünü ancak tahmin edip sessizce başımızı öne eğebiliyoruz... Alanyapor camiasının çok genç yaşta, çok hazin bir şekilde kaybettiğimiz Josef Sural’ın hatırasını en güzel şekilde yaşatacağına eminim... Ailesine, başta Alanyaspor olmak üzere futbol camiasına, arkadaşlarına sabır dilerim. Kazada yaralanan oyunculara da acil şifalar dileklerimi sunarım... Çok üzgünüm, hepimizin başı sağ olsun...
Sosyal medyada bu satırları yazan kişi memlekette net sayılarını tahmin etmek mümkün olmayan bir TVC (Tanımlanamayan Vicdansız Cisim) olmalı...
“S... edecen” dediği, bir televizyon kanalında katıldığı 23 Nisan röportajında “Peki, akademik olarak hayalin nedir?” sorusuna şu cevabı veren bir kız çocuğu:
“Ben, Almanya Köln Üniversitesi’nde okumak istiyorum, tıp okumak istiyorum. Ondan sonra da belki Alman vatandaşı olurum...”
Bunu söyleyen çocuğa sosyal medya üzerinde edilmedik hakaret, kendisine, öğretmenlerine ve ailesine yapıştırılmayan yafta (bir cahillik belirtisi daha, anne veya babasını kaybetmiş çocukların yuvası Darüşşafaka’da okuyor) kalmadı.
“Bu çocuk niye böyle hissediyor?” sorusundan ancak cahil cesaretiyle üretilen saldırı cümleleriyle kaçan “TVC” sayısı derin üzüntü verecek boyuta ulaştı.
Bu arada hakkını verelim, AKP İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu gibi “Dünyaya ümitle bakan bir evladımız hayallerini gerçekleştirmek için Almanya’da okuyup Almanya vatandaşı olmak istiyorsa, başta biz siyasiler silkelenip derin derin düşünmek zorundayız” gibi doğruyu işaret edenler de çıktı yetkiye ortak cepheden.
Bu aslında çok derin, çok can acıtıcı problemi el kadar çocuk üzerinden tartışanları nereye havale edelim bilemiyorum.
Sanki en parlak beyinlerini, en yaratıcı evlatlarını
Bayramınız kutlu olsun...
Her yıl bugünlerde sizlerin değil, çocukluğun masumiyetini kaybetmiş, yürekleri para hırsı, güç sarhoşluğu, “Benden başka haklı yoktur; olamaz, olmamalıdır” fikri ve benzeri “büyüklük hastalıklarıyla” kararmışların okumaları için yazılar yazarım.
Aslında sizlere reva görülen, görmezden gelinen kötülükleri anlatan raporlardan yola çıkılan bu yazıları sizlerin okumanızı istemem...
Birleşmiş Milletler’in raporuna göre 12 saniyede bir çocuk ölüyor dünyada, dakikada 6 çocuk kaybediyoruz. 2017’de hayatını haybeden 6.3 milyon çocuğun neredeyse tamamı “önlenebilir hastalıklar” yüzünden can verdi, öyle yazıyor raporlar...
59 milyon çocuk eğitim hakkından faydalanamıyor...
Emekleri sömürülüyor çocukların. CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba’nın 23 Nisan için hazırladığı rapora bakınca korkunç rakamlar, istatistikler akıyor zehir gibi içimize içimize...
Sayıları artık “milyonla” ifade edilen çocuklar üç kuruşa, beş kuruşa eziliyor atölyelerde, fabrikalarda, tarlalarda...
Raporlardan okuyoruz:
Söz konusu 4 bin 500 kişi, İstanbul Atatürk Havalimanı’nın ödül üstüne ödül alan ve parmakla gösterilen bir üsse evrilmesi için emek vermiş, çoğu zaman insanüstü çaba göstermiş bir ekipten...
İşini kaybeden 4 bin 500 kişi için ayrı, kaybolan, boşa çıkartılan, yok sayılan dev bilgi ve tecrübe birikimi için ayrıca üzgünüm.
