Paylaş
“Kıyafetten çok hikaye önemli” diyen Ümit Benan’ın defilesinden söz ediyorum.
Ümit, hayatın ona verdiği imkanları bir kenara itip, tutkunu olduğu moda yolunda, sıfırdan başlamayı göze almış bir başarı öyküsünün kahramanı...
O, New York Times’da bir haftada beş kere profili yayınlanan bir tasarımcı.
O, işiyle önce kendisini sonra da ülkesini en iyi şekilde temsil eden özgür bir ruh.
Ümit’le buluştuğumuzda Paris’teki defile ile Tokyo’da açılacak yeni butiğinin heyecanı adeta birbirine karışmıştı. İki günlüğüne geldiği İstanbul’daki bir gününü kendi “hikayesini” bana anlatarak geçiren bu genç adamın katettiği mesafelerin okuyanlara “ilham kaynağı” olacağına inanıyorum.
Buyrun Ümit Benan’ın hayatının “defilesine”...
Tasarımlarınla anlattığın “hikayeler” dünya basınına manşet oluyor fakat Türkiye’de Ümit Benan’ın “hikayesi” yeterince bilinmiyor... Gel istersen çocukluğundan başlayalım senin “kitabını yazmaya”...
- Almanya’da doğdum. Babamın işi nedeniyle 2 yaşındayken İstanbul’a taşındık ve 15’ime kadar Türkiye’de yaşadım. Daha sonra da İsviçre... Çünkü ailem burada benimle başedemedi...
* O kadar mı yaramazdın?
- Annemin tabiriyle çok problemli bir çocukmuşum. Ateşle oynayıp halıları yakar, hiç de laf dinlemezmişim. Düşünsene bitirine kadar dört defa ortaokul değiştirmişim.
* Tam bir baş belası yani...
- Şımarıklık falan değildi benimkisi, sadece özgürlüğüme çok düşkündüm. Küçük yaşlardan beri hep kreatif işlerle ilgilenmek istediğimden matematik, fen gibi dersler bana çok gereksiz gelirdi.
* Severek matematik dersine giren kaç öğrenci tanıyorsun ki?
- Haklısın ama ben bu konuda normalden daha “isyankardım” sanırım. Bir de konsantrasyon problemim vardı. Hoş aynı sorun hâlâ var. Hayatı görsel olarak yaşıyorum. Gördüğümü, duyduğumu asla unutmam ama okuduğumu iki dakika sonra bile hatırlamam. Zaten
okula da ailemin zoruyla gidip gelirdim. Biter bitmez de fırlayıp mahallede arkadaşlarımla maç yapardım.
* Anlattıklarından sonra notlarını sormuyorum bile...
- (Gülüyor) Soracak bir şey yok zaten. Aklına gelebilecek her dersten kalıyordum. Akşam 11’e kadar yedi tane ayrı hocadan özel ders aldığımı bilirim. Din dersinden bile kalmıştım, onun için de eve hoca gelirdi. Müzik dersen yine aynı durum. Anneme çok çektirdim açıkçası ama kadın ne yapsa olmuyordu işte.
* Hâl böyle olunca, doğru İsviçre’ye “sürgüne”...
- İyi ki de gitmişim... İsviçre’de okula başladığım ilk sene “onur listesine” girdim. En başarılı 20 öğrenciden biriydim. Okuldan tebrik etmek için evi aradıklarında bizimkiler inanamamış, arkadaşlarıma aratıp dalga geçtiğimi sanmışlar.
* Peki ne oldu da birdenbire “uslandın”?
- Çünkü orada “onu yap, bunu yap” diyen baskıcı sistem değil, istediğim dersleri seçebilme şansım vardı. Sandığın gibi uslanmamıştım, sadece aradığım özgürlüğe kavuşmuştum.
TEK İDEALİM BABAM OLMAKTI
* Annen de sonunda rahat bir nefes almıştır.
