Paylaş
Masalardan birinde oturan genç kadın önce saatine baktı, sonra kırgın bakışlarını karşısındaki orta yaşlı adama çevirdi; “Herhalde gelmeyecek ağabey, iki saat bekledik.”
Adam mahçup bir tavırla başını önüne eğdi, “Biraz daha beklesek...” Ama kadın öfkeyle kalkmış masadan ve uzaklaşmıştı.
Cemal Süreya onun ardından bakarken mırıldandı: “Ahmed, ne yaptın sen, nerelerdesin?”
Cemal Süreya ve Ahmed’in arkadaşlıkları çok eskilere dayanıyordu.
Haftanın hemen hemen her gecesi Ulus Gazetesi’nde buluşur, oradan meyhanenin yolunu tutar, sabaha karşı da Kızılay’a kadar yürüyüp orada ayrılırlardı.
Bir gece aniden ortadan kayboldu Ahmed. Ne gazeteye gelir oldu, ne de her zaman gittikleri meyhaneye.
Cemal Süreya sonunda onu salaş bir mekanda rakı şişesinin başında buldu.
Kadehinden büyük bir yudum aldıktan sonra “Sana karşı büyük bir hata işledim” dedi Ahmed; “O yüzden kaçıyordum. Kız kardeşine aşık oldum...”
Dostundan aldığı cevap işe şu sözcüklerden ibaretti: “Bunu neresi hata. Senden daha iyisini mi bulacak?”
Sonrasını şöyle anlatıyor Cemal Süreya: “Kardeşime söyledim. Kız şaşırdı, ikisi de birbirini tanımıyor. ‘Evlen kız, Türkiye’nin en iyi şairi’ dedim. Zafer çarşısındaki kahvede sözleştik. Tanışacaklar. Aldım gittim kardeşimi. Bekle bekle Ahmed yok. Kız bozuldu, onuruna dokundu. Ertesi gün öğrendim ki, temiz gömleği olmadığı için gelememiş Ahmed.”
Bir yandan tek bir temiz gömleği olmadığı için sevdiği kadınla randevusuna gidemeyecek kadar ince bir ruh hali, diğer yandan tek bir kitabıyla nesilleri etkileyecek kadar destansı bir gönül...
Yaşasaydı bugün tam 87 yaşında olacaktı Ahmed Arif.
‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ ilk ve tek şiir kitabıydı Ahmed Arif’in.
Dünya edebiyatında ise bu kadar az şiiri olup da halkı tarafından bu denli sevilmiş çok az ozan vardır.
Ve tabii şiirleri şarkılar oldu, dillerden dile dolaştı...
Cem Karaca; ‘Ellerim kelepçede/Tütünsüz, uykusuz kaldım/ Terk etmedi sevdan beni’ dedi;
Fikret Kızılok; ‘Vurulmuşum/ Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında/ Yatarım kanlı, upuzun..’
Zülfü Livaneli; ‘Kirvem hallarımı aynı böyle yaz/ Rivayet sanılır belki / Gül memeler değil / Domdom kurşunu/ Paramparça ağzımdaki...’ mısralarını ölümsüzleştirdi.
Ve Ahmet Kaya: ‘Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır / Üşüyorum, kapama gözlerini…’ dizelerini...
Biz de can dostu Cemal Süreya’nın onun için yazdığı şu bir kaç satırla analım Ahmed Arif’i:
“Bir şair: Ahmed Arif
Toplar dağların rüzgarlarını
Dağıtır çocuklara erken...”
7 maddede ‘Kurt Seyit ve Şura’ neden tutmadı
Yılın merakla beklenen dizisiydi. Başrolde ekranların en popüler ismi Kıvanç Tatlıtuğ vardı. Üstelik hikaye de Nermin Bezmen’in çok sevilen ve çok satan aynı adlı popüler romanından alınmıştı. Ama olmadı, istenilen başarıyı bir türlü yakalayamadı. İşte bana göre bu dizi için ‘olmadı’ dedirten 7 neden...
