Ebeveyn, çocuğunun iyi eğitimi için elinden geleni yapar, maddi imkânlarını zorlar, gerekirse borca girer... Kimimiz bizzat yaşamışızdır, kimimiz şahit olmuşuzdur böyle bir fedakârlığa...
Özel okulların payı 2017-2018 eğitim yılında yüzde 13 artış göstererek yüzde 8’e yükseldi.
Kabaca 1.5 milyon “şanslı” öğrenci var demektir bu. Aileleri bilir ne zor iş olduğunu, o taksitlerin, kredi borçlarının nasıl ödendiğini...
Peki geriye kalanlar?
“Daha iyi” bir okula, “daha iyi” bir öğretmene veya öğretmenlere, evden gelecek desteğe ve çalışkanlığa, akla, meraka, azme sahipse başarılı olacaktır.
Ama eğitim sisteminin kimi kökleşmiş, kimi oynanırken iyice bozulmuş problemleri malum; eğitim kalitemizin pek parlak olmadığını da üzülerek okuduğumuz raporlardan biliyoruz.
Hepsi bilgiyi sünger gibi çekecek türden fıstık gibi çocuklarımızı doğru dürüst yabancı dil bile öğretemeden, kötü eğiterek, çağı yakalamalarını zorlaştırarak heba ediyoruz.
Şimdi
Kirazlı’da Kanadalı maden şirketinin dımdızlak bıraktığı ormanın hakkını savunmaya çalışanlar bir yanda, “Daha Kazdağları’na 40 kilometre var” diye niyeyse savunma pozisyonuna tutunanlar öte yanda...
Orman katliamı konusunda bile ikiye bölünmüş vaziyetteyiz, dilerseniz bu konuda birbirimizi tebrik edebiliriz!
Kamuoyunun son derece rahatsız olduğu ortada... Millet beton bıkkını ve rant uğruna güzeller güzeli doğa miraslarının yağmalanmasına tepkili. Tepkinin “partiler üstü” olduğunu görmek için biraz objektif bakmak, duymak için “Ha bu çevreciler haindir” demeden kulak kabartmak gerekiyor...
Kime kulak kabartalım?
Elimde imkân olsa, okumayanı liseden mezun ettirmeyeceğim kitaplar listesinde yıllardır en yukarıda yer olan bir şaheseri yine tavsiye edeceğim...
Rahmetli Hikmet Birand’ın “Alıç Ağacı ile Sohbetler” kitabını...
Hikmet Birand, 1920’lerde, Cumhuriyet’in emekleme günlerinde eğitim için yurtdışına gönderdiği idealist, pırıl pırıl bir bilim insanıydı. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nin kurucuları arasında yer alan, botanik üzerine, bitki sosyolojisi üzerine memlekete paha biçilemeyecek katkılarda bulunmuş mükemmel bir şahsiyet...
İlk baskısı 1968’de yapılan
Cumhuriyet davası sürerken hakkında hazırlanan iddianameye ve mahkeme heyetine bu sözlerle isyan eden kişi gazetenin “ombudsman”ı Güray Öz idi...
Arayıp pide sipariş ettiği restoran veya 6 yıl önce oto tamiri için para gönderdiği kişinin 8 yıl önce çalıştığı şirket yüzünden ne FETÖ’cülüğü kaldı gazetecilerin ne PKK’lılığı...
Harikulade karikatürleriyle terör eylemlerini yerden yere vurmuş, barışı, adaleti, özgürlükleri, çağdaşlığı savunmuş ve mesela FETÖ’nün hedef tahtasındaki Musa Kart’a bile terör lekesi sıçratmaya çalışıldı.
“Pideciyi arayıp terörist çıkmak” gibi kara mizah film senaryosunu andıran hadiselere gülmek serbest ama bunun bir de canı yananı, içeride yatanı, yatanı bekleyeni var.
İşin o kısmı pek güldürecek tarzda değil...
