Kanat Atkaya

Mini mini birler ve diğerleri

10 Eylül 2019
Mini mini birler...

İyi kötü eğitilecek ikiler...

Saldım okula, müfredat kayıra zihniyetine kurban üçler...

Kalabalık sınıfa sıkışmış dörtler...

Öğretmensiz sınıfa düşmüş beşler...

Merdiven altı ‘eğitim’ kurumlarında tükenecek altılar...

Eksik teçhizatlı yediler...

Yabancı dil öğretilmemiş sekizler...

Ve dahi atanamayan öğretmenler...

Yazının Devamını Oku

Bugün, yarın, daima 30 Ağustos

29 Ağustos 2019
Bundan 97 yıl önce, 29 Ağustos’ta Milli Mücadele’nin kahramanlarından İzzettin Çalışlar’ın düştüğü notlar “28 Ağustos akşamına kadar aldığımız genel bilgiye göre düşman Eskişehir cephesinden de geri çekilmeye başlamıştı...” diye başlar.

26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz’da, Afyon’un Çalışlar köyünden başlayarak İzmir’e kadar işgalci Yunan kuvvetlerini önüne katıp perişan eden İzzettin Paşa’ya askerleriyle birlikte yazdığı kahramanlık destanından dolayı “Çalışlar” soyadı bizzat Mustafa Kemal tarafından verilmiştir.

Yıllar sonra torunu, kıymetli tarihçi İzzeddin Çalışlar tarafından “Gün Gün Saat Saat İstiklal Harbi’nde Batı Cephesi” adıyla kitaplaştırılan anılarını okurken, askerlik mesleğinden, savaş taktiklerinden anlamayan biri olarak ne kadar etkilenmiştim...

Hayatı cephe cephe savaşarak geçen, Balkan Savaşı’ndan Anafartalar’a, Sakarya’dan Dumlupınar’a kanla, ateşle, imkânsızlıklarla, hem dışarıdan hem içeriden düşmanlıklarla sınanan genç subayın tevazuu, kahramanlıkları kadar etkilemişti beni.

Zaman içinde neredeyse “Basit, kim olsa yapardı canım” noktasına indirgenmeye çalışılan 30 Ağustos 1922 tarihi “Büyük Zafer”e giden yolun kimlerle mücadele edilerek, kimlere rağmen kazanıldığını hatırlamak ve unutmamak için okunması şart kitaplar arasındadır gözümde.

Yıllardır biri bitmeden diğeri başlayan savaşlardan yorgun düşmüş askeri ve Anadolu halkını ayağa kaldırmak, işgalcileri vatandan söküp atmak için uğraş verilirken zaten yoksul olan halkı haraca kesen, düşmana yataklık eden çetelerle de uğraşmak gerekiyordu, içerideki inançsızlarla da...

Kitabın girişinde o dönemde Peyâm-ı Sabah’ta Milli Mücadele karşıtı yazılar yazan Ali Kemal’in (Evet, İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın atası, dedesi Ali Kemal) satırlarını da aktarır Çalışlar...

İstanbul’da işgal altında oturduğu yerden Mustafa Kemal ve arkadaşları için “Serseriler, kurusıkı kahramanlar, canavarlar, yırtıcı hayvanlar, şımarık mahlûklar, ahlak ve irfan bakımından aşağılık kimseler...” diye saydıran Ali Kemal miydi sadece inançsız olan? (Peyâm-ı Sabah çöpünün 10 Eylül’de, İzmir’in kurtuluşunun ertesi günü bittiğini, isim ve çizgi değişikliğiyle yola devam ettiğini de hatırlatayım...)

Mustafa Kemal

Yazının Devamını Oku

Yurtta sorun yurtta arıza

27 Ağustos 2019
Eğitim hayatı öğrenciler ve muhakkak aileler için zorlu ve bol engelli bir koşu... Sorunları başlık olarak saymaya başlasam herhalde sadece 1 hafta boyunca o başlıklarla dolar bu sütun.

Müfredattan sınav sistemi değişikliklerine, servis şartlarından eğitimin düşük kalitesine say say bitmez. “Merdiven altı kırtasiye ürünlerinin” saçtığı tehlikelerden mi bahsedeceksin, çocuklara adres tarif edecek kadar bile yabancı dil öğretemeyişimizden mi?

