Paylaş
Daha önce Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupéry’nin yazılmış dört biyografi kitabı varken, bir beşincisini yazmaya neden gerek duydunuz?
- Benim yazdığımın farkı, kitabın kahramanı Küçük Prens’in biyografisini Saint-Exupery’nin hayatı üzerinden yazmış olmam. Yani romanın yaşam öyküsü... Kitabı okuyan bir Fransız diplomat, “Böyle bir şeye hayatımda ilk defa şahit oluyorum. Bir edebi yapıtı, yaratıcısı üzerinden yeniden inşa etmişsin” dedi.
Kaç yaşında tanıştınız “Küçük Prens” ile?
- İlk okuduğumda 5 yaşındaydım. En son geçen sene, yani 65 yaşımda okudum. Ayrıca bu kitabı yazarken defalarca yeniden gözden geçirdim. Okuyup araştırdıkça anladım ki Saint-Exupéry, önceki kitaplarının hepsini “Küçük Prens”in sadeliğine ve mükemmeliyetine ulaşmak için yazmış.
Yoksa Küçük Prens, Saint-Exupéry’nin kendisi mi?
- Aynen... Bunlar aslında beş kardeş. Güneş Kral diyorlar Saint-Exupéry’ye; sarışın, bukleli, lepiska saçlı bir çocuk. Küçük Prens lafına aldanmayın; büyüyüp savaş pilotu olduğunda boyu 1.90’ı aşıyor. Öylesine uzun ki, uçaklara ancak çenesi dizlerine değerek binebiliyor. Patagonya’nın volkanları, yaradılıştan bu yana hiçbir insan eli değmemiş bakir doğa, Senegal’in Baobab ağaçları, And Dağları’nın mutlak sessizliği üzerinde dolaştıktan sonra hayatının son yılında bütün kitaplarının önüne geçen bu romanı yazıyor. “Küçük Prens”, yazarın yaşarken mükemmelliği arayışının destanıdır.
BÜYÜMEK ZORUNDA KALMAK HAYATIN EN BÜYÜK DRAMI
Dünyada bugüne kadar 150 milyondan fazla satmış bir kitaptan söz ediyoruz. Türkiye’de de her yıl onbinlerce satmaya devam ediyor. Sizce bunun arkasındaki tılsım ne?
- Gün geliyor insanlar içlerindeki çocuğu öldürüyorlar, sonra da ona dönmek isteği duyuyorlar. Tıpkı Küçük Prens’in kendi masumiyet gezegenine dönmek isteği gibi. Bu ne bir çocuk kitabı, ne de yetişkinlerin kendini bulma kitabı... Bambaşka bir tür yaratmış Saint-Exupéry. Sezgi dünyası ile yaşadığımız fiziki dünya arasında bir bağ var kitapta. Hayatın gerçeklerine bakıp hüzünlendikçe “Küçük Prens”e sığınıyorsunuz.
Hayatın içinde bulamadığımız cevapları “Küçük Prens”ten mi bekliyoruz?
- Evet, Mao’dan Bhutan Prensi’ne, Dalai Lama’dan Brejnev’e, Beatles’tan Pink Floyd’a, Pele’den Maradona’ya kadar akla gelebilecek her kesimden insanın hayatlarının en azından bir bölümünü etkilemiş, masumiyet çağlarının simgesi olmuş. Mesela Küçük Prens, tilkiye soruyor “Herkes gerçekten bahsediyor ama ben göremiyorum, gerçek nedir?” diye. “Gerçek gözle görülmez, aslolan bakıp da göremediğin şeylerdir” diyor tilki. Gerçekten de bakıp da görmek istemediğimiz, “Yok canım bu kadar da olmaz” dediğimiz olguların diğer yüzüne, yani eşyanın arka tarafına bakmayı öğrenebilirsek, toplum olarak daha aydınlık bir geleceğe yürüyebiliriz.
Gerçekten de inanıyor musunuz siz buna?
- İnanmak zorundayım. Ben bu memlekette öteki yüzde 50’denim. Birinci yüzde 50 gibi insanları ayırmıyorum. Küçük Prens’in aramızda genişleyerek açılan uçurumun üzerine bir köprü kurarak bizi birleştirmesini diliyorum ama onlar aynı ulusun farklı eğitim düzeylerinden gelmişler. Mutlaka bir yerde ayrıştırılıyoruz.
