Herkes gibi, sahnedeki pos bıyıklı, uzun boylu genç şair de kendi mısralarını okurken gözlerini ondan alamıyordu.
Ama ne olduysa oldu, şiirin tam ortasında oturduğu yerden kalktı, kapıya doğru yürüdü kızıl saçlı afet.
Bir an onun ardından bakan şair, mikrofona iyice yaklaştı ve devam etti dizelerine;
“Sana gitme demeyeceğim
Ama gitme Lavinia
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme Lavinia”
Gerçek bir dünya starı olmasına rağmen samimiyetine ve içtenliğine beni tek kelimeyle hayran bıraktı. Darısı burnundan kıl aldırmayan bizim ‘mahalli starların’ başına...
Bir daha ne zaman geliyorsun ‘bizim topraklara’? Eminim Türkiye’deki hayranların seni çok özlemiştir...
Ben de Türkiye’yi gerçekten çok özledim. Eğer programımızı ayarlayabilirsek ağustosta Türkiye’deyim. Bir de ekim veya kasımda başlayacak dünya turnesi kapsamında konser için tekrar geleceğim herhalde. Fakat bu sefer sadece İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirleri değil, pek çok yerini gezip görmek istiyorum. Gelir gelmez ilk iş o muhteşem hamamlardan birine gideceğim.
Hamam sefası yapmaya öyle mi?
Türk hamamını sevmeyen insan aklını kaçırmış olmalı. Dünyadaki en keyifli şeylerden biri diyebilirim...
*Ricky Martin’i tanıyoruz ya da tanıdığımızı sanıyoruz ama gel sen bize önce Enrique Jose Martin Morales IV’ten bahset...
- Bayağı eskilere gideceğiz anlaşılan. Fakat önce şuna bir açıklık getirelim, ben Enrique Jose değil Enrique Martin’im.
*Sevmiyor musun Jose ismini?
- (Gülüyor) Sevip sevmememin bir önemi yok çünkü Jose benim ismim değil. Yıllar önce bir röportajda adımı yanlış yazdılar diye hâlâ beni Enrique Jose sananlar var.
*Vallahi ben de internetin yalancısıyım...
Ziyaretine gelen hayranlarından biri sordu: “Tanrı bu hastalık için neden senin gibi bir adamı seçti?”
Ashe’nin cevabı muhteşemdi:
“Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar. Bunun 5 milyonu tenis oynamayı öğrenebilir. 500 bini profesyonel oyuncu olur ve 50 bini ise Wimbledon Turnuvası’na katılır. Bunlardan sadece ikisi finale kalır. Şampiyonluk kupasını havaya kaldırırken Tanrı’ya “Niçin ben?” diye sormadım. Şimdi nasıl sorabilirim….
Başarı, insanı ışıltılı; zorluklar, güçlü; hüzün ise insanı insan yapar… Asla niçin ben diye sormayın… Ne olacaksa olur…
Benzinleri tükenmek üzereydi. Teknenin içindeki iki adamın son umudu, az önce yanlarında beliren Rumen şilebi Plehanov’du. Bir yandan koskoca gemiye çarpıp dibi boylamaktan korkuyorlar, diğer yandan da güvertedeki tayfalara sesleniyorlardı.
Fakat Plehanov’un kaptanının bu iki davetsiz misafiri konuk etmeye hiç niyeti yoktu.
Bir ara motorun dümenindeki Refik Erduran, dalgaların sesini bastırmak istercesine “Üzerinde hiç para var mı?” diye bağırdı.
Yanındaki sarı saçlı, mavi gözlü adam şaşkınlıkla sordu “Burada can pazarındayız, ne yapacaksın parayı?”
“Kaptana rüşvet teklif edeceğim” dedi Erduran. Gözleri öfkeyle parladı Nazım Hikmet’in ve o gür sesiyle haykırdı: “Komünist kaptan benden rüşvet alır mı hiç be adam?”
Çok değil, bu olaydan birkaç gün önce Refik Erduran, annesinin akrabası olan zamanın Kuzey Deniz Saha Komutanı Münci Paşa’yı ziyaret etmişti.
Kısa bir sohbet sonrası, Erduran yeni bir film senaryosu yazdığını, çekimleri Boğaz’da yapacaklarını söylemiş, İstanbul Boğazı’nın çıkışında kontrol olup olmadığını sormuştu. Paşadan ‘hayır’ cevabını aldıktan sonra içi rahatlamıştı.
Modern dergiciliğimizin kurucusu olan Arıklı’nın büyük bir acı üzerine inşa edilmiş özel yaşamında öyle ayrıntılar var ki film yapılsa yeridir.
Arıklı, Lozan’da Alp Yalman, İsmail Cem gibi arkadaşlarıyla Siyasal Bilimler okuduktan sonra henüz 24 yaşındayken Boğaziçi’nden tanıştığı büyük aşkı İnci Trak ile evlenmişti.
Kaderin garip bir cilvesi olarak ‘kankası‘ İsmail Cem de, İnci’nin kız kardeşi Elçin Trak ile aynı yıllarda hayatını bileştirecekti.
Ercan ile İnci’nin dillere destan aşk hikayesi, ne yazık ki büyük bir trajedi ile sonuçlandı.