Bir Dizinin aylar öncesinden yayınlanmaya başlayan fragmanlarının yarattığı yüksek beklentinin, Rus klasiklerinin ‘İki adım ileri bir adım geri’ temposunda cılız bir aksiyona dönüşmesi...
İki Pek çok kişinin, sezonun ortasında yayına giren Kurt Seyit ve Şura başlamadan Küçük Ağa’nın tutkunu olması... Seyirci artık o eski seyirci değil; elinizde en yakışıklı erkekler, en güzel kızlar olsa da zamanlamaya dikkat edeceksiniz. Yoksa bir bakmışsınız, küçümsediğin dizilerin gerisinde kalmışsınız.
Üç Hiç gerek yokken Kurtlar Vadisi’nin elinde tuttuğu ‘bir bölümde en çok ölen karakter sayısı’ rekorunu kırmaya çalışması... O işi zaten en iyi şekilde yapan başkaları var zaten.
Dört Fazla traşın cildi bozduğu gibi, fazla ağdalı diyalogların da seyirciyi bozması, yorması ve diziden soğutması.
Beş Diziden çok her bölümünün sanki ayrı bir filmmiş gibi çekilmesi... Bu da izleyiciyi açısından ciddi bir takip lezzeti yoksunluğu yaratıyor ve diziden uzaklaştırıyor.
Altı Kostüm işi abartılıp seyircinin o kıyafetlerin ardında özlediği Kıvanç’ı bir türlü görememesi. Dizinin, sokak modasına hiçbir şekilde etki edememesi...
Yedi Behlül’e, Kuzey’e ve onların her haline ikna olan seyircinin, Kurt Seyit Kıvanç’a bir türlü ısınamaması. Dizinin hikayesinin, bizim seyirciye çok uzak, fazla yabancı kalması.
Utanç mektubu
“Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde... Artık ölebilir miyim?”
Bu satırlarla son bulan mektup, internet sitelerinden gazete sayfalarına kadar “Gabriel Garcia Marquez’in son mektubu’ diye o kadar çok yayınlandı ki duymayan kalmadı.
Efendim, acı ama gerçek olsa da bu mektup maalesef ona ait değil. Peki nasıl yayıldı bu tevatür ve bu satırların sahibi kim?
1999 yılında ünlü yazar lenf kanserine yakalanınca bir süre ortalarda görünmemiş, sağlık durumu hakkında çeşitli söylentiler yayılmıştı.
İşte bu arada Marquez’e ait olduğu söylenen ‘The Puppet’ (Kukla) başlıklı bir mektup ilk kez La Republica gazetesinde yayınlandı.
İspanyolca yazılıp Rafael Jesus Gonzalez adlı kişi tarafından İngilizce’ye çevrilen, son derece acıklı ve dokunaklı bir dille, ölüm döşeğinde kaleme alınmış mektuba, aciz bir ihtiyarın sözcükleri hakimdi.
Mektup birkaç gün içinde dünyaya yayılınca Meksika gazeteleri ve radyoları Garcia’nın bu satırlarla hayata veda ettiğini duyurdu.
Hatta ‘Kuğu’nun Şarkısı’ gibi dramatik başlıklarla süslediler bu asparagas haberi.
Oysa metnin yazarı Johnny Welch isimli bir vantrologtu ve bu cümleleri kuklası için yazmıştı. Ünlü yazar, pek çok yerde bu gerçeği anlatsa da artık atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmişti.
Marquez, mektubun sahte olduğunu açıklarken aynen şöyle demişti: “Beni ölümden çok, insanların bu kadar zevksiz bir şey yazabileceğime inanmalarından duyduğum utanç korkutuyor.”
Korktuğu da başına geldi... Çoğumuz yazdığı onca harika eser yerine o kıytırık mektupla uğurladık çağımızın efsanesini.
Paylaş