- Öyle oldu haliyle... Türkiye’deki yıllarım benim için ne kadar eğlenceliyse, ailem için de o kadar sıkıntılı ve dertliydi. Küçüklüğümden beri “Bana ne yapacağımı söyleme, ben işimi bilirim” egosuna sahiptim.
* Peki bu büyük egolu küçük çocuk ne olmak istiyordu?
- Tek idealim babam olmaktı. Ona karşı ciddi bir takıntım vardı. Kötü bir şey yaptığında bile hep bundan zevk aldım ve aynısını yapmaya çalıştım. Zaten karakter olarak abim anneme, ben de babama çektik.
* “Tutkunu olduğun” baban nasıl bir adam?
- Yarı sert, yarı tatlı bir insandır. Hem Türk hem de Avrupa kültürü vardır. Hiç unutmam, 13-14 yaşlarındayken abimle gizli gizli dövme yaptırmıştık. Babam ne yapacak diye ödümüz koptu ama o ağzını açıp da tek bir laf bile etmedi.
* Siz abi kardeş anarşistmişsiniz...
- (Gülüyor) Aslında abimle çok farklıyızdır. O benim tam tersimdir, disiplinlidir, düzenlidir, hiçbir dengesizliği yoktur. Benim için ise bu kadar dengeli yaşamak dünyanın en sıkıcı şeyi, eğer kalbim normal atıyorsa durmuş demektir. Neyse bir keresinde de 13 yaşımdayken gidip kulağımı deldirdim. Tabii görmemesine imkan yok. Babam kulağıma baktı, “Çok güzel olmuş ama burada takma” dedi.
KENAN VE TARKAN TAKIYOR BEN NİYE TAKMAYACAĞIM?
* Bağırıp çağırsa belki de inadına takacağını bildiği için sakin yaklaşmıştır duruma...
- Bence de çünkü insanları asla fazla sıkmaz. Tabii bunun yanında, o dönemin Türkiye’sine de uyum sağlamamı istiyordu.
* Sözünü dinledin mi peki?
- “Kenan ve Tarkan takıyor, ben niye takmayacağım?” diye geçiriyordum içimden. O zaman fark ettim ki eğer bir işte çok başarılı olup ismimi duyurabilirsem, istediklerimi daha özgürce yapma şansına da sahip olabilirdim. Düşünsene onlar küpe takınca sorun yok, sen takınca “Aaa bu uygunsuz” diyorlar.
* Kenan ile Tarkan’ın farkı ne?
- Çünkü onlar yaptığı işte başarılı ve kreatif iki önemli müzisyen... Toplumsal normların dışına çıkabilmek onların hakkıymış gibi görülüyor. Bunu tamamen iyi anlamda söylüyorum; ”Kenan’dır ne yapsa yeridir” diyorlar. İşte bu analizi yaptıktan sonra hırslandım ve seçeceğim yolda mutlaka çok başarılı olmaya karar verdim.
* İsviçre’de de bunun ilk tohumları atıldı sanırım.
- Aynen öyle, çünkü orada çok rahattım. Sağıma bakıyorum annem yok, soluma bakıyorum babam yok... 18’ime kadar istediğim gibi yaşadım ama 18 yaşıma geldiğimde bu kez de “babamın çocuğu olmama” kompleksine kapıldım.
* Hoppala, hem “büyüyünce” baban olmak istiyorsun, sonra da bunun kompleksine giriyorsun.
- Yok yok hâlâ babam gibi olmak istiyordum ama geldiğim yere sadece onun oğlu olduğum için gelmemem gerektiğini düşünüyordum. Hem ona çok imrenirdim hem de içten içe kompleks yapardım. Düşünsene daha 18 yaşında bir veletken, babamın fabrikasına gittiğimde çalışan 40-50 yaşlarında bir adam “Hoşgeldiniz Ümit Bey” diye ayağa kalkıp önünü ilikliyordu. Adam beni sokakta görse suratıma bakmayacak, peki “Bu saygı niye?” diye sordum kendime. Cevabı çok basitti çünkü ben Selahattin Bey’in oğluydum.