1973 yılında evliliğin temelleri çatırdamaya başlarken, İnci Hanım büyük bir bunalıma girmiş; bir kasım gecesi Neuchatel’de Podries Caddesi’ndeki evinde iki oğlu ile birlikte havagazını açarak ölümü beklemeye başlamıştı.
Bu arada bilinçsiz olarak yaktığı bir sigara, büyük bir patlamaya neden olacaktı.
Podres Caddesi’ndeki ev, Ercan Arıklı’nın iki oğlunun mezarı olmuştu.
Daha önce Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupéry’nin yazılmış dört biyografi kitabı varken, bir beşincisini yazmaya neden gerek duydunuz?
- Benim yazdığımın farkı, kitabın kahramanı Küçük Prens’in biyografisini Saint-Exupery’nin hayatı üzerinden yazmış olmam. Yani romanın yaşam öyküsü... Kitabı okuyan bir Fransız diplomat, “Böyle bir şeye hayatımda ilk defa şahit oluyorum. Bir edebi yapıtı, yaratıcısı üzerinden yeniden inşa etmişsin” dedi.
Kaç yaşında tanıştınız “Küçük Prens” ile?
- İlk okuduğumda 5 yaşındaydım. En son geçen sene, yani 65 yaşımda okudum. Ayrıca bu kitabı yazarken defalarca yeniden gözden geçirdim. Okuyup araştırdıkça anladım ki Saint-Exupéry, önceki kitaplarının hepsini “Küçük Prens”in sadeliğine ve mükemmeliyetine ulaşmak için yazmış.
Yoksa Küçük Prens, Saint-Exupéry’nin kendisi mi?- Aynen... Bunlar aslında beş kardeş. Güneş Kral diyorlar Saint-Exupéry’ye; sarışın, bukleli, lepiska saçlı bir çocuk. Küçük Prens lafına aldanmayın; büyüyüp savaş pilotu olduğunda boyu 1.90’ı aşıyor. Öylesine uzun ki, uçaklara ancak çenesi dizlerine değerek binebiliyor. Patagonya’nın volkanları, yaradılıştan bu yana hiçbir insan eli değmemiş bakir doğa, Senegal’in Baobab ağaçları, And Dağları’nın mutlak sessizliği üzerinde dolaştıktan sonra hayatının son yılında bütün kitaplarının önüne geçen bu romanı yazıyor. “Küçük Prens”, yazarın yaşarken mükemmelliği arayışının destanıdır.
BÜYÜMEK ZORUNDA KALMAK HAYATIN EN BÜYÜK DRAMIDünyada bugüne kadar 150 milyondan fazla satmış bir kitaptan söz ediyoruz. Türkiye’de de her yıl onbinlerce satmaya devam ediyor. Sizce bunun arkasındaki tılsım ne? - Gün geliyor insanlar içlerindeki çocuğu öldürüyorlar, sonra da ona dönmek isteği duyuyorlar. Tıpkı Küçük Prens’in kendi masumiyet gezegenine dönmek isteği gibi. Bu ne bir çocuk kitabı, ne de yetişkinlerin kendini bulma kitabı... Bambaşka bir tür yaratmış Saint-Exupéry. Sezgi dünyası ile yaşadığımız fiziki dünya arasında bir bağ var kitapta. Hayatın gerçeklerine bakıp hüzünlendikçe “Küçük Prens”e sığınıyorsunuz.
20. Yüzyılın ikonu haline gelen Che, 9 Ekim 1967’de Bolivya yakınlarındaki La Higera’daki köhne bir okul odasında böylece katledilmişti. Cesedi bir helikopterin iniş takımlarına bağlandı, Vallegrande’de bir hastaneye götürüldü. Burada elleri kesildikten sonra, Bolivya ordusu askerleri tarafından bilinmeyen bir yere nakledildi. İşin en hazin yanı, onu ihbar edenlerin, özgürlüklerine kavuşturmak için uğruna savaştığı Bolivya köylüleri olmasıydı.
Bu ölüm haberi en çok Felix Rodriguez’i heyecanlandırmıştı. Rodriguez, bir CIA ajanıydı ve Guevara’yı yakalamak için Bolivya köylerinde dolaşıp duruyordu. Onun ele geçirildiğini öğrendiği an hemen Langley’i (CIA Merkez ofisi) bilgilendirmiş ve Che’nin infazına yetişmişti. Felix Rodriguez’in en büyük ‘gururu’ Ernesto’nun Rolex saatini, el fenerini ve bazı kişisel eşyalarını almak olmuştu. Daha sonra verdiği röportajlarda bunları gazetecilere gösterip böbürlenmekten de geri kalmamıştı. Bu eşyalardan bir kısmı CIA müzesinde hala sergilenmektedir.
Aradan tam 30 yıl geçti. 17 Ekim 1997‘de, Ernesto Che Guevara’nın elleri olmayan cesedi, daha doğrusu ondan geri kalanlar, Vallegrande yakınlarındaki bir uçak pistinin altından kazılarak çıkarıldı. DNA testiyle kimliği tespit edildi ve Küba’ya gönderilip Castro’ya teslim edildi. Guevara kendisi için hazırlanan anıt mezara askeri bir törenle gömüldü.