Paylaş
Uzun zaman sonra bendeniz de “Ich bin ein Berliner” diyerek bu tarih kokan, hüzünlü, gri şehrin yolunu tuttum. Tabii umarım sonum bu lafı ettikten beş ay sonra suikasta kurban giden Kennedy’ye benzemez.
Efendim Paris’e gidince Eiffel’i, İstanbul’a gelince Boğaz’ı görmemek olmaz. Berlin’de de bunların muadili yıllarca utancın simgesi diye adlandırılan Berlin Duvarı olduğundan, soluğu ilk orada aldım.
SADECE ALMANYA’NIN DEĞİL MERCEDES’İN DE BAŞKENTİ
2. Dünya Savaşı sonrası taş taş üstünde bırakılmamış Berlin, zamanla ulaşım kolaylığı bakımından öylesine bilinçli bir şekilde yeniden inşa edilmiş ki metroyla her yere pat diye gidebiliyorsunuz.
“Ben metro sevmiyorum” diyenlerdenseniz Mercedes ‘sponsorluğundaki’ taksilerden biri de işinizi görecektir. Berlin yalnız Almanya’nın değil, aynı zamanda Mercedes’in de başkenti olduğu için her köşe başına bu taksilerin ‘serpiştirildiğini’ görmeniz mümkün.
Neyse efendim, gelelim Berlin Duvarı’nın kalıntılarına...
2. Dünya Savaşı’nın bitiminde savaşı kaybeden Almanya ve başkent Berlin işgal kuvvetlerince Amerikan, Fransız, İngiliz ve Sovyet bölgesi olarak dörde bölünmüş.
Batılı işgal kuvvetleri bir araya gelip Almanya’yı yeniden inşaya başladığında, Sovyetler intikam duygusuyla Doğu Almanya’daki Almanları cezalandırmaya karar vermiş.
Gerek ekonomik gerek siyasi anlamda çok kötü durumda olan Doğu tarafından Batı’ya kaçışlar da işte o günlerde başlamış.
Bunları engellemek için başlangıçta sınıra örülen dikenli teller yeterli olmayınca 1961’de ‘utanç duvarı’ tam 28 yıl ayakta kalacak şekilde inşa edilmiş.
DUVARIN PARÇALARI 5 İLA 50 EURO ARASINDA SATILIYOR
Berlin Duvarı’nın 9 Kasım 1989’da yıkıldığı günü dün gibi hatırlıyorum.
Bütün dünya, televizyonlarının karşısına kitlenmiş, yıllardır birbirlerinden ayrı kalmış akrabaların, dostların kavuşmasını, insanlık ayıbı dev bir ‘kafesin’ kapısının açılışını izliyordu.
Doğu’dan Batı’ya ilk defa askerler tarafından durdurulmadan veya vurulmadan geçen insanların arasında bugünün Almanya Şansölyesi Angela Merkel de bulunuyordu. Doğu Avrupa’da komünizmin çöküşü ve Soğuk Savaş döneminin sonunun habercisi olan bu olayın gerçekleştiği bölge şimdilerde bir turist cenneti.
Hatta duvardan artakalan taş parçaları komünizme ‘dil çıkarır’ gibi 5 ila 50 Euro fiyatla hediyelik eşya dükkanlarında satılmakta.
İşgal kuvvetlerinin ortak bölgesi Checkpoint Charlie ise Amerikan, Sovyet, İngiliz ve Fransız askerleriyle fotoğraf çektirdikten sonra, etraftaki kafelerde sıcak çikolata yudumlayabileceğiniz bir buluşma noktası haline gelmiş.
Neyse efendim ‘duvar ziyareti’ vazifesini yerine getirdikten sonra sıra Berlin’in en meşhur restoranı Adnan’a gitmeye geldi.
Bu mekanın şöhreti Berlin’i aşıp dünyaya yayılmış, hatta seneler içinde Tom Cruise’dan, Brad Pitt’e kadar pek çok ünlü ismin uğrak yeri olmuş.
ADNAN BİZ GELİYORUZ BRAD ORADA MI?
Daha önce duymayanlar için özet geçelim, Adnan; Berlin’de Adnan Oral tarafından işletilen bir İtalyan restoranı.
Türk-Alman-İtalyan ortak yapımı denilebilir yani. Madonna gibi soyadını bir kenara atıp sadece adıyla bilinen Adnan’ı Berlin’de tanımayan yok. Oraya kadar gidip de bu mekana uğramamak elbette olmazdı.
Sempatikliği ve güzelliğiyle Meryem Uzerli’yi aratmayan garsonumuz Funda’yla kimler gelip gidiyor diye laflıyoruz. “Kenan İmirzalıoğlu’nun eski sevgilisi sık sık geliyor” diyor, Zeynep Beşerler’in adını hatırlayamayarak.
Hafıza sıkıntısı içinde bocalarken “Hah işte bu kız” diyor elindeki ‘akıllı’ telefonunun ekranını göstererek. Zeynep’i İstanbul’da da görürüz sen Tom’dan, Brad’den falan bahset deyince “Gözlerine bakmamaya çalıştım ama ne mümkün, elim titredi” diye dalıyor lafa.