* Oysa bu durumdan mutlu olacak çoook çocuk var
- Ben öyle yapamadım işte. Eğer biri önümde ceketini ilikleyecekse bunu ben olduğum için, bana saygısından dolayı yapması gerektiğini düşündüm.
TASARIMCI OLMAK İSTİYOR AMA ÇÖP ADAM BİLE ÇİZEMİYORDUM
* İsviçre’den sonra ne oldu?
- İsviçre’den sonra Los Angeles’a film okumaya gitmek istiyordum. Bu arada abim de Boston’da üniversiteye başladı. Ailem bana güvenmediği için onun yanına gönderdi. Baktım Boston güzel yer, tamam dedim. Ama ne okuyacağıma bir türlü karar veremiyordum, en sonunda abim pazarlama ve halkla ilişkileri seçti diye ben de o bölüme girdim.
* Henüz modacılıktan eser yok!
- Özel olarak modaya çok ilgim vardı. Babam zaten tekstille uğraşıyordu. Bunun yanında hiç unutmam birlikte alışverişe gittiğimizde her denediği kıyafetin kumaşından kesimine, ipliğinin geldiği yere kadar “anatomisini” anlatırdı bana.
* “Aklına giriyordu” yani farkında olmadan.
- Aynen öyle. Boston’dayken karar verdim, ya moda fotoğrafçısı olacaktım ya da tasarımcı... İkincisi daha ağır basıyordu aslında ama çöp adam bile çizemiyordum o zamanlar.
* Vizyon var ama çizim yok, öyle mi?
- Hem de hiç! Derler ya doğuştan olur bu işler diye, bende yoktu öyle bir durum. Şu an çizimim çok iyi ama bu zamanla gerçekleşti. Neyse ben bu “açığımı kapatmak” için İtalya’ya özel ders almaya gittim.
* Çöp adamdan “terfi ettin” sonunda...
- İtalya’da gittiğim okul (Marangoni) ve oradaki hocam bana çok şey kattı. Öylesine hırslanmıştım ki Milano’dan sonra bir seneliğine New York Parsons’a gittim, ardından Londra Central Saint Martins’de yarım dönem styling dersleri aldım.
VE BİR GÜN DOMENICO DOLCE İLE TANIŞTIM
* Oku oku nereye kadar? İşe başla da para kazan artık...
- (Gülüyor) Böyle düşünen bir tek sen değilsin. Milano’da Domenico Dolce ile aynı spor salonuna gidiyorduk, tesadüfen hocalarımız da aynıydı. Bu vesileyle tanışma imkanımız oldu. Dolce& Gabbana’ya çalışmak için başvurduğumda görüşmem pek iyi geçmemişti. Gidip bunu ona söylediğimde “Merak etme, İtalya’da yanında çalışabileceğin bizim bir alt seviyemizde çok tasarımcı var” demişti.
* Tesellinin böylesine de pes...
- Bir sene daha master için okula devam edeceğimi öğrenince Domenico bana “Okulu bırak, okul hikayedir. Daha fazla gitme, orada sana kalıp çıkarmayı öğretirler, eline cetvel verirler, yaparsın ama neyin ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemezsin” dedi.
* Haklı mıymış Domenico efendi?
- Bir yere kadar haklı tabii ki. Bana kalsa makyaj eğitimi bile alacaktım. İnsanın nerede duracağını bilip, zamanı geldiğinde iş hayatına atılması gerekiyor. Ben de master’dan vazgeçip New York’a gittim. Okuldan bir tanıdığım vesilesiyle Ralph Lauren’de işe başlayacaktım. Kadın modası üzerine eğitim görmeme rağmen, en büyük idealim erkek kıyafetleri tasarlamaktı.
MARC JACOBS’LA ÇALIŞMAK BANA VERİLMİŞ BİR HEDİYEYDİ
* Nasıldı Ralph Lauren’le çalışmak?
