İşte Osmanlı’yı yöneten kadınlar arasında en hırslı ve ihtiraslı bir ismin, Kösem Sultan’ın bir masal gibi başlayıp kötü sonla biten akıllara durgunluk veren öyküsü...
Harem deyince genç güzel kadınlar, dans eden rakkaseler, cariyeler, harem ağları ve içeride yaşanan entrikalar gelir aklımıza. Oysa sanılanın aksine Osmanlı’da Harem, padişahlar için kurulmuş bir ‘bakireler havuzu’ değil, başlı başına politik bir kurumdu. Bir aşk mabedinden çok bir üniversiteydi harem ve cariyeler de bu üniversitelerin öğrencileri... Çocuk yaşta hareme alınan genç kızlar öyle bir eğitimden geçiyorlardı ki, zamanı gelince padişahları bile etkileyip koskaca Osmanlı’nın kaderinde rol oynuyorlardı. Hürrem Sultan onlardan sadece biriydi... Şimdi size bir başka Osmanlı Amazon’un, Kösem Sultan’ın öyküsünü anlatacağım. Bakalım Hürrem mi yamanmış, Kösem mi?
Topkapı Sarayı’nın uçsuz bucaksız koridorları onun ayak sesleriyle çınlıyordu. Yüzünde öfkeden çok kararlı bir maske vardı sanki. Onu görenler az önce öz oğlunun ölüm emrini verdiğini ve infazı bizzat seyrettiğini asla anlayamazlardı. Sonunda büyük bir salonun kapısını açtı ve içeri girdi. Annesinin geldiğini gören Sultan İbrahim, olduğu yerde korkuyla büzüldü, gözlerindeki dehşet ifadesini saklamaya çalıştı. Kösem Sultan oğluna baktı ve ilk kez gülümsedi; “Ağabeyin Sultan Murat Han öldü oğlum. Osmanlı tahtı artık senindir...” İbrahim yalvarırcasına konuştu; “Beni denemek istiyorsun ama hevesim yoktur, ben istemem tahtı da tacı da...”
Kösem Sultan onu dinlemedi bile... Yanındaki iri yarı iki Kapı Ağası’na işaret etti. İbrahim’i kollarından tutup Taht Odası’na doğru sürüklerlerken genç sultan hala yalvarıyordu. Bunun üzerine onu, ağabeyi IV. Murat’ın odasına doğru iteklediler. Kösem, henüz cesedi soğumamış diğer oğlu Murat’ı işaret etti ve buz gibi bir sesle konuştu. “Kardeşin öldü. Artık bana karşı çıkamayacak. Onun kaderini paylaşmak istemiyorsan tahtın sahibi olacaksın ve her dediğimi yapacaksın”
Kendi kararlarına uymayan ve giderek ona başkaldıran oğlu IV. Murat’ı cellatlarına boğazlatıp diğer oğlu İbrahim’i tahta çıkaran Kösem Sultan, 48 yıl hüküm sürdü Osmanlı’da. Sultan İbrahim’e gelince onun ne tahtta, ne taçta gözü vardı. Ağabeyinin akıbetini tanık olduğu için ölüm korkusu içinde yaşıyor bu duygular da onu giderek dengesizleştiriyordu.
O güne kadar gerçekleşen en büyük protesto gösterisiydi bu. Sadece Amerika değil, dünya kamuoyu da günlerdir idamları durdurmaya çalışıyordu. Avrupa’da yüzbinlerce kişinin katıldığı mitingler düzenleniyor, radyolar sürekli olarak Rosenbergler'in masumluğunu yineleyip duruyordu. Beyaz Saray'a gelen onbinlerce mektup arasında Papa XII. Pius’un af talebi bile vardı.
Olayın dünya çapında yankıları infazları durdurmaya yetmiyordu. Çünkü dönem; McCarthy dönemiydi. Wisconsin Senatörü Joseph McCarthy komünizme karşı ölümcül bir cadı avı başlatmıştı. ABD politikalarına muhalif olan bütün sesler komünist ve vatan haini ilan ediliyordu. İşçiler ve aydınlar üzerinde müthiş bir terör estiriliyor, işçi önderleri komünist oldukları gerekçesiyle hapse atılıyordu.
İşte bu kaos günlerinde Julius ve Ethel Rosenberg çifti, Sovyetler Birliği adına casusluk yapmaktan ve atom bombası yapımının sırlarını düşmana teslim etmekten ötürü yargılandı ve ölümle cezalandırıldı. Julius ve Ethel Rosenberg Yahudi kökenli Amerikalılardı. Her ikisi de çeşitli işçi eylemlerine katılmış, Komünist Partisi’yle ilişkiler kurmuş, sınıf mücadelesiyle ilgilenmiş insanlardı.