Onların farklı eğitim düzeyinden geldiğine nasıl karar verdiniz de suçluyorsunuz?
- Ben suçlamıyorum. İlk yüzde 50, ikinciyi suçluyor diyorum.
MUKTEDİRLERLE KÜÇÜK PRENS’LER ARASINDA BİR MÜCADELE BAŞLADI
Eğri oturup doğru konuşalım, ikinci yüzde 50 de uzun yıllar onları kabul etmedi.
- Ama suçlamadılar da...
Yapmayın, 28 Şubat’ın üzerinden daha çok zaman geçmedi...
- Kendini aydın sınıfına koyan hiç kimsenin 28 Şubat’ı içine sindirdiğine inanmıyorum. Postmodern darbe dediğimiz şey, bir avuç askerin işidir. Her şey gelip içimizdeki çocuğa dayanıyor. Onu kaybetmediğimiz sürece hayatımız mutlu ve anlamlı geçmeye devam eder. Küçük Prens’in dediği gibi; “Büyümek zorunda kalmak hayatımızın en büyük dramı.”
Bir yandan da en büyük çelişkisi...
- Ne yazık ki öyle. Mesela Gezi olaylarından bu yana muktedirlerle Küçük Prens’ler arasında büyük bir mücadele başladı. Güç sahibi olanlar masumiyete karşı Pirus Zaferi’yle sonuçlanacak bir kavgaya girdiler. Masumiyet kaybolmaya başladığı zaman toplumlarda çok büyük sıkıntılar baş gösterir.
Neden kaybediyoruz masumiyetimizi?
- Küçük Prens bir sarhoşla karşılaşıyor ve “Neden içiyorsun?” diye soruyor. “İçki içmekten utandığımı unutmak için” diye yanıt veriyor sarhoş. Biz de artık hiçbir şey yapamamaktan utandığımız için kaybediyoruz masumiyetimizi.
SOMA’DAKİ ÇOCUKLAR HAYATLARI BOYUNCA KABUS GÖRECEK
Hayata hep Küçük Prens’in gözünden mi bakıyorsunuz?
- Evet, çünkü aradığım cevaplar orada. Mesela “Bana bir kuzu çiz ama gülümü yemesin, bir de tasma tak” diyor Küçük Prens. Kuzu çiziliyor, tasması da var ama tasmayı kontrol edecek kayış çizilmemiş. Bu ne anlama geliyor?
Ben nereden bileyim uzman sizsiniz...
- Demokrasilerde halk oyuyla gelmiş bazı liderler otoriterleşme eğilimine girebiliyor, kendi iktidarlarını korumak için ellerinden geleni yapıyorlar. Toplumun da bunu dizginleyecek bazı kurumları var; mesela yargı... İşte o kayışın çizilmesinin engellenmesini, bugünkü Türkiye’nin koşullarında kontrol mekanizmasının giderek örselendiği biçiminde yorumluyorum.
Kayış kimin elinde peki?
- Küçük Prens burada olsaydı, gökyüzüne şöyle bir bakar “Benim elimde” derdi. İşte bu yüzden ona ihtiyacımız var.
Son bir yıldır sanki toplum olarak hep çocuklarla sınanıyoruz. Gerek Gezi’de yitirdiklerimiz gerekse 301 madencinin geride bıraktığı 432 yetim gibi...
- Soma bir masumiyet mezarlığıdır bence. Hayatını kaybedenler için yapacak bir şey yok ama geride kalan çocuklar o anda masumiyetlerini yitirdiler. Yaşamları boyunca hep kabus görecekler...
Soma’daki çocukların Küçük Prens’likleri bu kadar erken mi bitti?
- Bence bitti. En büyük günah o çocukların masumiyetini öldürmekti. Yok burs vereceklermiş, yok maddi yardım yapılacakmış. Bunlar parayla onarılacak şeyler değil. İçlerinde paramparça olan sırça sarayların kırıntılarını artık ne verirseniz verin asla toplayamazsınız.
ADANA’YA MECBURİ İNİŞ SONRASI ZİNDANA ATILDI
Kitabınızda çok ilginç ayrıntılar da var. Örneğin Exupéry’nin hocası Louis Bleriot’nun Taksim Topçu Kışlası’ndaki uçuşu gibi...
