Peki ya Fatma ile Mehmet’in ortanca kızı Eşrefpaşalı Mürşide Gönül Özyeğiner’i tanıyor musunuz? Bu röportajı okuyup onunla tanışırken sanırım siz de benim gibi bazen hüzünlenecek, bazen neşelenecek, bazen de kızacaksınız. Hayatının en güzel yıllarında babam ile yaptığı evliliği pek konuşamadık; başka bir röportajın konusu o... Hemen “Gönül Yazar, ne Yazar” diye o beylik espriyi mırıldanmayın. Bakın yazarsa neler yazıyormuş... Buyrun Taş bebek Gönül’ün fırtınalı yaşamının görünmeyen yüzüne...
Haydi gel, baştan başlayalım Gönül Yazar’ın hikayesini “yazmaya”...
- Bir röportaja sığar mı ayol koskoca Gönül Yazar’ın hikayesi?
Saat sabah 05.29’du. New Mexico’nun Los Alamos Çölü’nde gerçekleştirilen ve Trinity adı verilen bu çok gizli proje, uzun çalışmalar sonunda “başarılı” olmuş, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük patlaması gerçekleşmişti.
Patlamanın yarattığı güç, dünya elektriğinin yüzde 20’sine, yaydığı radyasyon ise dünyadaki bütün radyumun verdiği radyasyonun tam bin katına eşitti.
Bu ilk nükleer patlamanın hazırlıkları büyük bir sır olarak sürdürülmüştü. Sonunda gözü dönmüş Amerikalılar, Japonlar’dan Pearl Harbor’ın intikamını alabileceklerdi.
Aradan bir ay bile geçmemişti. 6 Ağustos 1945 sabahı saat 9.15’te Albay Paul Tibbets’in pilot koltuğunda oturduğu Enola Gay isimli B-29 bombardıman uçağı, Hiroşima’nın üzerine “Little Boy” adı verilen atom bombasını bırakıverdi. Yüzbinlerce masumu yok eden insanlık tarihinin en büyük katliamlarından biri, birkaç dakika içinde yaşanmış ve bitmişti.
Japonlar’ın teslim olmasıyla II. Dünya Savaşı sona eriyor ama Amerika’nın nükleer bomba iştahı sönmek bilmiyordu.
Ancak yeni bombaları deneyecek bir Hiroşima daha yoktu. Fakat ABD için çareler tükenmezdi. Gözlerden uzak, ıssız bölgeler aramaya başladılar.
Pasifik’te 23 adacıktan oluşan Pik Ni, artık savaş tacirlerinin yeni gözdesiydi. Pasifik dilinde “Yeryüzü” ve “Hindistan cevizi” anlamına gelen iki sözcükten oluşan Pik Ni’nin mercan adacıkları, artık nükleer silahların patladığı bir deneme sahasıydı.
Genç kadın salona girdiği anda bütün bakışlar ona çevrildi.
Şafak mavisi gözleri, fildişi gibi teni, kiraz kırmızısı dudaklarıyla bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyordu. Adı, Marilyn Monreo’ydu...
Koluna girdiği uzun boylu, gözlüklü erkek ise tedirgindi...
Oysa yüzlerce kişi aslında onu yani Arthur Miller’i Pulitzer Ödülü’nü alırken alkışlamak için toplanmıştı salona...
Uzaktan bakıldığında çok garip bir çift oluşturuyorlardı. Muhteşem bir güzellikle, olağanüstü bir zekanın birlikteliğini temsil ediyorlardı tam anlamıyla.
52 yıl önce bir 5 Ağustos günü hayata gözlerini yuman Marilyn Monreo’nun ölümünün intihar mı cinayet mi olduğu çok tartışıldı.
Filmlere, romanlara konu oldu. Herkes onun ABD Başkanı Kennedy ile yaşadığı yasak aşkı ve intiharını konuştu yıllarca.
Karşımda sanki Zara’nın ‘yeni sürümü’ duruyor! Anne olduktan sonra adeta sen de yeniden doğmuşsun...