18 Temmuz’da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Cumhuriyet davasında verilen mahkûmiyet kararlarının bozulmasına ilişkin bir tebliğname hazırladı.
Tebliğname özetle şunları söylüyordu:
“Orhan Erinç, Akın Atalay, Murat Sabuncu, Hikmet Çetinkaya ve Aydın Engin ile Ahmet Şık hakkındaki cezalar bozulsun, Şık dışındaki gazetecilerin beraatlerine karar verilsin...
Dünya olarak 2019’daki doğal kaynak tüketim hakkımızı tamamladık. Gelecek kuşakların, çocukların, torunların cebinden yiyeceğiz bugünden başlayarak...
Raporlar tarihte en hızlı tüketimin bu yıl yaşandığına işaret ediyor. Doğal kaynakları gözü dönmüş bir arsızlıkla tüketiyoruz, küresel ısınmaya tınmıyoruz, ormanları, denizleri ve dahi kutupları yiyoruz doymuyoruz...
“Türkiye’de durum ne?” diye mi sordunuz?.. Biz o işi, 27 Haziran’dan yani dünyanın pek çok ülkesinden önce yaşadık Limit Aşım Günü’nü.
Özetle, 27 Haziran’dan beri 2020’deki hakkımızı yemeye başlamış olacağız...
Kontrolden çıkmış, insafsız, sadece kazanmaya odaklı zihniyetlerin elinde oyuncak olmuş dünya. Başka bir dünya yaratmak için kafa patlatmaya hevesli değil yönetenler; kaynakları hızla yiyen sistemin rant çarkı onları da ilgilendiriyor.
Kızılderili şef Seattle’ın sözleri olarak ünlenmiştir:
“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!..”
Anlamadılar be şef!
“Üniversite sınavında ilk 2 bin kişinin yarısı Suriyeli imiş, sorular önceden verilmiş. Bu işleri bilen, yetkili kurumdan emekli bir tanıdık söyledi...”
Gayet tipik türden bu “şehir efsanesine” inanmak istemediğini, ama böyle bir şeyin mümkün olup olamayacağını merak eden arkadaşımı kulaktan kulağa büyüyen başka yalanlardan/yanlışlardan örnekler vererek sakinleştirmek düştü bana...
Türkiye’de “geçici koruma” statüsünde bulunan Suriyeli sayısı son resmi rakamlara göre 3 milyon 634 bin.
İnsani açıdan doğru davranan, dünyanın sırt çevirdiği dramın kurbanlarına kucak açan ve maddi açıdan büyük bir yükün altına giren Türkiye, artık nüfusunun yüzde 5’ine denk gelen mültecilerin toplumda yarattığı rahatsızlığa çözüm üretmek zorunda olduğu bir evreye girdi.
Sessiz, fakat derinden ve güçlenerek gelen toplumsal tepkinin boyutlarını dün Ertuğrul Özkök’ün yazısında işaret ettiği yakın tarihli PIAR anketi net şekilde ortaya koyuyor.
Geçici koruma statüsündeki mülteciler (ankette Suriyeliler olarak anılıyor), ekonomiden sonra Türkiye’nin “en önemli problemi” olarak görülüyor ankete göre.
Ankete göre ‘Suriyeliler’ yüzde 18 ile ikinci en önemli problem.
Yani, işsizlikten (yüzde 15.6), adaletten (yüzde 11.8), eğitimden (yüzde 9.5) ve hatta terörden (yüzde 7.7) veya yolsuzluktan (yüzde 5.7) daha büyük bir problem olarak görülüyor.
Yaklaşık 850 bin kişi dizinin tüm bölümlerini yayınlandığı gün izleyip bitirirken, 4 günün toplamında 18.2 milyon kişi bu görevi tamamlamıştı!
Hemen belirteyim: Dizinin hayranları arasındayım ve üçüncü sezonu da çok beğendim...