- Bleriot dünyanın ilk havacılık kahramanlarından biriydi. 1909 yılında bugünkü Gezi Parkı’nın tam ortasından havalanıyor ama kısa bir süre sonra topal bir ördek gibi Tatavla’daki (Kurtuluş) bir evin bahçesine düşüyor. Oradan geçen birkaç kişi ve iki zabit yardımına koşuyor.
Bunları hangi kaynaktan öğrendiniz?
- Sonradan Fransız Kültür Bakanı olan ünlü yazar Andre Malraux, Saint-Exupéry’nin ölümünün 20. yılında radyolarda anlatıyor bunu. Hatta “Kurtarmaya gelen iki Türk zabitten biri ileride Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak olan Mustafa Kemal’di” diyor. Ayrıca Saint-Exupéry’nin uçuş dersi aldığı bir başka öğretmeni; Yüzbaşı Degoist... Hem Fransız Havayolları Air France’ın kuruluşunda öncülük yaptı hem de Osmanlı Hava Kuvvetleri’ni kurmak için İstanbul’a geldi.
Saint-Exupéry’nin aklına İstanbul’u getirenler de bu isimler galiba...
- Saint-Exupéry’nin en büyük hayallerinden biri İstanbul’da yaşamaktı. 1919’da kız kardeşine yazdığı mektupta; “Bir gün mühendis olup çok para kazandığımda üç otomobil alacağım, seninle birlikte İstanbul’a gideceğiz, orada sultan olacağım” diyor. Zaten kitaptaki B612 gezegeninin ilhamını da Kapadokya üzerinden uçarken Göreme’den almış. “Burası ayrı bir gezegen herhalde” diye düşünmüş.
Bir de üstadın Adana macerası var...
- Saint-Exupéry, 1935’te Adana’ya mecburi iniş yapıyor. Uçağı kırmızı olduğu için “Bolşevikler, komünistler, kızıllar geldi. Yetişin, ülkeyi istila ediyorlar” diye ortalık karışıyor, jandarma bunu tutuklayıp zindana atıyor. Ama bir gün sonra Ankara’daki en yüksek makamdan alınan izinle serbest bırakılıp yoluna devam ediyor.
Kimmiş bu en yüksek makam?
- Falih Rıfkı’ya göre Atatürk... Çankaya isimli kitabında “Dünyaca tanınan bir Fransız havacının mağduriyetini önledi” diye Atatürk’e ithafta bulunuyor. Yine Falih Rıfkı’ya atfedilen bir konuşmaya göre, “İstikbal göklerdedir” sözünü Mustafa Kemal, Saint-Exupéry’nin konferanslarından ilham alarak söylemiş.
MUSTAFA KEMAL DİKTATÖR DEĞİL OTORİTER BİRİYDİ
Küçük Prens’in geldiği gezegeni ilk gözlemleyenin bir Türk olduğu doğru mudur?
- Evet ancak materyalist ve önyargılı Batı kafası bunu reddeder. Zira bu adamın başında püsküllü fes, ayağında da kuşaklı şalvarı vardır. Yani kılık ve kıyafeti Batı uygarlığına göre gülünç olduğundan ona inanmazlar.
Küçük Prens Exupéry, bu durumu nasıl yorumluyor?
- Kongre üyelerinin sadece “komik” kıyafeti nedeniyle Türk astronomunun önemli buluşunu dikkate almamalarını “Yetişkinler böyledir işte” diyerek kınıyor. Sonra da kitapta şöyle devam ediyor: “Bereket versin ki B612’nin ünü için, bir Türk diktatör, ölüm cezası ile tehdit ederek halkını Avrupalı giysiler giymeye zorladı. Bu nedenle 1920’de astronom çok şık batılı giysiler içinde tebliğini bir kez daha sunabildi. Ve bu kez bütün dünya görüşlerini kabul etti.”
Hep konuşulan “Küçük Prens’te bahsi geçen diktatör Atatürk’tür” söylentisi bu cümleden mi çıkıyor?
- Türk diktatör, Mustafa Kemal Atatürk, tarih 1920. İçinde çok rahatsız edici yanlışlar barındıran bir söylem bu.