- (Gülüyor) Ya inan annelik müthiş bir bilgelik... “Önce can, sonra canan” derdik eskiden, şimdi “önce canan” diyorsun. Nedensiz, niçinsiz bir fedakârlık var annelikte. Gerçi sevdiğin insan için de aynı şeyi söylersin ama...
İcraata gelince cayar mısın sözünden?
- İşte bu sorunun cevabını bilmek mümkün değil. Ancak çocuk söz konusu olduğunda, bir saniye bile tereddüt etmeden canını verir insan. Bilgeliğe doğru giden hayat yolculuğumuzun en önemli duraklarından bir tanesi annelik. İzzet, düşünsene birisi için gecenin köründe 20 kere yataktan kalkabilir misin? Hem de her seferinde güler yüzle.
Vallahi ben kendim için bile kalkmam!
- Ya da arkadaşlarınla sosyalleşeceğin zaman “Hayır benim çocuğum var, onunla ilgileneyim” deyip oturur musun evinde? Diyorsun işte...
Evlenir evlenmez çocuk yaptığına göre ‘annelik durağına’ varmak için sabırsızlanıyordun demek ki...
Otelin önünde toplanmış binlerce kişinin kendi ismini haykırdığını duyuyor, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. Babası Tevfik Halis Bey, kızının saçlarını okşarken “Toparla kendini” dedi, “Bunca insan seni görmek için gelmiş. Balkona çıkıp onları selamlaman gerekiyor.”
“Yapamam baba” dedi; “Türk bayrağı olmadan asla çıkmam oraya”Aşağıdaki kalabalığın sesinden çok, kulaklarında hala birkaç saat önce ayrıldığı salondaki iki bin kişinin ayağa kalkıphaykırdığı şu cümleler yankılanıyordu: “Vive la Mustafa Kemal”, “Vive la Miss Turquie” (“Yaşasın Mustafa Kemal, yaşasın Türk Güzeli”)
***
1932 yılının 31 Temmuz gecesiydi. Dünya Güzellik Yarışması’nın yapıldığı salonda 28 ülkeden gelen genç kızlar birer birer podyuma çıkmış, aralarından üçü finale kalmıştı. Şimdi bu üç güzel, heyecan içinde jürinin kararını bekliyordu. Sonunda jüri başkanı elindeki zarfı açıp kazananı ilan etti: Miss Turkey...
Kırmızı tuvaletinin yakasına beyaz bir kurdele takmış olan kahverengi gözlü, uzun simsiyah saçlı genç kız salondakilerin alkışları arasında heyecandan donup kalmıştı. Keriman Halis, 28 kişilik jürinin 25’inin oyuyla Dünya Güzellik Kraliçesi seçilmişti. Sakın bugünkü yarışma enflasyonuna bakıp aldanmayın, o dönem için bu etkinlik gerçekten dünya çapında bir olaydı.
***
İşte o gece Keriman, otelin önünde toplanan kalabalığın karşısına elinde Türk bayrağı olmadan çıkmamaya kararlıydı. Kraliçenin isteği otel yöneticileri tarafından yerine getirildi.
Türk siyasi tarihine geçen bu cümlenin sahibi, İstanbul Valisi ve CHP’li Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay... Ama cümlenin tarihe geçmesinin sebebi Gökay’ın ‘tutarlı’ öngörüsünden değil, düştüğü müthiş yanılgıdan kaynaklanıyor.
Çünkü o seçimin sonucunda İstanbul’da Demokrat Parti 238 bin 763 oy alırken, CHP 110 bin 229’da kalıyor. Kısaca İsmet Paşa, Menderes’in topladığı oy sayısının yarısına bile yetişemiyor.
***
1987 yılının 27 Temmuz günü kaybettiğimiz Fahrettin Kerim Gökay, siyasi tarihimizin en ilginç kişiliklerinden biriydi. Son derece ufak tefek bir yapıda olan Fahrettin Bey, İstanbul sarhoşlarının kabusu haline gelmişti. Geceleri hiç üşenmez; ekibi ile birlikte Beyoğlu’nu gezerek yakaladığı sarhoşları toplar, onları Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatırırdı.