- Bilemiyorum çünkü orada işe başlamadım.
* Eyvah! Yine konsantrasyon problemi yaşıyoruz galiba...
- (Gülüyor) Orası bana fazla klasik geldi... DKNY’da çalışan çocukluk arkadaşım Elif (Cığızoğlu) bana Marc Jacobs’ın şirketine başvurmak için bir mail adresi verdi. CV’mi yolladım, ardından da görüşmeye gittim. Meğer yanlışlıkla kadın bölümüne gitmişim, tam çıkıyordum ki “Bizde sadece kadında boşluk var, bu bölümde kalırsan Marc’la bizzat çalışacaksın” dediler. Bunu duyunca gözlerim parladı.
* Marc Jacobs’la birebir çalışmak cazip geldi tabii...
- Gelmez olur mu? Marc Jacobs benim olmak istediğim adamdı. Onunla yan yana çalışabilmek her anlamda bana verilmiş bir hediyeydi.
* Görev tanımın neydi peki?
- Marc’ın asistanlığını yapıyordum. Çizim yapar verirdi, gider fotokopisini çekerdim. Kendime de bir kopya almayı ihmal etmezdim. Sabah erkenden ofiste olur, Marc’ın çalışma masasını adeta “yalardım” (gülüyor). Öyle güzel temizler ve düzenlerdim ki masayı, görsen inanamazdın.
* Sen babanın koskoca fabrikasını bırak, git elalemin masasını temizle...
- (Gülüyor) Marc bir sezon için en fazla 45 gün ofiste çalışırdı. Adam meyve isterdi, ben gelen meyveyi beğenmez gider bizzat kendim seçer, onu verirdim.
* Bildiğimiz yalakalık durumları yani...
- Öyle düşünenler oluyordu tabii ama aslında alakası bile yok. Yaptıklarımdan Marc’ın haberi dahi olmuyordu. Sadece babamdan gördüklerimi uyguluyordum. Bundan daha 20 sene önce, tasarımcılar verimli olsunlar diye fabrikaya suşi şefi getirtirdi. Ben de aynı şekilde Marc için rahat bir çalışma ortamı yaratmak adına elimden geleni yaptım. Bir de benim huyum bu... Yaptığım işi hakkını vererek yaparım. Rıfat’la (Özbek) çalışırken de ona bir kere bile çantasını taşıttırmamışımdır.
* Hangisiyle çalışmak daha keyifliydi?
- Böyle bir seçim yapmam imkansız. Rıfat’ı inanılmaz severim. Benim için çok özel ve önemlidir. Mukayase et dersen, bak ona varım. Rıfat daha karman çormandır, risk alır. Marc ise çizimi yapar, kumaşını seçer, sonra o elbise dikilir. Rıfat’ın en büyük farkı Türkiye, Osmanlı ve Londra kültürlerini sentezleyebilmesi...
BENİM İÇİN “YENİ ARMANI” DEDİLER, KARŞI ÇIKTIM
* Artık sen de “patronsun”, kendin gibi asistan bulabiliyor musun?
- Yok öyle bir asistan maalesef. Yabancı adam yanıma sadece çizim yapmaya geliyor; çanta taşımak, masa silmek gibi “ekstralar” biz Türkler’e mahsus...
* Bir zamanlar Marc Jacobs’ın masasını silerken şimdilerde New York Times’ta bir hafta içinde hakkında en fazla yazı çıkan modacısın... Keyfin yerindedir herhalde.
- Tabii ki bundan keyif alıyorum ama aslına bakarsan sıfırdan başlamama rağmen çok da hızlı yükseldim. Emeklemeden koşmak zorunda kaldım bile diyebilirim. Bu durumdan çekiniyorum açıkçası.
* Orada doğduğun için Almanlar başarını “sahipleniyor” mu?
- Basında “Alman tasarımcı” diye yazıyorlar, her seferinde arayıp “Ben Alman falan değilim, Türk’üm” demek zorunda kalıyorum.