Türkçe baskılarında bunu hiç okumadık...
- Çünkü bizim çevrilerde bu bölüm hep makas yemiş. Ancak her ne olursa olsun bir sanat eserini sansürlemek yanlış. Sonuçta Saint-Exupéry burada yalnız Atatürk’ü diktatörlükle değil, Batı zihniyetini de önyargılı olmakla suçluyor. “Adam çok büyük alimdi ama giysileri yüzünden kabul görmedi” diyor.
O zaman neden yıllardır bu sansür?
- Kraldan çok kralcı olduğumuzdan... Oysa buna kızmamız için hiçbir neden yok. Adam özgür iradesiyle yazmış; sonra da çağdaş giysiler giydirip konferansı tekrar verdirmiş. Bütün dünya bu defa onu ayakta alkışlamış. Bir anlamda Türk’ün hakkını teslim etmiş. Bana kalsa sansürlemek yerine, derslerde bu metni örnek olarak gösterirdim.
Atatürk’ün diktatörlükle suçlanmasına rağmen mi?
- O dönemde bütün Avrupa diktatörlük rejimleriyle yönetiliyordu. Hitler’i, Mussolini’yi, Salazar’ı, Franco’yu hatırlayın... Atatürk de yeni bir ulusu sıfırdan inşa ediyordu. “Beyler bu serpuş’un adı şapkadır, bunu giyeceksiniz” diyor. Diğeri de “giymem” diye diretiyor. Ne yapacaksın o zaman?
Size göre de bu diktatörlük mü?
- İsmini diktatörlük koymam çünkü diktatörlük ile otoriterlik farklı şeyler. Evet Mustafa Kemal otoriter bir kişilikti ama yeni bir ulusun inşasında dediğim dedik olmak şarttır. Demirel’in “Bana Milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” sözü misali, kimse bana da “Atatürk diktatördü” dedirtemez...
“KÜÇÜK PRENS”İN YAZARIYLA KOÇ AİLESİ’NİN BAĞI NE?
Bu kitapla birlikte Exupéry’nin Koç Ailesi ile olan sürpriz akrabalığı da ortaya çıktı...
- Akraba değil, hısım diyorum... Ben doğma büyüme İzmirli’yim. İzmir’in meşhur levanten aileleri vardır. Bunların en köklüleri Giraud’lardır. Benim okuduğum Maarif Koleji bu ailenin malikanesiydi. Türkiye’de sanayiyi ilk kuran girişimcilerdendirler.
Saint-Exupéry ile ilişkilerine gelirsek...
- Araştırmalarım sırasında birkaç kez Fransa’ya gittim. Saint-Exupéry’nin kardeşi Gabrielle’in, Giraud Ailesi’nden Pierre adlı biriyle evlendiğini gördüm. İzmirli olduğum için Pierre Giraud ismi dikkatimi çekti. 18. Yüzyılda Giraud’ların büyük bir kolu İzmir’e göçüp orada bir ticaret ve sanayi imparatorluğu kuruyorlar. İzmir’e ilk gelen Giraud’lardan Caroline’in babası Herve Giraud’a kadar hiçbir yerde bir aksaklık yok. Fransa’daki Saint-Exupéry’nin eniştesi Giraud Ailesi ile birebir akraba...
Şu aile ağacı meselesini bir yana bırakıp, durumu iki cümleyle özetleseniz...
- Saint-Exupéry, Caroline Koç’un kan yoluyla akrabası, dolayısıyla Mustafa Koç da onunla evlendiği için hısmıdır.
Bu hısımlığı Caroline ya da Mustafa Koç sizden mi öğrendi?
- Onu bilemem... Ama ben yazdım; kimse çıkıp da “O Giraud Ailesi bunlar değil” demedi. Ne Caroline Hanım ne de Mustafa Koç tekzip ettiğine göre ben yazdığımı doğru kabul ediyorum. Bu arada Saint-Exupéry zamanının efsane pilotlarından. Ben pilotum, Mustafa bey de pilot... Böyle bir bağlantımız da var.
ONNO TUNÇ BİZE YETİŞEBİLMEK İÇİN DAĞLARIN ÜZERİNDEN UÇKTU
Siz pilotluğa kimden özendiniz, Mustafa Koç’tan mı Saint-Exupéry’den mi?
