Her yeni mücadele taze bir nefes olur, yeniden doğumdur her proje, ele avuca sığmaz bu uçarı kuş için... Renkli tüyleriyle yorulmadan hayatın yaralarını sarar. Darda kalana uçar, koşar. Bilgisi, hüneri, cüreti öyle fazla ki, avlanmaz kolay kolay. İstediğinde ulaşılmaz olur. Kendi masalını yazar ve yazdığını da yaşar... Kahramanlarını seçer, bulur. Alır, taşır. Uzaklara yolculuk yaptırır. Tekrar çağrılsın diye de tüylerinden bir demet bırakır. İşte o tüylerden bir demet sohbet size... “İstanbulname” adlı müzikaliyle Nükhet yine sahnede...
* Nedir yıllar sonra Nükhet Duru’yu yeniden müzikal sevdasına kaptıran?
- Rahmetli Egemen Bostancı’dan sonra bu tip işler yapılmıyordu. Bir gün Türker İnanoğlu’nu ziyarete gitmiştim. “Yeniden müzikaller olmayacak mı, olamaz mı?” diye adeta dert yandım. Üzerinden bir yıl geçti, “Kız müzikalde oynayacak mısın?” diye beni aradı. Sesini duyunca ne konusunu sordum ne de rolümü, heyecanla “Tamam yolla anlaşmayı, hemen imzalıyorum” demişim.
* Konu müzikal olunca “Gözüm kapalı atlarım” diyorsun...
- Müzikalden ziyade işin içinde Türker Bey’in imzası olunca gözüm kapalı atlarım. Bilirim ki o beni kollar, bana en yakışacak işi benden bile daha iyi bilir. Zaten kendisi bugün Nükhet Duru’yu keşfeden üç kişiden biridir. Diğerlerini de sormadan söyleyeyim; Günay ve Egemen Bostancı...
Hani daha sıcağı sıcağına, o gözümüzü sana yeni açtığımız ocak ayının ilk günlerinde Charlie Hebdo’yu kana boyayan kabus gibi görüntülerle altüst etmiştin ya kimyamızı...
Daha o günlerde sana gıcık olmaya başladım...
Sonrasında, acımasız bir inatla hemen her gününde ardı arkası kesilmedi ülkemden ve dünyanın dört bir köşesinden gelen kara haberlerin.
Şimdi burada bana hepsini tek tek saydırıp listesini yaptırma, tadımızı daha da kaçırma.
Allah şahit, neredeyse gün yüzü göstermedin be arkadaş!
Kafamızı Doğu’ya çevirdik müthiş bir acı...
Batı’ya çevirdik karmakarışık...
Öyle kitap kurdu falan değilimdir ama masamda, başucumda, elimin altında, gözümün önünde hep dursunlar isterim.
Kimi zaman haftalar boyu hiçbirinin kapağını açmam, kimi geceyse bir kitabın sayfalarıyla birlikte karşılarız yeni günün doğuşunu...
Sanırım her geçen yıl biraz daha bağlanıyorum onlara. Etrafımdaki insan sayısı azaldıkça, bakıyorum da evdeki kitap sayısı çoğalır olmuş...
Yediğim kazıklarla yüzleştikçe, onlarla muhabbetim iyice artıyor.
Biliyorum, içinizden “İzzet durup dururken bunca lacivert laf da nereden çıktı şimdi?” diyorsunuz. Bu, yılın son yazısı efendim.
BEN Mİ YAŞLANIYORUM DÜNYA MI TATSIZLAŞIYOR?
Efendim bu yıllardır çoğaltılmaya doyulamayan tablo Leonardo da Vinci’nin ‘sırıtışıyla’ meşhur Mona Lisa’sı.
Duvarlarından birini süslediği Louvre Müzesi’nde saatte ortalama 1500 kişi ziyaret ediyor ‘kızımız’ Mona’yı. Müzede 6000 eser daha var ama nafile! Ziyaretçilerin yüzde 95’i ilk önce Mona Lisa’ya ‘selam verip’ sonra diğer eserlerle haşır neşir oluyorlar.
Peki nedir O’nu bu kadar özel kılan? Neden sanatla yakından uzaktan alakası olmayan ‘sokaktaki adam’ bile Mona Lisa’yı gördüğünde halasının kızını görmüş gibi tanıyan gözlerle bakıyor bu portreye?
LOUVRE YATIP KALKIP HIRSIZA DUA ETSİN!
Louvre’dakiler yatsınlar kalksınlar Vincenzo Peruggia adlı hırsıza dua etsinler! Eğer o olmasaydı, belki de Mona Lisa’yla ‘akraba’ olamayacaktık hiçbirimiz.