* “Türk tasarımcı” demelerini mi tercih ediyorsun?
- Öyle denilmesi de insanları yanıltmak olur. Benim Türkiye’de kariyerime başlayıp, başarı yakaladıktan sonra yurtdışına açıldığımı zannederler. Bana bir isim koymasınlar, ibare kullanmasınlar, Türk tasarımcı, İtalyan tasarımcı falan demesinler, ben Türk’üm ve tasarımcıyım, hepsi bu.
* Kategorize etmeyi severiz biz milletçe, bilirsin...
- Sadece biz değil ki, bütün ülkelerde var aynı durum. İlk zamanlarda birkaç kez benim için “Yeni Armani” dediler, buna da hemen karşı çıktım. Ukalalık yapmıyorum inan, Armani inanılmaz bir adam ama ben o değilim ki kardeşim. Nasıl ki herkesin parmak izi farklıysa, her insan da kendine has...
İYİ ÜRÜNLER YAPMAKLA MODA AYNI ŞEY DEĞİL
* “Dengeli” bir ruh haline sahip insan, senin yaptığın işi yapabilir mi?
- İyi ürünler ortaya çıkarabilir. Mesela Zara gibi büyük bir şirket de kurabilir ama iyi ürünler yapmakla moda aynı şey değil.
* Markalaşabilir ama modacı olamaz, öyle mi?
- Aynen öyle! Moda dediğin zaman işin içinde “entertainment” (eğlence) ve hayal var. Bu ne demek? Komiklik, sürpriz, ters köşe, sağ gösterip sol vurmak demek... Dengeli bir insanın bu alanda başarılı olabileceğine inanmıyorum.
* Tasarımlarından çok defilelerindeki şovlar konuşuluyor... Bu seni kaygılandırmıyor mu?
- Bazen bu durumun sancısını ciddi anlamda çekiyorum. Benim ürünlerim diye demiyorum ama hakikaten çok çalışıyorum, en kaliteli malzemeleri kullanıyorum, kumaş üzerinde korkunç vakit harcıyorum ama bir kişi de Ümit Benan defilesinden çıkıp “Kıyafetler inanılmazdı” demiyor. Hep “Gördün mü Ümit ne yaptı, ne deli çocuk. Nasıl farklı herifler kullanmış defilede” falan filan diyorlar. Yani şov yönüm daha ağır basıyor.
* Bu konuda pek de sancılıymış gibi bir halin yok...
- Hikaye anlatmayı ve insan analizleri üzerine çalışmayı seviyorum. Defileme gelip “Bu paltoyu istiyorum” demiyorlar belki ama onun yerine şovlardaki yarattığım karakterlere bakıp “Ben bu adam olmak istiyorum” diyorlar. Defile dediğin 15 dakika sürüyor. Anlayacağın Allah bana her sene kendimi ve kafamdaki öyküyü ifade etmem için 15 dakika veriyor
TÜRKİYE’DE MODAYA VAKİT DE PARA DA HARCANMIYOR
* Klişe bir soru olacak ama “hikayelerinin” ilhamını nereden alıyorsun?
- Metroda gördüğüm bir kadından sokaktaki evsiz adama kadar her şey olabilir. Bu sene yapacağım defilenin hikayesini beş yıl önceden yazmıştım. Kullanacağım renkler daha o zamandan kafamda hazırdı. Bu muhabbetimizden bile bir şeyler çıkarıp 3-5 sene sonrası için notlar alabilirim.
* Beş sene önceki renkler ya bu senenin modası olmazsa... O zaman değişiyor mu “hikaye”?
- Bir kere bile değiştirmemişimdir. Trendleri takip etmek yerine trendsetter olmak benim tercihim. Sağa sola bakmam, hatta özellikle sezonda hangi kumaşlar revaçtaysa, ben tam tersini seçerim. Farklı olduğun zaman seni kimseyle kıyaslayamazlar. Bir tek en son defilemden önce ufak bir tereddüte düşüp neredeyse her şeyi değiştirecektim.