- Benimki tamamen bir tesadüftü. 1988 yılında Özal, sivil havacılığı serbest bıraktı. O zaman Türkiye’ye ilk küçük uçaklar gelmeye başladı. Onları getiren kişi de arkadaşımdı. Bir gün hep birlikte Samandıra’ya uçakları görmeye gittik. Benim amacım uçakları görmek değil, davetteki mangal keyfinin tadını çıkarmaktı.
Nasıl uçaklardı bunlar?
- Tek motorlu pervaneli, beş saat havada kalabilen küçük pırpırlardı. Samandıra’da arkadaşlar “Haydi uçalım” dediler, beni de zor bela bindirdiler. 300 feet’e çıkınca pilot “Sen kullan” dedi, sonra dalışa geçirdi uçağı... Bir yandan “Düşüyoruz abi” diye de dalgasını geçiyor. O anda korkudan birkaç kilo ter döktüğümü hatırlıyorum ama sonra alıştım. Havadayken öfken, sinirin her şey yok oluyor, ölüm gibi bir his...
Tehlikeli değil mi peki?
- Ona bakarsan her şeyin tehlikesi var. Ama öleceksem havada ölmeyi tercih ederim. Yedi arkadaşımızı kaybettik kazalarda. Mesela bir gün kalktık. Önde Mustafa Koç’un uçağı, ikinci uçakta akrabası İsmet Aktar, havalandılar, Marmaris’e gidiyorlardı. Biz en arkadaki uçaktaydık, kule bize hava durumundan dolayı uçuş izni vermedi. İsmet ve ailesinin içinde olduğu uçak Susurluk üzerinde düştü. Zincirlikuyu’dan her geçişte onlara dua okurum.
Rahmetli Onno Tunç da böyle bir uçak kazasında hayatını kaybetmişti...
- O gün hep beraberdik. 13 uçak Hezarfen’den kalkıp Bursa’ya gittik, kebap yedik. Dönüşte hepimiz sahil yolundan gittik çünkü dağın üzerinden geçmek çok tehlikeliydi. Bir uçak en arkada kaldı.
Kimin uçağı?
- Rahmetli Onno’nun. Arkada kalınca bizi yakalayayım diye dağların üzerinden geçmeye çalışmış. Hepimiz indik; Onno hâlâ yok... Kesin her zamanki gibi yine şaka yapıyordur diye düşündük. Bir saat bekledik, haber gelmeyince durumu jandarmaya bildirdik. İki gün sonra dağda uçağın enkazı bulundu.
Bütün bunlardan sonra gerçekten korkmuyor musunuz uçmaktan?
- Bu bir virüs gibi... İçinize girince korkuyu yok ediyor.
BACH VE MOZART DA BİRER PEYGAMBERDİR
Tarihin yanı sıra müziğe de tutkunuz varmış...
- Bir enstrüman çalamam ama evimde 5 bine yakın CD var. Kitaplarımda her zaman öne çıkarmak istediğim şey, idelerle tınıların ahengini kurabilmektir. Bütün evren bir titreşimden oluşur. Bach gibi bir dehanın zihninde o titreşimler notaya öyle bir dökülür ki, dinlediğinizde başka bir alemden geldiğini sanırsınız. Şimdi yine şimşekleri üzerime çekeceğim ama Kuran’daki adı geçen peygamberleri toplasanız sayıları 50’yi bulmaz. Oysa Kuran’da 124 bin, İncil’de 144 bin peygamber olduğundan bahsediliyor.
Bunda şimşekleri üzerinize çekecek ne var ki?
- Daha bitmedi, sözümü kesme ve dinle... Bence Bach da, Beethoven da, Mozart da birer peygamberdir. Mozart’ın 21. Piyano Konçertosu’nu dinleyin, o tınıların ilahi bir kaynaktan gelmediğine kimseyi ikna edemezsiniz. 23 numarayı dinlediğinizde insan ruhundaki en kırılgan nota ve titreşimlerin kulağın duyabileceği en güzel şekilde bestelenerek size sunulduğunu duyarsınız.
Biraz batı hayranı mısınız?
- Hayır. Aynı şeyi Itri’de de bulursunuz. Dünyanın en basit, en ilkel, insanlığın ilk zamanından beri var olan tek bir enstrüman vardır; kaval... Neden kaval veya ney eşliğinde semazenler dönerken en ulvi duyguları yaşıyoruz?