Haydi hepsini atlattınız, sınav keşmekeşinden de muzaffer çıktı öğrencimiz ve üniversiteye girmeye hak kazandı. Eğer başka şehirde bir üniversiteye kapağı attıysa, o şehirde yanında kalabileceği güvenilir bir tanıdık, bir akraba yoksa ne yapılacak?

İlk tercih elbette Kredi Yurtlar Kurumu (KYK) olacaktır. 601 bin öğrenciye yer var KYK’ya bağlı yurtlarda ve yıl sonuna kadar kapasitenin 670 bin kişiye hizmet verecek şekilde arttırılması öngörülüyor. Ancak bu durumda bile 2 milyon kadar öğrenci açıkta kalıyor...

İstikamet mecburen “özel yurtlar”, ne yapacaksın?

Dünkü Sözcü’de Sultan Uçar imzasıyla yayınlanan “Yurtlar kaçak, kayıtlar aleni” başlıklı haber “özel yüksek öğretim yurdu” meselesine eğiliyordu.

Barınma ihtiyacını karşılamak için çare arayan veli ve öğrencilere “yardımcı olmak” amacıyla yola çıkan bu yurtlar arasında çok iyi olanlar, resmi izne sahip olanlar bulunduğu gibi “pazardan pay kapmak” amacıyla yarışa giren tarikatlardan tutun da resmen sahtekârca iş yürütenler de var.

Denetim dışı çalışan, 5 yıldızlı otelden bozma olanlar mı ararsınız?

Yönetmeliğe aykırı olarak iş yapanlar mı?

Yazının Devamını Oku

Lige bekliyoruz artık!

26 Ağustos 2019
İlk haftayı boş, hatta oyun kalitesini de düşününce bomboş geçiren Galatasaray evindeki ilk maçında taraftarına 3 puanın yanı sıra biraz da umut aşılamak üzere sahadaydı…

Rakip kırılması zor, ‘çetin ceviz’ tabir edilen, katman katman savunma hattıyla nam salmış Konyaspor’du. Aykut Kocaman imzalı rakip, maçın ilk dakikalarında üst üste kullandığı köşe vuruşlarını saymazsak oyunun hücum kısmında pek görülmedi beklendiği üzere.

5’inci dakikadan sonra oyunu tamamen rakip sahaya yığan Galatasaray bu sağlam duvarı yıkmak için didindi durdu ancak Diagne’nin layıkıyla tamamlayamadığı pozisyon dışında gol heyecanı yaratmayı başaramadı. Topu ev sahibine veren ve sadece pas trafiğini kesmeye çalışarak ayakta kalmaya çalışan Konya ilk yarı itibariyle amacına ulaştı. İlk yarıda 300 küsur ‘isabetli pas’ yapan (tahmin edebileceğiniz üzere bitmeyen hazırlık pasları) ve topa yüzde 75 oranında sahip olan Galatasaray’da Nagatomo’nun iş ahlakı dışında pek alkışlanacak bir yan yoktu. “Baskı kurdu ya, daha ne yapsın” diyen de çıkabilir fakat o baskıda tribün desteği ve rakibin oyun anlayışının payını da düşersek elde pek bir şey kalmıyor.

İkinci yarıya atmaya kalkıştığı çalımlarla kendisini rakipten çok yoran Emre Mor’un yerine Adem ile başlayan Galatasaray baskının dozunu artırırken daha kararlı bir görüntü çizdi. Uzun süre sallanan ama yıkılmayan Konya savunmasını aşmak Ryan Babel’e nasip oldu. Ali Turan’a çarparak kaleci Serkan Kırıntılı’yı düşüren şutun daha iyisini ilerleyen dakikalarda da denedi Babel ama Serkan bu kez düşmedi…

DEĞİŞEN ROLLER

Yediği golün ardından bir klasik olarak oyunun hücum yönünü de hatırlayıverdi Konyaspor elbette. Roller biraz değişti, Galatasaray biraz savunmaya çekildi. Ama maçın seyrini değiştiren hadise Seri’nin kontrolsüz müdahalesinin ardından gördüğü kırmızı kart oldu. Bir kez daha 10 kişi kalan sarı kırmızılılar, geriye düşen rakibin hücuma çıkarken bozulacak dengesine bağladığı umutlara da veda etmiş oldu.