Duffer Biraderler’in, yani Matt ve Ross Duffer’ın 1980’li yıllara saygı duruşu şeklinde gelişen sürükleyici fikri, hem kazanan hem de kazandıran dev bir makineye dönüşürken haliyle bazı başka tartışmaları da gündeme taşıdı.
İlk etapta kazananlar Duffer Biraderler, elbette Netflix ve elbette oyuncular...
İlk sezonda bölüm başına 20 bin dolar kazanan çocuk oyuncuların kazançları üçüncü sezonda bölüm başına 250 bin dolardan başlayıp, Eleven rolündeki Millie Bobby Brown örneğinde olduğu gibi, 300-350 bin dolara kadar yükseldi.
Çoğu potansiyel gişe canavarı olacak prodüksiyonlarda oynamayı garantiledi, ünlü markaların reklam yüzü oldu vesaire.
Ünlü markalara geldik madem, oradan devam edelim...
Milenyum kuşağına (1981-1996 arasında doğanlar) ve zihin haritasının peşinde koşmaktan bitap düşülen Z kuşağına (1997 ve sonrasında doğanlar) ürünlerini beğendirmek için her yolu deneyen markalar bu sezon Stranger Things’e hücum etti.
Haberin başlığını okuduğumda önce bir şaka yapıldığını düşündüm: “Müftülükten Nâzım Hikmet oyununa yasak!”
“Gerçek olamayacak kadar saçma” demek isterdim ama gerçekmiş.
“Tiyatro oyunundan müftülüğe ne?.. Müftülük tiyatro oyunu denetleme mercii midir?.. Müftülük sansür ofisine döndüyse aslî göreviyle kim ilgileniyor?..”
Sorular çok, daha da çoğaltılabilir ve bir türlü esas soruya “Bir tiyatro oyunu bu çağda nasıl yasaklanabilir?..” sorusuna gelemeyebiliriz!
Ne yaşandığını anlatalım, daha doğrusu Nâzım Hikmet’in “Taranta Babu’ya Mektuplar”ını tek kişilik bir oyun olarak sahneleyen Cansu Fırıncı’nın, bianet’ten Pınar Tarcan’a anlattıklarını aktaralım...
Fırıncı’nın “Taranta Babu’ya Mektuplar”ı Erzincan’da sahnelenecek...
Kentte iki salon var ve 400 kişilik salon da her ne hikmetse müftülüğe bağlı.
Önce Vilayet’e yönlendiriliyor oyunu sahnelemek isteyenler ve Dernekler Masası’ndan (ne alaka bilemiyoruz yine) izin alınması isteniyor.
Hürriyet’in Ege Bölge Temsilcisi Deniz Sipahi de köşesinde bu mesajdan hareketle bir yazı yayınladı ve “Müzik meselesinde devrim yapalım” çağrısına katıldı.
Bir grup insanın eğlencesi uğruna tatil yörelerini yüksek ses terörüne maruz bırakmak “Altın yumurtlayan tavuğu kesmek” manasına geliyor, buna bir çare bulmak gerekiyor elbette...
Say’ın çağrısına da, Deniz Sipahi’nin desteğine de sonuna kadar katılıyorum ancak keşke tek problemimiz bu olsa demek durumundayım.
Cilalı görgüsüzlük abidesi olarak yalnızca Ege’de değil, memleketin neredeyse tüm tatil yörelerinde yükseldikçe yükselen “beach club” meselesi var bir de.
“İroni yaptığımı vurgulayarak” belirteyim, “beach club” konseptinden “fevkaladenin fevkinde” memnun bir kişiyim.
Niye memnunum adımımı bile atmadığım bu konseptten? Çünkü kimin nerede olduğunu, nasıl eğlendiğini biliyorum ve bu da bana oralardan uzak durma şansı tanıyor.
Bir nevi alan memnun, almayan daha memnun vaziyeti işte... Orada bulunmayayım, binlerce lira hesap ödeyip eğlendiğini sanarak bulunana da engel olmayayım ama...
Herhalde bir ‘ama’sı da var işin...