Biraz halktan kopuk hissediyor musunuz kendinizi?
- Hiç öyle bir kaygım yok... Kitaplarımı da tamamen kendim için yazıyorum. Bazı ruhsal açmazlarımın psikanalizini yapmak için kahramanlarımı istediğim şekilde yönetiyorum. Kafamın içinde şeytanlar, melekler, tilkiler birbirlerinin eteklerinden çekiştiriyorlar; onlara bazen ölümü, bazen yaşamı layık görüyorum.
Yani bazen şeytan, bazen melek misiniz?
- Öyle bir sınıflandırmaya da giremem. İnsan aynanın iki yüzü gibidir. Şeytanın tersi melek, meleğin tersi şeytandır. Şeytan da en büyük melektir, baş melektir. Secde etmediği için cennetten kovulmuştur.
Kitaplarınızın tarihle ilgili kısımlarında yoruma da yer veriyor musunuz?
- Kitaplarımdaki tarihsel veriler zaman, mekan, özne olarak hepsi doğru bilgilerdir. Mesela Mimar Sinan hakkında iki romanım var. İkisinde de bütün kaynaklar kronolojik olarak doğrudur. Roman olduğu için kurgu kısımları da var tabii... Mimar Sinan ile Mihrimah’ın aşk hikayesi gibi...
Yıllardır dilden dile dolaşan o meşhur hikaye tamamen kurgu mu yani?
- Herhalde canım, televizyonlara çıktım, defalarca anlattım ama öylesine benimsenmiş ki insanlar artık gerçek gibi kabul ediyor.
Tarihi gerçeklerle kurguyu bir arada kullanmanızın inandırıcılığınızı azaltmasından korkmuyorsunuz?
- Hayır efendim. Tarihi bir roman yazarken 16. yüzyılda olan bir elbiseyi 18. yüzyılda yaşayan birisine giydiremezsiniz. Sadece atlı ulaşımın olduğu bir dönemde trenlerden, otobüslerden bahsedemezsiniz. Anakronizmden kaçınmak gerekir. Ama sonuçta romanın da bir kurgu olduğunu unutmayın.
HÂLÂ SUSKUN KALIYORSAK SUÇ ORTAKLIĞINA DEVAM EDİYORUZ DEMEKTİR
Her ne kadar büyükler de okusa, “Küçük Prens” aslında bir çocuk kitabı. Hayatın sırrı çocuklarda mı?
- Eflatun’un temel öğretisi şudur: Hepimizin güzelliğe bakışı değişiktir ama öze indikçe tek kaynaktan yaratılmış parçalar olduğumuzu fark ederiz. Allah’ın insanı kendi suretinden yarattığını Budizm’den İslam’a kadar pek çok din kabul eder. Sorunun temelindeki hayati unsur, herkesin mutlak güzelliğinin kendi içinden gelmiş olması. Ama yetişme tarzı ile birlikte bakış açıları değişiyor.
Oysa başta mutlak güzellik vardı diyorsunuz.
- Tabii... Sonra sıra o güzelliğin terennümlerine geliyor. Mesela ben Mozart’ın bir eserini dinlerken kendimden geçiyorum, bu başkasına kapı gıcırtısı gibi gelebilir. İnsan çocukluğunu kaybetmediği dönemde, ilk yaratıldığı şekilde masumdur. “Yetişkin olmak bağışlanamaz en büyük günahımdı” diyor ya Küçük Prens... Büyüdükçe o çocuğu kaybetmezseniz, içinizdeki mutlak güzelliği koruyabilir, o güzelliğin sınırları içinde yaşayabilirsiniz.
İnsanların giderek tahümmülsüzleştiğini düşünüyor musunuz?
- Zaafların bir korkaklık haline geldiğini hissediyorum. “İyi niyetliyim ama yapamam” dendiğinde o korkaklık sınırı başlıyor. Bir noktadan sonra hâlâ suskun kalıyorsak, suç ortaklığına devam ediyoruz demektir. Şu anda kesin bir tavır almadıkça başımıza gelenlerden boş yere şikayet etmenin hiçbir önemi kalmayacak.
Paylaş