Rosenbergler'in yargılanma süreci ise aslında tam bir kara mizahtı. FBI muhbiri David Greenglass kendini kurtarmak i
Az zehir az da bal olarak hayattan aldın mı alacağını anlat bakalım...
Vaaay dinlemişsin yeni şarkımı.
Röportaja gelirken mecburen dinledik işte. (Gülüyor) O zaman önce Az Zehir Az da Bal'ın hikayesiyle başlayalım. Şarkının bestecileri, Özcan Deniz'e parçayı dinletmek için 'Su ve Ateş’ filminin galasına gidiyorlar. Orada benim menajerim Yavuz'la karşılaşınca, bizimki “Cenk'e yeni albümü için şarkı arıyoruz, önce o bir dinlesin. Özcan’a daha sonra dinletirsiniz" demiş. Neyse sonunda şarkıyı dinledim, çok beğendim ve albümüme aldım.
Ayıp olmadı mı Özcan'a? Bildiğin 'yürütmüşsün' şarkıyı.Niye ayıp olsun canım? Özcan daha dinlememişti bile parçayı.
Yeni albüme yeni imaj… Saçların nasıl oldu da böyle birdenbire gürleşti anlamadım doğrusu.
(Gülüyor) Bir sabah kalktığımda kel olmuştum, aynı şekilde bir gün uyandım ve saçlarım gürleşmiş. Şaka bir yana azıcık protez, azıcık ektirme azıcık da kendi saçım derken, üçünden ancak bu çıktı ortaya.
Genel Yayın Yönetmeni Jill Abramson’ın, gazetenin sahibi tarafından yeni bir lidere ihtiyaç olduğu gerekçesiyle kovulmasından bahsetmiyorum.
Hemen ‘sazanlık’ yapmayın :)
Ben, NY Times’ın tüm üst düzey çalışanları ve muhabirleriyle yaptığı toplantı için hazırlanan 91 sayfalık ‘notların’ bir şekilde basına sızdırılmasından bahsediyorum. Bu notlarda çalışanları motive edecek istatistiklerden tutun da düzeltilmesi gereken yanlışlara, rakiplerin yaptıklarından yeni gelişim stratejilerine kadar olumlu olumsuz her şey vardı.
New York’taki ‘arkadaşlar’ hâlâ içlerindeki ‘ajanı’ arayadursunlar, gelin biz bu skandaldan nasıl ‘faydalanabiliriz’ ona bakalım.
NY Times’ın raporunda göze çarpan en önemli nokta, medya devinin dijital çağa ayak uydurma çabaları... Yazılı basın artık ‘tuşlu’ ve ‘klikli’ basın olduğundan, eski ‘matbaaya’ gelen yeni adetleri takip etmek birden bire onların da önceliği haline gelivermiş.
Eskiden sabahın erken saatlerinde kapımızın koluna bırakılan gazeteler, şimdilerde gece yarısından sonra tabletimize ‘asılıyor’.Her şey çok hızlı, çok dinamik, çok genç, çok şeffaf... Falan filan... Peki hiç mi kötü yanı yok bu dijital ‘tüketimin’?
Bana sorarsanız, var!
Ama Gazanfer Bey ve Gönül Hanım arasında seyircinin farkına varmadığı bir durum yaşanıyordu.
İkisi de tüm profesyonelliklerine rağmen Adile ‘anne’ ile göz göze gelmekten kaçınıyorlardı.
Oynanan komediye rağmen aslında sahnede büyük bir trajedi yaşanıyordu.
Perde açılmadan önce gelen bir haber Adile Naşit’e hayatının en acı dakikalarını yaşatmıştı. Ama buna rağmen sahnedeydi Hafize Ana...
Adile Naşit’i can evinden vuran bu haber İzmir turnesinde gelmişti.
Naşit’in 14 yaşındaki oğlu, Ahmet kalp rahatsızlığı yüzünden hayatını kaybetmişti.
Kaderin garip bir cilvesi olarak oğlunun öldüğünü öğrendiği 17 Haziran gecesi, aynı zamanda Adile Naşit’in doğumgünüydü. O geceden sonra bir daha asla doğumgününü kutlamadı.
1967 yılında ortaya atılan bu şehir efsanesi öylesine hızla yayılmış ki milyonlarca insan Paul’ün bir trafik kazasında öldüğüne inanmış. Güya onun yerine kendisine son derece benzeyen William Campbell isimli bir müzisyen geçirilmiş. Hatta William bir dizi estetik ameliyatla Paul’e tıpa tıp benzetilmiş.