10 kişi kalmanın faturasını ağır ödedi Galatasaray… Sarsak bir şekilde de olsa kalesini bir süre korudu ancak yıkıcı darbe tıpkı geçen sene olduğu gibi son dakikada geldi…

Ligin başladığını, atı alanların yola çıktığını bir an önce hatırlamalı Galatasaray. Özetle lige bekleniyor şampiyon; hem de hasretle bekleniyor da bu oyunla işi çok zor…

Babel tamam ya diğerleri?

Yazının Devamını Oku

Bi çay mı içsek?

22 Ağustos 2019
ÇAYI geç tanımış fakat çılgınca sevmiş bir milletiz. Avrupa’ya bile 17’nci yüzyılda giren çayın bizim buralara gelmesi çok uzun sürmüş.

Kahve tutkunu İstanbul’da çay 19’uncu yüzyılın ortalarından sonra ufak ufak satılmaya başlamış, II’nci Abdülhamid döneminde Bursa’da yetiştirilmeye çalışılmış, başarısız olunmuş vesaire.

Cumhuriyet döneminde kendine yetme çabasındaki yeni rejim konuya sıkı şekilde eğilmiş, 1924’te çay için yasa çıkmış, Doğu Karadeniz bölgesinin çay üretimine elverişli olduğu anlaşılmış, Sovyet Rusya’dan, Gürcistan’dan tonlarca tohum getirilmiş ve işte bugün Trabzon’da Araklı Deresi’nden Hopa’da Sarp Köyü’ne kadar uzanan hattın kaderi değişmiş...

Yıllar içinde çay sevgimiz katlanarak artmış, sudan sonra en çok kullandığımız içeceğe dönüşmüş. Kişi başı yıllık çay tüketimimiz 3.5 kilogram ki; bu alanda dünya birincisiyiz...

Büyük üretici Çin ve Hindistan’da da çay tüketimi artsa da bizi yakalamalarına çok var; en yakın takipçimiz Libya’da kişi başı yıllık tüketim 2.4 kilogram.

Peki üretimimiz? 1960’lı yıllarda “kendi çayını kendi üreten” ülke haline geldik ve bugün de tamı tamına olmasa da içtiğimize yakın miktarda çay üretiyoruz. Üstünü ihraç ediyoruz ve tabii bu denklemde bir de “kaçak çay” var... Ortalama üretimimiz yıllık 250 bin ton civarında, 50 ton da “kaçak çay” girdiği rivayet edilir!

Dünyanın 7 büyük kuru çay üreticisi arasındayız ama listede önümüze geçenlerin sayısı artıyor ve üretim hızlarındaki artış bizden fazla; makas açılıyor...

2018 verilerine göre dünyada 5 milyon 954 bin ton kuru çay üretildi. Çin, Hindistan, Sri Lanka ve Kenya bizim önümüzde. 2018’de en büyük ilk 7 üretici ülke, dünya çay üretiminin yaklaşık yüzde 84’ünü karşılarken Çin’in payı yüzde 36, bizim payımız yüzde 4’te kalıyor...

Çay tüketimi hızla artıyor dünyada... Genel eğilim

Yazının Devamını Oku

Daha fazla kurtarmasak mı acaba?

20 Ağustos 2019
RAHMETLİ Özdemir Kaptan (Arkan), “Beyoğlu ve Kısa Geçmişi” adlı kıymetli eserinin “Kurtarıcılardan Kurtulmak Üzerine” başlıklı ilk bölümünü “Dileriz Beyoğlu kurtarıcılarından kurtulmayı başarır” dileğiyle noktalar.

2009’da kaybettiğimiz Özdemir Kaptan’ın kitabı 1988’de, Beyoğlu “yine büyük değişimler” yaşarken yayınlanmıştı. Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı döneminde “Birinci neden trafik, ikinci neden buraya yuvalanmış fuhuş yuvalarını dağıtmaktır” diyerek Tarlabaşı’na giriştiği dönemler...

O dönemde cılız çıkan “Ya- hu tarihi binalar var, başka bir çözüm yok mu?” çıkışlarına karşılık ilginç bir “Yık gitsin!” mutabakatı vardı.