Rol gereği bile olsa, ikna olmadığı hiçbir şeyi yapmayacak kadar ilkelerine bağlı bir sanatçı. Şimdiki gençler pek bilmez ama bir zamanlar “Ya Seninle Ya Sensiz”le fırtınalar estirmişti müzik dünyasında. Ardından tiyatro sahnelerinde ve ekranın “Çemberimde Gül Oya” gibi fenomen dizilerinde can verdiği karakterlerle taht kurdu izleyicinin yüreğinde. Şimdilerde “Hayat Mucizelere Gebe”de izliyoruz onu yine büyük hayranlıkla. Ama “yazsam roman olur” dediği müthiş bir hatıralar galerisi de var elbette yıllar içinde biriktirdiği ardında. İşte bugün konuğum bu dimdik kadın. O hâlâ çok alımlı, müthiş zarif, lafını hiç esirgemeyen ve dünya yıkılsa bildiğinden taviz vermeyen, bu yola yeni çıkan gençlere tam anlamıyla örnek olacak bir sanatçı; huzurlarınızda Işıl Yücesoy...
* İtiraf etmeliyim biraz çekiniyorum sizden...
- Hayda... O da nereden çıktı şimdi? Niye çekiniyorsun bakayım?
* Ne bileyim fazla dediğim dedik, inadım inat bir havanız var...
- Şöyle söyleyeyim İzzetçiğim, hayatım boyunca inandığım prensiplerimden asla taviz vermedim. Fakat buna “inat” mı denir bilemem. Mesela Sayın Cüneyt Gökçer’le “Tamirci” piyesini sahnelerken bana “Buraya çök” dedi. “Ancak beni ikna ederseniz çökerim” diye cevap verdim.
İşte tam da o günlerde girdi kızım Revan hayatıma. Daha küçücüktü. Eritre’den yeni gelmişti. “Baba” sözcüğü benim için kendi babama sarf ettiğim bir kelimeden ve Süleyman Demirel’e verilmiş lakaptan ibaretken “İzzet Baba” oluverdim bir anda.
REVAN’LA BİRLİKTE BÜYÜDÜK
Belki de beni doğurmaktan sonra annemin “vesile olduğu” en önemli olaydı Revan’ı evlat edinmem.
Uzun zaman sonra bendeniz de “Ich bin ein Berliner” diyerek bu tarih kokan, hüzünlü, gri şehrin yolunu tuttum. Tabii umarım sonum bu lafı ettikten beş ay sonra suikasta kurban giden Kennedy’ye benzemez.
Efendim Paris’e gidince Eiffel’i, İstanbul’a gelince Boğaz’ı görmemek olmaz. Berlin’de de bunların muadili yıllarca utancın simgesi diye adlandırılan Berlin Duvarı olduğundan, soluğu ilk orada aldım.
SADECE ALMANYA’NIN DEĞİL MERCEDES’İN DE BAŞKENTİ
2. Dünya Savaşı sonrası taş taş üstünde bırakılmamış Berlin, zamanla ulaşım kolaylığı bakımından öylesine bilinçli bir şekilde yeniden inşa edilmiş ki metroyla her yere pat diye gidebiliyorsunuz.
“Ben metro sevmiyorum” diyenlerdenseniz Mercedes ‘sponsorluğundaki’ taksilerden biri de işinizi görecektir. Berlin yalnız Almanya’nın değil, aynı zamanda Mercedes’in de başkenti olduğu için her köşe başına bu taksilerin ‘serpiştirildiğini’ görmeniz mümkün.
Neyse efendim, gelelim Berlin Duvarı’nın kalıntılarına...
Eğlence ve keşmekeşin kalbi İstiklal Caddesi’nde, Beyoğlu kültür mozaiğinin vazgeçilmez bir parçası St. Antuan Bazilikası... Müslüman ziyaretçi sayısının Hıristiyanlar’dan fazla olduğu bu kilisenin tarihi 13. yüzyılın başlarına dayanıyor. 1221’de İstanbul’a yerleşen Fransisken rahipler, 1230’lu yılların başında kurucuları Assisili Aziz Fransua’nın şerefine Galata’da bir kilise inşa ederler. Hatta o zamanlar bu anıtsal tapınağa ‘Latinler’in Ayasofya’sı’ dendiği bile söylenir.
BİR ÖNCEKİ BİNA TRAMVAY YOLU İÇİN YIKILMIŞ
1639 ve 1660’da çıkan yangınların ardından iki kere yeniden inşa edilen Aziz Fransua, 1696’da bir kez daha etrafını çevreleyen alevlerden mucizevi şekilde kurtulur. Fakat bu sefer de annesinin baskısıyla II. Mustafa tarafından camiye dönüştürülür. Ardından da Aziz Antuan adına Pera’da başka bir kilise yapılır.
180 yıl ayakta kalan Aziz Antuan ise 1904’te tramvay yolu yapılabilmesi için yıkılınca, rahipler yeni bir yer aramaya koyulur. Ve sonunda Beyoğlu’nun ilk betonarme yapısı olma özelliğini taşıyan St. Antuan Bazilikası bugünkü ‘ikametgahındaki’ yerini alır.