Paylaş
Herkes gibi, sahnedeki pos bıyıklı, uzun boylu genç şair de kendi mısralarını okurken gözlerini ondan alamıyordu.
Ama ne olduysa oldu, şiirin tam ortasında oturduğu yerden kalktı, kapıya doğru yürüdü kızıl saçlı afet.
Bir an onun ardından bakan şair, mikrofona iyice yaklaştı ve devam etti dizelerine;
“Sana gitme demeyeceğim
Ama gitme Lavinia
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme Lavinia”
Özdemir Asaf, büyük bir aşkla sevdiği ama bir türlü açılamadığı ‘o’ genç kadın için yazmıştı ünlü Lavinia şiirini.
1950’lilerin başında bir efsaneydi Lavinia... Sadece güzelliği ile değil kültürü ve sezgileri ile de dönemin şairlerini, yazarlarını, sanatçılarını derinden etkilemişti.
İşte bu yüzden Asaf onun için “Öldürmekten daha beter anlıyorsun insanı” demişti.
1923 yılının 11 Haziran günü doğan Özdemir Asaf, platonik aşkının ismini asla vermemişti.
Ama yıllar sonra Prof. Dr. Haluk Oral, “Şiir Hikayeleri” kitabını yazarken bu fenomen kadının kimliğini keşfetmişti.
Özdemir Asaf’ın Lavinia şiiri ile efsaneleştirdiği bu güzeller güzeli kadın aslında 1925 doğumlu Mevhibe Beyat’tı.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde arkadaşları onu Rita Hayworth’a benzettikleri için ünlü filminden esinlenerek Gilda ismini takmışlardı.
Adalet Cimcoz da Marilyn Monreo’ya benzettiği için Marlin derdi ona. Ama o Asaf’ın şiirindeki Lavinia adıyla ölümsüzleşti.
Sadece Özdemir Asaf aşık değildi ona. Lavinia aynı zamanda ona uzaktan uzağa aşık olan Oktay Akbal’ın bir hikayesindeki ‘Hisya’ydı.
Mevhibe Hanım, ne Özdemir Asaf’ı ne Oktay Akbal’ı sevdi. İlk aşkı akademiden hocası olan ressam Edip Hakkı Köseoğlu’ydu. 1952 yılında ise Cumhuriyet’in baş yazarı İlhan Selçuk ile evlendi.
Yıllar sonra Selçuk ‘Lavinia’ başlıklı bir yazıda o gönleri şöyle özetler: “Lavinia’ya aşıktı Özdemir. Oysa o yıllarda Lavinia yere bakan birine tutulmuştu; fırtınalı bir ilişkinin tensel terinde köpüklenen dalgasını yaşarken, gönüllerde dolaşmanın çekiminden de vazgeçemiyordu.”
‘Yere bakan biri’ İlhan Selçuk’un kendisinden başkası değildi.
Mücap Ofluoğlu ondan bahsederken “Mevhibe, güzelliğiyle çevresini etkilemiş, sevgilileriyle, şiirlere yansıyan çekiciliğiyle ünlü bir şairimizin ‘Lavinia’sı olmuştu” der ama şairin yani Özdemir Asaf’ın adını vermez.
İlhan Selçuk’tan ayrıldıktan sonra Mevhibe Hanım çok şaşırtıcı bir evlilik daha yapacaktı.
O günlerde dublaj da yapan Mücap Ofluoğlu, Öztürk Serengil’in filmlerini seslendirirken bir ara “Yeşşeee” demiş; bu laf Serengil’i ününe ün katmıştı. ‘Yeşşee’nin mucidi Ofluoğlu bir gün Öztürk Serengil’i Mevhibe Beyat ile tanıştırmıştı.
Bu tanışma nikah masasında noktalandı. Mevhibe Hanım daha sonra fotoğraf sanatçısı, kameraman Muhlis Hasa ile evlendi ve 1970 yılında hayata veda etti.
Özdemir Asaf’a gelince... Kızı Seda Arun’un naklettiği şu küçük anekdot onun yüce gönlünü ne güzel anlatır...
‘R’leri söyleyememesiyle ünlenen şair bir gün Cağaloğlu’ndan Karaköy’e gitmek için bir taksiye biner. Aynı dertten müzdarip olan şoför “Neğeye biğadeğ?” diye sorunca Asaf utancından “Kağaköy” diyemez, “Eminönü” der. Orada iner, Karaköy’e kadar yürür.
Ve Can Yücel, 28 Ocak 1981 günü Bebek Camisi’nden Aşiyan’a kadar geldikten sonra “Cenaze Dönüşü” adlı şu şiiri yazar: “Anlaşıldı bu / R’lerin intikamı / Onlar yuttu Özdemir Asaf’ı.”
Şimdi doğumunun 91. yılında geriye dönüp baktığımızda görüyoruz ki ne R’ler yutabilmiş Özdemir Asaf’ı, ne Lavinia’sı... Bütün renklerin aynı hızla kirlendiği bir dünyada şiir birinciliği ona vermiş çünkü.