Dönemin popüler dergilerinden Erkekçe’de “Beyoğlu yıkılmalıdır... Bu pisliği temizlemenin tek yolu Beyoğlu’nun o çirkefinin üzerinden buldozerle geçip geniş caddeler açmak, çağdaş yapılar, işyerleri ve meskenlerle çirkefin barınmasının ve saklanmasının önüne geçmektir...” diye kopup giden yazılar yayınlanmaktaydı.

O dönemin Güneş gazetesinin “Beyoğlu Dosyası”nda, Attilâ İlhan “‘Eski İstanbul yıkılıyor, mahvoluyor’ diye düşünenler var. Mahvolan Pera’dır. Pera’nın da Türklük ile alakası yoktur. Yıkılmasında hiç sakınca yoktur. Zaten buraların tamamı Ermeni mimarlar tarafından yapılmıştır” şeklinde hamasi demeçler veriyordu.

Yine Güneş’te İlhan Berk’in “Eski Beyoğlu dediğimiz bir azınlık kompradorluğu, bir talan, haraç dükalığıdır. Bu ise hiçbir çiçeği büyütemez” dediğini okuyorduk.

Memleketin uzak geçmişinde de, yakın geçmişinde de, Osmanlı’da da Cumhuriyet’te de Beyoğlu’nu bir şekilde ders verilmesi, başının ezilmesi, intikam alınması gereken bir semt olarak görenler hiç eksik olmadı.

Canına okumayı da bir şekilde başardılar hep.

1831 ve 1870’teki büyük yangınlar, depremler, salgın hastalıklar kadar hatta daha fazla zarar verenler hep karar alıcılar oldu...

Yazının Devamını Oku

Fena halde meçhul!

17 Ağustos 2019
Kanat Atkaya yazdı.

Şampiyon  Galatasaray sezonu ancak ‘ilk maçın günahı olmaz’ şeklinde geçiştirilebilecek berbat bir performans sunarak açtı. Bir alt ligde şampiyon olarak yeniden ‘ana sahneye’ dönüş yapan Denizlispor ise neredeyse sıfırdan kurguladığı kadrosuyla daha derli toplu şekilde mücadele etti ve bileğinin hakkıyla 3 puanı kazandı. Maç Galatasaray’ın istediği şekilde başladı ve ilk 7 dakika içinde biri Diagne ile ‘net’ olmak üzere Belhanda ve Babel ile toplamda 3 kez golü kokladı ancak ‘maksat hâsıl olmadı’ bir türlü. 29’uncu dakikada kazandığı penaltıyla rakibi kırma şansını Selçuk’un Stachiowiak’a takılmasıyla değerlendiremedikten sonra ise kırılmaya yakın takım durumuna geçti sarı kırmızılılar.Topa daha fazla sahip olan, daha fazla pas yapan, rakip sahada daha fazla topla buluşan taraf Galatasaray’dı istatistikler göre ancak ‘aleyhine’ gözüken bir başka istatistik daha belirleyici oldu; ikili mücadeleler. Yakıcı noktalarda kazanılamayan/kaybedilen toplar karşı atak kozunu iyi kullanabilecek oyunculara sahip Ege temsilcisini tehlikeli kılmaya başladı ve faturayı gol olarak değilse de eksilerek ödedi son şampiyon.Marcao’nun ilk yarıda iki sarı kart üzerinden kızarmasıyla eksilen Galatasaray, ikinci yarıya Seri’yi feda edip cüsse ve tecrübe sahibi nöbetçi stoper Donk ile başladı. Geçen sezon skor üretiminin taşıyıcı kolonlarından Onyekuru’nun gidişi kanat ataklarında rotayı sağ tarafa çevirmesine neden olmuş vaziyette Galatasaray’da; ama oraya da Feghouli dönene kadar pek umut bağlamamak gerekiyor.

