Habil, Kabil’le röportaj yapıyor misali karşıma seni aldım... Haydi anlat bakalım Celal Çapa! Kimsin, kimlerdensin?
- Oğlum ne biçim soru bu? Karmaşık soyağacımızı sen benden daha iyi biliyorsun!
Sen bildiğin kadarını anlat, ben ilaveleri yaparım. Babamın Fikret (Şenes) Hanım’la olan evliliğinin “meyvesisin”...
- “Babamın” ne demek? “Babamızın” diyeceksin.
ANNEMLE BABAM BENİ İKİNCİ KEZ EVLENDİKLERİNDE PEYDAHLAMIŞ
Offf eskiden beri bayılırsın zorluk çıkarmaya. Başlasın artık röportaj!
Titremeler içinde yatarken iri kara gözlerini son bir kez açtı. Sanki salonu doldurup onu ayakta alkışlayan hayranlarına o zarif selamını vermek istiyordu. Bir de kulaklarında o eski melodi yankılandı;
"Beni de alın koynunuza hatıralar/ Dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar"
Sonra gözleri sonsuza dek kapandı. Adını tarihe altın harflerle yazdıran Türk Tiyatrosunun ilk kadın oyuncusu Afife Jale’nin alkışlarla açılan, acılarla yoğrulan hayat perdesi işte böyle inmişti. Takvimler 73 yıl önce bugünü, 24 Temmuz 1941’i gösteriyordu.
Osmanlı’da Türk ve Müslüman kadınların sahneye çıkması yasaktı. Ama yüreği tiyatro ateşi ile yanan Afife, henüz 16 yaşındayken kararını vermiş, yolunu seçmişti. Jale takma adını kullanarak Darülbedai’ye başvurdu ve Muhsin Ertuğrul’un özel izniyle stajyer olarak sahneye çıkan ilk kadın tiyatrocu ünvanını kazandı. Ama bu yolculuk kolay olmamıştı. “Fahişe mi olacaksın?” diye üzerine yürüyen babasını bir kalemde silip, ailesini bile terk etmişti.
Tiyatronun ışıkları Afife’ye ilk kez 1919 yılında ‘Yamalar’ oyununda başrolü oynayacak olan Eliza Binemeciyan isimli gayri müslim sanatçının Amerika’ya gitmesiyle güldü. Böylece Afife, Kadıköy’deki Apollon Tiyatrosu’nda sahneye çıkan ilk kadın sanatçı oldu.
Başlangıçta herşey çok iyi gidiyordu. Ama kısa sürede bir Türk kızının sahneye çıkması ortalığı ayağa kaldırdı. Afife’nin o dönemdeki yaşamı tam bir direniş içinde geçti. Kapıdan kovsalar bacadan giriyordu tiyatroya. Ama sonunda Darülbedai yönetimi baskılara dayanamadı ve genç kadını kovmak zorunda kaldı. Bu, onun için sonun başlangıcıydı.
Görev kısa sürede tamamlanmış, komandolar plaja çıkıp çevreyi kontrol altına aldıktan sonra alacakaranlıkta bekleyen destroyerlere gereken işareti vermişlerdi. Genelkurmay’ın yaklaşık bir aydır hazırladığı plan işte o anda devreye girmiş, tarihe Kıbrıs Barış Harekatı olarak geçen ‘kurtarma operasyonu’ başlamıştı. Havadan ve denizden indirme yapan Türk ordusu birkaç gün içinde belirlenen mevzileri ele geçirecekti. Takvimler 20 Temmuz 1974 sabahını gösteriyordu.Harekat boyunca gemilerin telsizlerinden yankılanan bir şarkı, Türk askerinin moral kaynağı olmuş; ayrıca birkaç gün içinde tüm Türkiye’nin diline düşmüştü. “Havasına suyuna, taşına toprağına, bin can feda bir tek dostuma...” diye başlayan şarkı ‘Memleketim’di. O günlerde TRT şarkıyı öylesine sık çalıyordu ki, Kıbrıs Barış Harekatı’nın simgesi olmasının dışında, adeta milli marş haline gelmişti.