Ve hepimizin “Nasıl yani?” bakışları arasında olayı açıklığa şöyle kavuşturuyor. Geçen yıl servis yaparken, şefinin “Caffe latte Brad Pitt’in masasına” diye seslendiğini ve kendisinin de “O zaman bir çay koyayım da Angelina’ya da verelim” diye dalga geçtikten, sonra bir anda Brad’i fark edip elleri titreye titreye gözlerinde kaybolduğunu heyecanla anlatıyor.
Yiyeceğimizi yedik, göreceğimizi gördük, artık otele gitme zamanı...
Fakat Berlin sürprizlerle dolu...
ARTEMİS’İ DİNLİYORUM GÖZ KAPAKLARIM AĞIR...
Muhabbetimizi samimi ve eğlenceli bulmasından mı yoksa iki sap araçta olmamızdan mı bilinmez taksicimiz Artemis konusunu açarak sohbete dahil oldu. Yine bilmeyenler için parantez daha açalım...
Efendim Artemis, Berlin’in pardon Avrupa’nın en büyük “sauna” kulübü ve bir aile şirketi, sahibi de tahmin edeceğiniz gibi bir Türk.
10 yıldır hizmet veren bu ‘rahatlama yuvasına’ gitmemiz konusunda şoförün müthiş bir ısrarıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Ben, bu hafif yılışık ısrara aldırış etmeden yorgunluktan kapanan gözlerime teslim oluyorum. Bir an önce oteldeki yatağıma kavuşma hevesindeyim. Ama o iştahla anlatmaya devam ediyor.
Artemis’in beş milyon Euro’ya mal olan kışkırtıcı tasarımını diline dolamış. Zannedersiniz Fallus, Zebra, Casablanca gibi isimlerle anılan fantezi odalarındaki yuvarlak yatakların birinden yeni çıkmış bizimkisi...
Nihayet otele geliyoruz, “Emin misin abi” der gibi bakan gözlerine aldırmadan odamın yolunu tutuyorum.
BEN GİTMEDİM HİKAYESİNİ BİZİM LEVO’DAN DİNLEDİM
Ancak taksicinin biteviye ısrarı bizim Levo’yu çok etkilemiş olacak ki, ertesi sabah hiçbirimize söylemeden Artemis’e firar ettiğini itiraf etti.
Meğer bu 4 katlı binanın içindeki ‘kulüp’te havuz, sauna gibi hizmetlerin dışında misafirleri ‘memnun etmek’ için 70 tane ‘edep yerlerini örtmeyi unutan’ beden işçisi hatun da hazır bekliyormuş.
Erkeklerse adeta Birleşmiş Milletler gibiymiş... “Türk’ü, Alman’ı, Arap’ı, İngiliz’i dünyanın her yerinden adam oradaydı” diye heyecanla anlattı bizimki...
Havuz deyince aklınıza sakın olimpik falan gelmesin, iki kulaçlık ama bol ‘şehvetli’ bir yermiş. 2005’te kapılarını açan kulübe girmek için 80 Euro bayılmak mecburiymiş.
Odada yarım saatlik ‘kişiye özel servis’ ise 60 Euro ekstra. İsterseniz sinema salonlarında, isterseniz de özel odalarda ‘rahatlayabiliyormuşsunuz’.
“Sinema salonu dediysem” diye başlıyor anlatmaya bizimki; öyle Star Wars falan oynamıyormuş. Elinde bira bardaklı, yüz kiloluk çirkin amcaların, bellerine bağladıkları havludan fırlayan göbekleriyle arz-ı endam ettikleri salonda 15’er dakikalık porno filmler gösteriliyormuş.
Yunan mitolojisinde bakire kalmaya and içmiş bir tanrıça olan Artemis, adının ne için kullanıldığını görse gidip Zeus’a şikayet eder miydi diye düşünmeden edemiyor insan...
GRİ BERLİN’E VEDA
Sabahın beşi... Hava aydınlanmak üzere ama puslu... İstanbul’un yolları taştan... Memlekete dönüş için taksi beklemekteyim.
Berlin’den geriye kalanlar, ülke gündemi gibi konular zihnimi kurcalarken arabaya atlıyorum. Berlin’de öykü aramaya gerek yok çünkü son dakikaya kadar hikayenin kendisi sen oluyorsun.
Gelen taksinin şoförü kadın, üstelik de Türk...
Laflamaya başlıyoruz. “Hayat zor, şartlar çok ağır” diye kafadan yürek dağlıyor. Merkel’i hiç sevmiyor. Giderek pahalılaşan hayatta nefes almanın zorluğundan yakınıyor.
Türkiye ekonomisine lafı getireyim derken kendi atlıyor; “Burada durum Türkiye’den daha da beter, Allah hepimize acısın...”
Geçen yılın Alman ekonomisinin altın yılı olduğundan söz açıp biraz rahatlatmak istiyorum. “Cebimize giren çıkan belli, bazıları için altındı herhalde ama bizim gibilere uğramaz” diyor.
Düşen kiralar, sanatçı teşviklerinden konu açmayı düşünüp susuyorum. “Allah’a emanet ol” diye uğurluyor beni.
Gri örtüsüyle ayrılıyorum Berlin’den bir dahaki gelişimde renklenmesini dileyerek...
Paylaş