SAHANIN YILDIZI RECEP NİYAZ’DI

Yeni düzen arayışı içindeki Galatasaray ikinci yarıda Jimmy Durmaz’ın yerine Emre Mor’u sahaya sürerek bir hamle yaptı ama eksik takımı canlandırmak için sadece iyi niyetli bir girişim olarak kaldı o da. Neticede Denizlispor ikinci yarıda eksik ve dağınık Galatasaray karşısında ipleri tamamen eline aldı ve sahanın tartışılmaz yıldızı konumundaki Recep Niyaz’ın şahane şutuyla hak ettiği galibiyete uzanmış oldu. Tek başına Galatasaray savunmasını dağıtan Rodallega’nın uzatmada gelen golü de ‘pastanın kreması’ oldu, klişe tabirle. Babel dışında ‘tam isabet’ olarak değerlendirilebilecek bir isim ön plana çıkmadı Galatasaray’da. Ama yolun henüz başında bu tür değerlendirmeler yapmak yanlış olur. Tatilden veya katıldıkları turnuvalardan fiziksel/ruhsal açıdan eksik dönmüş oyuncuların zamanla form tutmalarını ummak gerekiyor sadece. Muslera dışında nerede olduğunu bilen bir oyuncu bile yoktu dün akşam sahada. İlacı zaman Galatasaray’ın; ama o ilaç bu uzun koşuda, hele ki Avrupa seferlerinde ne kadar işe yarar; orası fena halde meçhul.

NEREDESİN FALCAO!

Falcao gelir mi, gelirse hangi düzeyde katkı sağlar bilmiyoruz, bilemiyoruz. Yine de Diagne’nin ‘kaygısızlığından’ kurtarması bile dev bir katkı olacaktır. Diagne’yi ‘gönderemeden’ Falcao’yu almak tuzlu bir fatura ödemek anlamına gelecek, orası kesin. Ama motivasyon üstadı Fatih Terim’in bile zorlanacağı bir vaka var karşımızda. Katkısı neredeyse sıfır, sahada duruşu ve hatta oyundan çıkışı bile problemli arkadaşın. Bu vaziyetten kurtulur mu, dev bir performans sıçraması yaşar mı, mesela beni utandırır mı bekleyip görmek gerekiyor. Ancak manzaraya bakınca insan sadece şunu söyleyebiliyor: Yetiş ya Falcao!

Yazının Devamını Oku

Geldiniz mi Paul Abi’nin sözüne?

15 Ağustos 2019
PAUL Lafargue der ki: “(İşçi sınıfı) Doğal içgüdülerine dönmeli, burjuva devriminin metafizikçi savunucularının hazırladığı veremli İnsan Hakları’ndan binlerce kere daha kutsal olan Tembellik Hakkı’nı ilan etmeli, günde üç saatten çok çalışmamaya kendini zorlamalı, günün ve gecenin geri kalan saatlerinde tembellik etmeli ve tıka basa yemeli.”

Paul Lafargue’ı tanımayanlar için Karl Marx’ın damadı (kızı Laura ile evliydi) ve yukarıda alıntı yaptığım ‘Tembellik Hakkı’* adlı sosyalist klasiğin yazarı olduğunu not düşelim.

Kitabı dilimize kazandıran rahmetli Vedat Günyol’un not düştüğü gibi “Lafargue çalışmaya değil, insanı insanlıktan çıkaran aşırı çalışmaya karşı mücadele ediyordu...”

Lafargue’ın eserini yayınladığı 19’uncu yüzyılda Fransa’da günlük mesainin 17 saate ulaştığı düşünülürse mücadelenin haklılığı da ortaya çıkıyor.

“70 yaşını aşıp, kendisine ve başkalarına yük olacak duruma düşmemek için” 69 yaşındayken eşiyle birlikte hayatına son veren Lafargue, 1911’de veda mektubunu “45 yıldan beri kendimi adadığım davanın, yakın bir gelecekte başarıya ulaşacağından emin olmanın büyük sevinciyle ölüyorum” diye noktalıyordu.

Paul Lafargue’ın davasının ne derece başarıya ulaştığı tartışmasını bir kenara bırakalım ama...

Dün Hürriyet’te “Rusya haftada 4 gün çalışma sistemine geçmeye hazırlanıyor” başlığıyla yayınlanan haberi okuyunca, “Yavaş yavaş da olsa lafına geliyorlar Paul Abi” dedim kendi kendime...

Rusya Başbakanı Dimitri Medvedev, 2 ay önce ilk işaret fişeğini çakmış ve çalışanların dünya çapında mustarip olduğu “tükenmişlik ve aşırı yorgunluk sendromundan” kurtarmak için yakın gelecekte haftada 4 gün çalışma sistemine geçilebileceğini belirtmişti.

Dünkü haberden öğrendiğimiz kadarıyla çalışanların ücretlerini koruyarak, kademeli şekilde geçilmesi planlanan yeni sistemin işsizliği de azaltması öngörülüyor.

Yazının Devamını Oku