Tabii bu durum karşısında akşamcıların intikamı da gecikmedi. Rakıcılar, zamanın 35’lik rakı şişesine, Gökay gibi ufak tefek olduğu için ‘Fahrettin Kerim’ adını takıverdiler. Bu lakap kısa sürede o kadar çok tuttu ki meyhaneye gidenler “Aç bir Fahrettin Kerim”; büfelerderden rakı almak istiyenler; “Versene şuradan bir Fahrettin Kerim” demeye başladılar.
Pazar akşamı konuyla ilgili bir yazı yazmaya karar verdiğimde, bilgi almak amacıyla Üstad-ı Azam Murat Bardakçı’yı aradım.
“Oğlum ben o konuyu yarın yazıyorum zaten” demez mi?
Biliyorum ki üstad yazarsa dört başı mamur yazar, bizim naçizane satırlar ona hiç dokunmaz.
O zaman ben de kendi başıma ufak bir araştırma yapıp, sizi dünyanın en garip bayramı ve en şahsına münhasır sarhoşuyla bir zaman yolculuğuna çıkartmaya karar verdim. Buyrun efendim...
1600’lü yılların ortalarında soğuk bir kış gecesiydi.
Balıkpazarı’ndaki meyhaneden sallanarak çıkan orta yaşlı adam, lapa lapa yağan kardan korunmak için üzerindeki cekete sıkıca sarıldı.
Palto giymek falan aklına gelmezdi çünkü zaten paltosu yoktu. Öylesine sarhoştu ki, kar tanecikleri yıldızlar gibi görünüyordu gözüne.
Karaköy rıhtımının sise bulanmış kaldırım taşları, gecenin sessizliğinde sadece iki gölgeye koynunu açmıştı. Kaptan giysileri içindeki bıyıklı, yakışıklı adam, karşısında titreyen uzun saçlı, zümrüt gözlü genç kıza iyice yaklaştı. Bir an göz göze geldiler. Bu bakışlarda öyle bir titreşim vardı ki, o an yıldırım çaksaydı, o gözlerin parlaklığında eriyip giderdi. Tutkuyla sarıldılar birbirlerine. Sonra ağır adımlarla yürüyüp uzaklaştılar. Bu aşka bir yağmur tanık olmuştu bir de Yalnızlar Rıhtımı...
Film bu sahneyle sona eriyordu ama iki genç insan arasında yıllar sürecek ölümsüz bir sevgi de işte böyle başlıyordu. Aşk öylesine hızlı gelmişti ki, önceleri kimse inanamıştı. Hatta kendileri bile... O meşhur sahnede başını erkeğin omzuna dayamış yürürken, onunla ilk tanıştığı gün gelmişti aklına...
Henüz 18 yaşında tiyatro sevdalısı genç bir kızdı. O gün Küçük Sahne’nin provalarına katılmak için davet almış, salonun bir köşesinde oturup sessiz sedasız sırasının kendisine gelmesini bekliyordu. İşte o anda kapı açıldı ve bir fırtına gibi girdi içeriye ince bıyıklı yakışıklı genç adam. Başta Münir Özkul olmak üzere herkesle öpüştü, selamlaştı, prova için sahneye çıktı. “Burada bir defterle kalem olması lazım” dedi gür sesiyle...
Saçları örgülü kız doğruldu, tedirgin bir sesle “Sadri Bey isterseniz benimkini kullanabilirsiniz” dedi.
Genç adam onu ilk kez fark etmişti. “Böyle küçük kız çocuklarını kim alıyor tiyatroya” diye dalga geçercesine konuştu.
“Benim adım Çolpan” dedi, bozulmuştu ama hiç belli etmedi. Sonradan yıllarca isimleri birlikte anılacak ve efsanevi bir evliliğe imza atacak olan Çolpan İlhan ve Sadri Alışık ne gariptir ki bu tanışmadan sonra yıllarca arkadaş kaldılar.
Baylan Pastanesi’nde çaylarını yudumlarlarken Sadri ona yeni tanışığı sevgililerini anlatır, hatta bazıları için hediyeler seçmesini bile isterdi. İzmirli ailenin üç çocuğundan biriydi Çolpan... İçindeki tiyatro aşkının yanı sıra Attila İlhan gibi bir abiye sahip olmanın gururunu taşıyordu.