Kıbrıs’taki savaşın ikinci haftasında ilginç bir olay yaşanmıştı.
Harekatı takip etmek için Kıbrıs’a giden ve aralarında Mete Akyol, Ergin Konuksever gibi isimlerin de bulunduğu 12 Türk gazeteci EOKA-B muhafızları tarafından esir alınmıştı. EOKA, Yunanistan’ın Kıbrıs’ta kurduğu silahlı, acımasız, biraz da başıbozuk bir örgüttü.
Türk gazeteciler bir türlü dertlerini anlatamıyorlardı ve durum onlar için giderek daha da kötüleşiyordu. Sonunda muhafızların
komutanı bir emir vererek gazetecilerin yüzlerini duvara döndürdü. Askerler silahlarını kaldırdılar... İşin hiç şakası yoktu, kurşuna dizilmek üzereydiler... İşte o anda Mete Akyol, “Havasına suyuna, taşına toprağına, bin can feda bir tek dostuma” diye titrek bir sesle memleketim’i söylemeye başladı. Diğerleri de hemen ona eşlik etmeye başladı. Kıbrıs’taki tutsak gazeteciler yeri göğü inleterek bir ağızdan şarkıyı söylüyordu. EOKA militanları şaşkına dönmüşlerdi. Komutanları öfke ile haykırırken bir cip yaklaştı yanlarına.
Genç bir Yunan yüzbaşı uzaktan durumu görmüş müdahale etmeye gelmişti. “Türk esirleri hemen bana teslim edeceksiniz” diye emretti. Adı Takis Çagaris’ti. Kısa bir süre sonra Yüzbaşı Takis ve Türk gazeteciler Girne yakınlarında bir kır kahvesinde çaylarını yudumluyorlardı. Genç yüzbaşı onlardan özür diledi ve “O söylediğiniz şarkıyı duymasaydım geçip gidecektim” dedi. Mete Akyol ise 37 yıl sonra Emekli General Takis Çagaris’i Ankara’da ağırlayacak ve o günü birlikte yad edeceklerdi. İşin ilginç yanı o efsane şarkıya ses veren Ayten Alpman, baştan beri bu şarkıyı söylemeye karşı çıkmıştı. Şarkının sözlerini Fikret Şenes 1972 yılında yazmıştı. Alpman, yaptığı son röportajlardan birinde “Ben cazcıyım, hep aşk şarkıları söyledim. Bu yüzden Memleketim’i söylemeyi istemedim” demişti.Aradan yıllar geçti. Dört sene önce Antakya Medeniyetler Korosu Konseri’nde dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve Kürt sanatçı Şivan Perver Memleketim’i bir kez daha birlikte söyleyip ayakta alkışlandılar... Şimdi gelelim sazın bam teline...Bizi savaşta ve barışta böylesine birleştiren Memleketim’in orijinalinin ‘Rabbi Elimelekh’ adlı bir Yahudi halk şarkısı olduğunu biliyor muydunuz?
Sahi onlara ne oldu
Zerrin Egeliler:
“Kıyafetten çok hikaye önemli” diyen Ümit Benan’ın defilesinden söz ediyorum.
Ümit, hayatın ona verdiği imkanları bir kenara itip, tutkunu olduğu moda yolunda, sıfırdan başlamayı göze almış bir başarı öyküsünün kahramanı...
O, New York Times’da bir haftada beş kere profili yayınlanan bir tasarımcı.
O, işiyle önce kendisini sonra da ülkesini en iyi şekilde temsil eden özgür bir ruh.
Ümit’le buluştuğumuzda Paris’teki defile ile Tokyo’da açılacak yeni butiğinin heyecanı adeta birbirine karışmıştı. İki günlüğüne geldiği İstanbul’daki bir gününü kendi “hikayesini” bana anlatarak geçiren bu genç adamın katettiği mesafelerin okuyanlara “ilham kaynağı” olacağına inanıyorum.
Buyrun Ümit Benan’ın hayatının “defilesine”...