Benim sinemalarım
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türk Sineması’nın 100. yılı etkinlikleri kapsamında halk oyuyla en iyi 100 Türk filmini seçiyormuş.
Sağolsun Ahmet Hakan da kendi beğendiği 10 filmi yazmış önceki gün köşesinde...
İşte bu da nacizane benim unutamadığım 10 film. Elbette zevkler ve renkler tartışılmaz...
Bir
Selvi Boylum Al Yazmalım
Solun katı sloganlar ve ajitasyon filmleriyle var olmaya çalıştığı bir dönemde bu dünya görüşünün yumuşacık, sıcacık, hüzünlü bir aşk hikayesiyle de anlatılabileceğini ispat ettiği için... Ve tabii ki Ali Özgentürk’ün, Aytmatov’dan çevirdiği “Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti...” diye başlayan şiir gibi diyalogları için.
İki
Sürü
Kırsal kesimdeki Kürtler’in mutsuzluğunu, umutsuzluğu anlatırken insanlık ve fedakarlık gibi olguları muteşem görüntülerle harmanladığı için... O insanların kurtuluş gibi gördükleri büyük şehirlerin aslında vahşi doğadan daha vahşi olduğunu yüzümüze çarptığı için... Ayrıca Yılmaz Güney’in senaryosu, Zeki Ökten’in rejisi ve Tuncel Kurtiz’in harika oyunları da işin bonusu...
Üç
Masumiyet
Zeki Demirkubuz’un kaybedenlerin hikayesini anlatırken yerellik ve evrenselliği muhteşem bir şekilde bağdaştırdığı, bir yandan Dostoyevski’ye göz kırparken diğer yandan özgünlüğünü koruyabildiği için. Ve tabii ki, Haluk Bilginer’in kır sahnesindeki defalarca izlenesi o efsane tiradı yüzünden...
Dört
Arabesk
Ertem Eğilmez gibi ustanın veda filmi olduğu, bilindik bütün Yeşilçam klişeleriyle oynatıp hepsini gözlerimizin önüne serip paramparça ettiği ve bana sorarsanız çekilmiş en güzel müzikal Türk filmi olduğu için...
Beş
Ağır Roman
Her türlü tezatın yaşandığı İstanbul’a özgü bir toplumsal zenginliği yansıttığı, suç ve cinayetle örülmüş şizofrenik bir dünyada sevgiyi en yalın biçimde muhteşem biçimde anlattığı için.
Altı
Eşkıya
Aşkı ve fedakarlığı destansı bir şekilde anlatan bir film olması; üstelik Şener Şen, Uğur Yücel ve Yavuz Turgul isimlerinin bir araya gelmesi yetmez mi? Ve hepimize “Hayatın sevda karşısında ne önemi var” cümlesini söyleten o muhteşem final sahnesi için...
Yedi
Gemide
“Bir memleket gibidir gemi... Her şey düzenli ve kontrol altında olmalıdır... Kaidelere uyulmalıdır, kanunlara, nizamlara...” diye başlayan cümlesine bütünüyle tezat yepyeni bir sinema dili oluşturduğu, yıllardır sabun köpüğü dizilerle harcanan Erkan Can’ın gerçek oyunculuğunu izleme fırsatı verdiği için...
Sekiz
Kibar Feyzo
Cinsiyetçiliği, ağalık düzenini eleştiren politik mesajlarına rağmen içtenlikten bir an bile uzaklaşmayan Kemal Sunal- Şener Şen ikilisinin bugün bile insanı kahkahalara boğan diyalogları ve müthiş oyunculukları yüzünden.
Dokuz
Tabutta Rövaşata
İyi film yapmak için büyük bütçeler gerekmediğini ispat edip, küçük insanların büyük hikayelerini nefis bir dille anlattığı ve elbette Ahmet Uğurlu’nun sıradışı oyunculuğu için...
On
Otobüs
Türk Sineması’nın en etkileyici ve yürek delici filmlerinden biri olduğu için. Stockholm’de medeniyetin ortasında eski bir otobüsün içinde sıkışıp kalan dokuz Türk işcisinin çaresizliğini öyle bir anlatır ki seyrederken nutkunuz tutulur.
Hülya Avşar ile Yıldız Tilbe arasındaki 7 fark
Bir
Hülya Avşar ortalığı, Yıldız Tilbe kafaları karıştırır.
İki
Hülya Avşar tenisle kalori yakar, Yıldız Tilbe şarkılarıyla yürekleri yakar.
Üç
Hülya Avşar kalçalarını sallar, Yıldız Tilbe baştan aşağı sallanır.
Dört
Hülya Avşar’ın gözlerine Mavi Mavi diye şarkı yazılır, Yıldız Tilbe her göz rengine hitap eden şarkıları kendi yazar.
Beş
Hülya Avşar düğününüze gelir altın takar, Yıldız Tilbe gelin ve damatla halay çeker.
Altı
Hülya Avşar balıkçıya gitmeyi çok sever, Yıldız Tilbe rakı şişesinde balıktır.
Yedi
Hülya Avşar resmi tatildir, Yıldız Tilbe’ye her gün bayram.
Paylaş