* O niye?
- Bundan dört yıl önce New York’ta yürürken adamın biri sokakta bağırıyor “Jackie Robinson fotoğrafları, gelin alın” diye. Robinson adını daha önce duymamışım. Fotoğrafları görür görmez acayip etkilendim. Meğer ABD’nin ilk zenci beyzbol oyuncusuymuş. Neyse ben bunun üzerine bir hikaye yazdım, aradan dört sene geçti, Jackie Robinson temalı bir defilenin zamanının geldiğini düşündüm.
* Bir başkası da mı aynı şeyi düşünmüş yoksa?
- Hayır fakat defileye birkaç hafta kala abim gelip “Ümit senin şu adamın filmi çıkmış, dün iTunes’dan indirdim” dedi. “Kahretsin, insanlar filmi izleyip defileyi ondan dolayı yaptım zannedecekler” diye içimden geçirdim.
* Millet birbirini kopyalıyor, senin düşündüğün şeye bak.
- Ne bileyim işte, o an bir tereddüt ettim. Fakat sonra düşündüm ki beni bilen nasıl olsa biliyor, etkilendiğimi akıllarına bile getirmezler... Yoluma devam etmeye karar verdim. Sonunda ırkçılığa karşı bir mesaj vererek kıyafetlerimi sundum.
* Sence neden Türkiye’den dünyaca ünlü modacı çıkmıyor?
- Bu sektörle alakalı bir şey... Türkiye’de tekstilden çok kazanıldığı için modaya ne vakit ne de para harcanıyor. Tekstilciler öyle aralarında takılıyorlar işte.
TÜRKİYE’DE İLK 300’E GİREMEDİM AMA İTALYA’DA BİRİNCİ OLDUM
* Haydi yurtdışında okudun, peki neden şirketini kendi memleketinde kurup ürünlerini buradan dünyaya satmadın?
- Zaten okulu bitirdikten sonra markamı kurmak için Türkiye’ye geldim. Bir sene sekiz ay boyunca bizim fabrikada makine dairesinden örgüye kadar her bölümde çalıştım. Derken İTKİB’in yarışmasına katıldım. İlk 300’e bile giremeyince hevesim kırıldı, “Türkiye’ye inanmıyorum” dedim ve New York’a gittim. Daha sonra bu konularda son derece ırkçı olan İtalya’da Vogue Italia ve Pitti’nin düzenlediği ilk yarışmada birincilik aldım. 2012’de Japonya’nın en iyi uluslararası tasarımcısı seçildim. Ama İTKİB’de ilk 300’e giremedim (gülüyor). Al sana Türk moda endüstrisi niye ilerlemiyor sorusunun cevabı...
* Peki ya İstanbul Moda Haftası, dünya standartlarında mı?
- Tabii ki de hayır. Şimdi bunu duyanlar kızmasınlar ama bir 2. lig takımında top koşturan adam sence Real Madrid’de oynayabilir mi?
* Eski patronun Marc, Louis Vuitton’u yönetiyor. Senin de başına geçmeyi hayal ettiğin bir marka var mı?
- Trussardi’nin kreatif direktörlüğünü bıraktıktan sonra iki büyük teklif aldım, hatta biri hayallarimin gerçek olması gibi bir şeydi. Ama kabul etmedim. Şartlar uymadı. Bu kadar büyük yükün altına ancak çok iyi bir teklif gelirse girerim. Ama illa bir marka istiyorsan bu saatten sonra geçmek istediğim tek marka Hermes’tir. Çok çalışırsam, şansım da yaver giderse beş seneye markanın başına geçerim.
“PARA MI, GELECEK Mİ” DEDİM, GELECEĞİMİ SEÇTİM
* Trussardi’den neden ayrıldın?
- Orada kimliğimi kaybettiğimi hissetmeye başlamıştım. Kendimden bir şeyler vermek yerine, git gide o marka gibi oluyordum. Bir aile şirketi olduğu için tasarım sürecinde peşin hükümleri var. Ya parayı ya da geleceğimi seçmek zorundaydım. Ben geleceğimi seçtim.