Üzerindeki desenlere bakarken, içinden muhtemelen “Bu sefer amacıma ulaşacağım” diye geçiriyordu.
Oğlu bir türlü Safiye Sultan’ın etkisinden kurtulamıyor, gözü başka hiçbir kadını görmüyordu.
İmparatorluğun devamı için bir şehzade hatta şehzadeler gerekliydi.
Nurbanu Sultan sözleriyle yaptıramadığını, elindeki tılsımlı gömlekle yaptırabileceğine inanarak, emin adımlarla oğlu III. Murat’ın yanına gitti...Hemen panik yapmayın, ne roman yazarlığına başladım, ne de sıcaklardan kafayı sıyırdım!
Bugünlerde İstanbul’da turist olmak çok hoşuma gittiğinden yolum Topkapı Sarayı’na düştü.
‘Hürrem etkisi’ midir bilmem ama sarayda neredeyse turistten çok Türkler’le karşılaşmak çok hoşuma gitti.
Gerek İstanbul’da gerekse Anadolu’da öylesine bir tarihi hazine içinde yaşıyoruz ki, zaman zaman duruma ‘bağışıklık’ kazanıp, elimizdeki değerlerin kıymetini unutuyoruz.
Londra’dan Fransa’nın Calais şehrine yaptığı gemi yolculuğu onu yormuştu...
Yolculuğun daha iki ayağı vardı. Trenle Paris’e geçecek, oradan da ver elini İstanbul...
Memleket hasretiyle yanıp tutuşuyordu İngiltere’ye gittiğinden beri. Neredeyse her gün okuldan çıkar çıkmaz Londra’daki Türk Büyükelçiliği’ne gidiyordu, biraz olsun yurdunun ‘kokusunu duymak’ için...
Kardeşleri Sabiha ve Rukiye’ye “Ne olur babamızı ikna edin de yurduma döneyim” diye yazdığı mektupların sayısını hatırlamıyordu bile.
İlk dönemin bitmesine yakın psikolojisi iyice bozulmuş ve hastalanmıştı.
Babasının ilk göz ağrısıydı. Hastalık haberi üzerine Türkiye’ye dönüş izni hemen çıktı.
“Sık biraz daha dişini” dedi içinden, “Çok yakında sevdiklerine ve vatanına kavuşacaksın.”
“Mucize çocuk Ozan” anlatmaya başlasın bakalım...
- Anlamadım, ne mucizesi?
4 yaşında konservatuvara girmenden bahsediyorum.- (Gülüyor) Evet öyle bir efsane dolanıyor etrafta.
Kafam karıştı, doğru mu değil mi?
- Yok canım, girmişim girmesine de hatırlamıyorum. Normalde o yaştakileri almamalarına rağmen babam beni ilkokuldan önce sınavlara sokmuş ve kazanmışım. Böyle lafları pek sevmem ama üstün yetenekli çocuklar için açtıkları sınıfta başladım, sonrası malum zaten.
Mozart da 4 yaşında keman çalmaya başlamış.
- Mozart benden bir tık daha iyiymiş, 4 yaşında ilk bestesini yapmış diye biliyorum.
Sedef anlatıyor:
Bu yemek, bizim annemle birlikte hazırladığımız ve hepimizin ortaklaşa en çok sevdiği tariflerden biridir. Bezelye ayıklama işi ben ile Demet’in, diğer teferruatlarsa annemin göreviydi…
Babamla ayrıldıktan sonra biz annemle Bostancı’ya taşınmıştık. O yıllarda her çarşamba Bostancı’da büyük bir pazar kurulurdu. Annemin en büyük keyiflerinden biri bu pazar alışverişlerine yanında bizi götürmekti…
Ben sebzelerin arasında deli gibi eğlenirken, Demet de çığlık çığlığa bağıran pazar esnafını dikkatli gözlerle incelerdi. Ee akşama şenlik var… Hem lezzetli yemekler yenilecek hem de Demet’in pazar gözlemleriyle soframız kahkahayla dolacaktı.