O yıl John Lennon hayatının en büyük gafına imza atıp; “Beatles, İsa Mesih’ten daha büyük ve ünlüdür” açıklamasını yapmıştı. Bir anda rüzgar tersine dönmüş; dünyanın pek çok yerinde grubun albümleri kırılıp, posterleri yakılmaya başlanmıştı. İşte o zaman Beatles’ı Beatles yapan menajer Brian Epstein, gruba eski ününü kazandırmak için belki de tarihin en zeki ‘geriye dönüş’ komplosunu hazırlar…
Her şey Beatles’ın ‘Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band’ albümünün çıkmasıyla başlar. Epstein ve ekibi albümün kapağına, kliplere ve şarkılara küçük detaylar yerleştirerek Paul’ün ölümü ile ilgili öylesine inandırıcı ipuçları hazırlar ki Beatles kamuoyunun gündemine bir anda yeniden oturur...
***
Tarih 9 Kasım 1966... İddiaya göre Paul bir albüm çalışmasında grubun diğer elemanlarına sinirlenerek stüdyoyu terk eder ve hışımla dışarıya çıkıp bir arabanın altında kalır. Bu iddia şarkılarından cımbızla çekilen sözlerle güçlendirilir. ‘She's leaving home’ şarkısındaki sözlere göre olay çarşamba sabahı saat 5'te gerçekleşmiştir, ‘A day in life’ şarkısındaki sözlere göre Paul, trafik ışıklarının değiştiğini farketmemiştir, ‘Lady Madonna’ şarkısındaki ipucuna göre ise ölümü basından saklanmıştır.
***
Gelen ölüm makineleri, Franco’ya destek veren Hitler’in hava kuvvetlerine aitti. 28 adet Junkers Ju-87 uçağı göz açıp kapayıncaya kadar kasabanın üzerine tüm bombalarını bıraktı. Hedef kadınlar ve çocuklardı; faşistler İspanya’ya gözdağı vermek istiyorlardı. O gün üç bine yakın masum insan insan can vermiş Guernica alevler içinde kalmıştı.
Takvimler 26 Nisan 1937 gününü gösteriyordu.
***
Çok değil, bu olaydan bir kaç hafta önce İspanya Hükümeti Picasso’ya 1937 Paris Fuarı’nda sergilenmek üzere bir duvar resmi ısmarlamıştı. Ünlü ressam katliamı duyar duymaz kolları sıvadı ve sadece 15 gün içinde 20. Yüzyılın en önemli sanat eserlerinden biri olan Guernica tablosunu bitirdi.
O anda bir hırdavatçı dükkanının vitrinindeki garip makineye takıldı gözü. Yarım metre boyundaki bu tuhaf alet, dönen koluyla bir kahve değirmenini andırıyodu ama değildi. Merakına engel olamadı ve dükkana girdi.
Tezgahtaki yaşlı Ermeni, aletin bir öğütücü olduğunu söylüyordu, başkaca da bir fikri yoktu. Al takke ver külah derken pazarlıkta anlaştılar, Nuri Bey makineyi koltuğunun altına koyup tekrar Kasım rüzgarına bıraktı kendisini.
Keyfi yerindeydi. Ekmek yoksa buğday vardı; bu öğütücü ile kendi ekmeğini kendi yapacak, artık fırın kapılarında elinde karneyle beklemeyecekti. En azından çocuklarının karnı doyacaktı...
Sonra henüz beş yaşındaki küçük yeğeni Bedii’yi düşündü. Amcası, İzzet Bey’in oğlunu kendi çocuklarından bir an olsun ayrı tutmamıştı.
***
Hayatının büyük bir bölümünü denizlerde geçiren ve yeğeni Nuri’yi kardeşi gibi seven İzzet Kaptan, savaş öncesi yılların hatırı sayılır zenginlerindendi. Altmış yaşına geldiği zaman kendisinden yirmi yaş küçük Hamide Hanım ile evlenmiş, bu evlilikten iki çocuğu olmuştu; Bedii ve Şadıman... Onları, yeğeni Nuri Bey’e emanet etti. “Bana bir şey olursa” derdi İzzet Kaptan “Gözüm arkada kalmayacak, sen varsın nasılsa…”
Nuri Bey ise Nafia Hanım ile evlenmiş üç oğlan, iki kız evlat sahibi olmuştu. Aile oldukça kalabalıktı anlayacağınız...
***