* Peki en çok kimi giydirmeyi arzu edersin?
- Öyle odaklandığım bir kişi yok ama Al Pacino olabilir. Konuşurken ses tonunun inişli çıkışlı olması beni heyecanlandırıyor, dengesizlikleri, ani hareketleri beni kendisine yakın hissettiriyor.
BEN ECE’NİN BAŞINI DÖNDÜRMEDİM, O BENİMKİNİ DÖNDÜRDÜ
* Senin gibi teatral bir adam ne oldu da herkesten uzak, sessiz sedasız, sade bir nikah ile evlendi?
- Bu bir özgürlüktü aslına bakarsan. Vaktimiz olursa düğün yaparız dedik ama öyle bir baskı altında değiliz. İkimiz olalım istedim sadece. Sevdiğim kadınla evleniyorsam, bu anı bir tek onunla paylaşmalıyım diye düşündüm. İnan defilelerim kadar da teatreldi o gün... Evliliğimizin her karesi film gibiydi. Sırf ikimizin keyif alarak yaşadığı anlardı.
* Nasıl karar verdin bu yıldırımdan da hızlı nikaha?
- Bir gün Ece’ye (Sükan) telefon açtım; “Yarın için bilet aldım, Palm Springs’e gidiyoruz” dedim.
* Ona da süpriz oldu yani...
- Ee oldu tabii, sekiz ay önce evlenme teklif etmiştim ama nikah biraz spontane gelişti.
* Pat diye kıza gelinlik giydirince “Ne anormal kocam var” demedi mi?
- Ece, o gece bana “Hayatımın en güzel günüydü” dedi. İnan o benden daha hiperaktiftir. O benim başımı döndürür, ben onun değil...
* Instagram’da ikinizin de sanki hiç çalışmıyorsunuz da hep geziyorsunuz gibi bir havanız var...
- O, Ece’de vardır (gülüyor). Şaka şaka! Milano’da sürekli çalışıyorum, ben fazla gezmem. Ece ise iş için sürekli seyahat halinde. İki gün için Los Angeles’a gidip İstanbul’a döndüğünü, ertesi gün tekrar New York’a uçtuğunu bilirim.
KARIMI KISKANIRIM
* Kıskanıyor musun karını?
- Tabii ki kıskanırım.
* Koleksiyonlarını hazırlarken Ece sana destek veriyor mu?
- Çizim yaparken beş gün kendimi tüm dünyadan soyutlarım. Buna Ece de dahil... Çünkü bulunduğum yerde bir çocuk bile olsa onun kalp atışı ve nefes alışı dikkatimi dağıtır.
ESKİDEN McQUEEN’E BAKIP “BÖYLE MODACI MI OLUR” DERDİM
* Karın bu kadar şıkken sen neden sürekli aynı kıyafetleri giyiyorsun?
- O hem çok şıktır hem de her konuda benden daha birikimli ve kültürlüdür. Kıyafete gelince, eskiden Alexander McQueen’e bakar, “Böyle modacı mı olur” derdim. Sonra anladım ki bütün günüm ofiste zaten kıyafete konsantre olmakla geçiyor. Eve gidiyorsun, kafanda yine aynı şeyler. Sabah kalkıyorsun aynı şey... Bir de sabah ne giyeceğimi düşünmekten daraldım. Tabii her tasarımcı böyle değil. Mesela Tom Ford, sokakta yürürken bile mağazasının vitrini gibidir. Bana bu pek rasyonel gelmiyor.
* Ece’nin senin gibi düşündüğünü sanmıyorum ama neyse...
- O zaten büyük bir sorun (gülüyor).
* Çocuk istiyor musun?
- Tabii ki istiyorum.
* Ya senin gibi “problem çocuk” olursa.
- (Gülüyor) Önemli değil, ben onun dilinden anlarım.
Paylaş