THY’nin yükseldiği, yıldızının parladığı yıllarda en büyük destekçilerinden olan bu kadro, atılımlara mükemmel şekilde uyum sağlanmasında anahtar rol oynamıştı.
Haziran 2016’da 45 kişinin hayatını kaybettiği, onlarca kişinin yaralandığı aşağılık terör saldırısını hatırlayalım...
DEAŞ’ın gerçekleştirdiği menfur saldırının ardından İstanbul Atatürk Havalimanı’nı akıl almayacak kadar kısa bir süre içinde yeniden devreye sokabilen kadronun elemanlarıdır bugün işlerinden kopartılanlar.
Hatırlaması elbette çok acı ama o korkunç manzara gözlerimizi kapattığımızda karşımıza dikiliveriyor değil mi?
Tavanı delinmiş, duvarları delik deşik olmuş, her köşesine acı, korku, kan kokusu sinmiş havaalanını 4 saatte, inanması gerçekten güç gelse de yazı ile “dört” saatte yeniden devreye sokmuşlardı.
“Haklarını ödeyemeyiz”
Galatasaray, kupa mücadelesinde aşamadığı Yeni Malatya karşısında oyuna bu kez daha kararlı başladı ve kararlılığını maç sonuna kadar sürdürdü.
Hedef büyük, yol kısalmış vaziyette ve kaçan değil, kovalayan tarafta Galatasaray. Klasik ifadeyle “her maça mutlak galibiyet parolasıyla çıkılacak” demek oluyor bu; malumunuz. Hafta içinde kupa mücadelesinde aşamadığı rakibini bir kez daha sahasında ağırlayan Galatasaray bu kez daha kararlı başladı maça. Baskı kurarak, Mariano-Feghouli ve Onyekuru-Linnes hattını iyi besleyerek giriş yaptı ve bunu kararlılıkla sürdürdü. Orta sahada mutlak hâkimiyetini ilan etti, kaybettiği topları çabuk geri kazandı ve tansiyonu, ritmi belirleyen taraf oldu. Bu baskıya yalnızca “savunmada kesintisiz teyakkuz hali” ile cevap vermeye çalışan Malatya ekibi ise oyunun hücum kısmını feda etmiş oldu ve bir yerde kaçınılmaz olanı beklemeye koyuldu. Baskıyı özetlemek için ilk yarı sonundaki bir istatistiği paylaşmakta fayda olabilir: 45 dakika içinde 25 kez ceza sahasında topla buluşmuştu sarı kırmızılılar. Feghouli’nin golünün neredeyse “dünyanın toz ve gaz bulutu olduğu” döneme kadar geri gidilerek iptali de moral olarak geriletmedi Galatasaray’ı ve maçın en iyilerinden Linnes’in aldığı penaltı ile öne geçerek soyunma odasına gitti.
GOLCÜNÜN ŞANS PAYI!
Galatasaray maçın ikinci yarısına kaldığı yerden başladı. Rakibi sahasında 30 metrelik bir alana hapsedip, ringde devirici nitelikte yumruk için fırsat kollayan boksör gibi yüklendi. İstediğini alması için de fazla beklemesi gerekmedi açıkçası; 50’nci dakikada Diagne “golcünün şans payı” kontenjanından ikinci kez skor tabelasına imza attı. Malatya temsilcisi iki farkla geriye düştükten sonra biraz hücumu hatırlar gibi oldu ama gerçek manada bir tehdit oluşturamadı. Galatasaray tempoyu kademeli şekilde düşürdü, oyunu rölantiye aldı, penaltıdan farkı üçe çıkardı ve sürprize, strese, derde, kedere, kazaya yol açmadan 90 dakikayı tamamladı. Yarışa devam, koşuya devam...
PASIN HAKKINI VERELİM
İKİNCİ golü atan kişi elbette kayıtlara Diagne olarak geçti. Diagne’den “sekerek” kaleye giden vuruşu Emre Akbaba yaptığı için “Onun hakkıdır” diyenler de, hatta Linnes’in ortasına şapka çıkartanlar da olacaktır herhalde. Ancak “hakkını vermek bakımından” Marcao’nun Linnes’e verdiği mükemmel, kilit açıcı, gard düşürücü pası da es geçmeyelim. Derbide eksikliği çok hissedilecek; orası kesin.
HAFTA İÇİNDE MORAL İDMANI ŞART
Galatasaray kendi başına iş açmakta usta desek yeridir! Sanki eksiklikler, sakatlıklar, cezalar, varlar ve yoklar yetmiyormuş gibi bir de yönetim katında sallandı geçtiğimiz günlerde. Saha içinde son penaltı öncesi Belhanda ve Diagne’nin “Kim atacak?” tartışması hem golle hem de iki futbolcu arasında “sıkıntı” ile neticelendi. Hafta içi ne çalışacaklar bilmiyorum ama bir de moral idmanı şart.
Bir önceki yerel seçimde Tunceli’nin Ovacık ilçesinde başkan seçildikten sonra Türkiye’nin ilgisini çeken Maçoğlu’na duyulan sempati, “Ay canım, bak komünist başkan seçilmiş” veya “Vaov çok cool!” yaklaşımlarının ötesinde bir ilgiyi hak ediyor.
Erdal Emre’nin yazdığı ve Temmuz 2018’de yayınlanan “Komünist Başkan/Ovacık’tan Yeşeren Umut”* adını taşıyan kitap bu çabayı göstermek isteyenlere ışık tutacak nitelikte.
Uzun bir söyleşi veya “nehir söyleşi” tarzındaki kitap sayesinde hem Maçoğlu’nun hayatı hem de önerdiği ve uyguladığı yönetim modeliyle ilgili net bilgilere kavuşmak mümkün.
1968’de Ovacık’a bağlı iki mezradan oluşan toplam 30 haneli Çemberlitaş köyünde 11 çocuklu yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Maçoğlu, en yakın bakkalın 5 kilometre ötede olduğu, elektriğin 1985’te bağlandığı bir ortamda büyüyor.
Henüz çocukluk yıllarında yaşadığı bölgede güçlü olan İbrahim Kaypakkaya çizgisindeki Partizan’la tanışıyor.
Bu noktada bir not düşmek gerekiyor. Maçoğlu TKP’li değil, Dersim Demokratik Halk Dayanışması adıyla kurulan ittifakın adayı.
TKP’nin üçe bölündüğü süreçte de kendi ifadesiyle üç oluşuma da eşit mesafede durmuş.
Ovacık’ta 2014’te koltuğa oturduğunda (ki pek oturmuyor, makam arabası kullanmıyor, kendi arabasıyla geziyor, çalışmalara katılıyor) kasasında 10 bin TL, borç hanesinde 1.5 milyon TL bulmuş.
Yerel yöneticileri belirlemek için çıkılan yolda iktidar cephesi genel çerçeveyi “beka meselesi” üstüne yerleştirmeye çalışırken, muhalefet de başta ekonomik bozulma olmak üzere kanayan yaraları işaret etti.
Hakarete varan söz düelloları, kavgada söylenmeyecek tarzda demeçler, kirli çamaşır üretmek için girilen ve çamura bulanmış şekilde çıkılan dehlizler, dolaplar, dönme dolaplar, yalanlar, kuyruklu yalanlar...
Sinir katsayısı yüksek, takip edenlerde bıkkınlık yaratan yarışta genel siyasi manzara böyleydi.
“Yerelde vaziyet nasıldı ki?” diye soracak olursa... Mesela İstanbul’da bu gergin havayı şehir surlarından içeri sokmamak için samimi çaba gösteren iki aday vardı.
Bakanlık, başbakanlık, Meclis başkanlığı gibi mühim görevler üstlenmiş olan Sayın Binali Yıldırım, memleket genelinde oluşan gerginlik siyasetinden beslenmek yerine sağduyuya hitap etmeye çalıştı.
Küçük bir ilçe başkanlığından CHP seçmeninin beklemekten usansa da umudunu koruduğu yıldız olarak parlamaya yürüyen İmamoğlu da benzer bir tavır takındı.
Ağızlarını, ahlaklarını bozmadan sunacakları hizmetleri anlatmaya çalıştılar o gürültü/patırtı arasında.
Neticede vardığımız nokta nedir peki?