Onu dört yıl önce çıkardığı “10 Dilde Livaneli Şarkıları” adlı çalışmasıyla tanımıştım. Bugünlerde üçüncü albümünü dinleyicisiyle buluşturmanın heyecanını yaşıyor. Züleyha’yı en son Tayyip Bey henüz Başbakanken sanatçılarla çektirdiği o meşhur “aile fotoğrafında” gördüm. Bu yüzden de, lafı hiç dolandırmadan, eveleyip gevelemeden sordum: “Sen de yandaş sanatçılardan mısın?” Böyle bir soruya ilk defa bu kadar dobra bir cevap duydum: “Eğer ülkemde 30 yıldır akan kanın durmasına destek olmaksa yandaşlık, üniversite kapılarında kurulan ikna odalarında genç kızların türbanlarının zorla açılmasına karşı çıkmaksa, eğer seçkinlerin değil halktan en çok oy alan gerçek seçilmişlerin ülkeyi yönetmesini istemekse, yaz İzzet büyük puntolarla; evet ben yandaşım...”
Son yıllarda hep gündemdesin ama kimsin, kimlerdensin pek bilmiyoruz. Zengin aile kızı mısın, kolejlerde mi okudun, anlat da senden dinleyelim hikayeni biraz.- Zengin bir ailenin çocuğu değildim hamdolsun. Hamdolsun dedim, çünkü biz fakirliği nimet bilen bir gelenek ve kültürden geliyoruz. Orta sınıftan, emekçi bir ailenin kızıyım. Babam emekli olduktan sonra küçük bir market açtı mahallemizde. Abilerim de Laleli esnafındandır. Öyle özel okullarda, kolejlerde falan da okumadım. Sabahları okuluma gider, öğleden sonra da iyi hesap bildiğim için marketin kasasını idare ederdim.
Neydi o yıllardaki hedefin? Aklında bir gün sanatçı olmak, sahnelere çıkıp şarkı söylemek var mıydı?- Kendimi bildim bileli şarkı söylerim ben. Ahmet Kaya’dan Orhan Gencebay’a, Ferhat Tunç’tan Müslüm Gürses’e kadar hepsinin parçalarını ezbere bilirdim. Mahallede, okulda, evde her zaman bir türkü olurdu dudaklarımda. Öte yandan da çok muhafazakâr bir ailenin kızıydım, ciddi bir dini eğitimle yetiştirildim. Okuma-yazmayı öğrenmeden, Kuran-ı Kerim’i öğrendim ben. O yüzden de aklıma küçükken hiç sanatçı olmak gelmezdi. Gelse de zaten kimseye söyleyemezdim, çünkü gebertirlerdi. Ben de okulu bitirince ablam gibi ya öğretmen olurum ya da bir memuriyete girerim diye düşünürdüm.
Bu sebepten olsa gerek müzik zevkim de doğduğum sene kadar uçlarda ve “bipolar” çoğu zaman.
Uzun zamandır da gece hayatının içinde olduğumdan Sertab’ın o şarkısındaki gibi “arabesk, pop, caz, alaturka/sırtımda yamalı bir hırka” halleri yaşıyorum.
Mesleki deformasyon gereği aynı tarz “sound”lar arasında gidip gelme durumum var. Her gün tavuk pilav yenmez misali, Allah’ın her günü de benzer şeyler dinlenmiyor.
Geçen hafta böyle hissettiğim bir akşam, üzerime siyah bir tişört geçirip kendimi Beyoğlu’na attım. Aylar önce beş rock bar gezip, rock ve metalle aramızdaki görünmez duvarı ortadan kaldırmıştım... O geceden gaz ve feyz alıp, Beyoğlu’nun rock barlarında bir kez daha arpa suyu yudumlar buldum kendimi...
40’ından sonra rock’çı olanı ne paklar göreceğiz artık...
Neyse efendim, dövme yaptırma bağımlılığı gibi, her adımda biraz daha kanım kaynıyor bu gürültülü ortamlara. Gerçi kafada sallayacak saç kalmadı ama göbeğimin her halükarda sallanacağına güvenerek attım kendimi mekanlardan içeri... Çarşamba gecesi bir çırpıda üç mekan gezdim. Rock’çılar ağzının tadını biliyor arkadaş, zaman nasıl geçti anlamıyor insan.
Önce Beyoğlu Bibuçuk Sokak’taki Rasputin Live’a gittim... Burası 5 katlı bir mekan; önümüzdeki haftalarda canlı müzik de başlayacakmış. Kimler konser verecek bilmiyorum ama sırf merakımdan burnumu sokacağım kesin. Girişte sağda duran langırt masası en büyük kankam. Rocker çocuklarla yaptığımız maçın tadı hâlâ damağımda. Her ne kadar bir tane bile gol atamamış olsam da, bu Rasputin’e tekrar gitmeyeceğim anlamına gelmiyor. Çünkü muhteşem bir mekan!
Tam 30 yıl önce hayata gözlerini yumdu çirkin bir kral, taçsız bir kral, halktan bir kral...
Ameliyatını yapan profesöre, sekiz ay boyunca tedavisini üstlenen doktora ve hatta çevresindeki tüm hemşirelere, kanser olduğunu ona söylememeleri için rica etmiştim.
Midesinin tamamen alındığını bile bilmesini istemiyordum.
Fakat son günlerde sanki hissediyordu artık zamanının azaldığını.
Böyle anlarda birbirimizden gözlerimizi kaçırıyorduk.
Gizli bir oyun oynuyorduk adeta ikimiz de. Daha sonra itiraf edecekti bir başkasına herşeyi bildiğini ama beni üzmemek için gerçeği söylemediğini.
Son anlara kadar öleceğine asla inanmadım...
Gülmek ve güldürmek ise en sevdiği... Seyfi Dursunoğlu ile yaptığım röportaj belki de bugüne kadarkilerin en keyiflisiydi. Muhabbetimiz kimi zaman kahkahalarla bölündü, kimi zaman da onun verdiği hayat dersleriyle. Travmatik çocukluğundan Huysuz Virjin’i ‘doğurmasına’, aşklarından nefret ettiklerine kadar her şeyi kendi elleriyle yaptığı ay çöreklerini yerken konuştuk. Sıra fotoğraf çekmeye geldiğinde de dizginleri eline aldı ve bu matrak kareler ortaya çıktı. Gelin bu ‘huysuz’ ve tatlı adamın hayatının penceresini birlikte aralayalım.
Çocukluğunuzla başlayalım. Önce biraz anne babanızı tanıyalım...
- Ayol tanıyıp da ne yapacaksın? Annem dünyanın en saf ve temiz kalpli insanlarından biri. Hayatı bahçesi ve çocuklarıyla geçen, huysuz kocasını idare etmeye çalışan uysal bir kadın... Yani karşısındaki deli bile olsa onunla geçinebilirdi.
Peki ya babanız?
- Sus sus, babam son derece mutaassıp ve despot bir adamdı. Hafız olmasına rağmen arada ceviz kırmaya da bayılırdı.
Aslen nerelisiniz?
- Baba tarafım Karadenizli. Peder Bey, Trabzon’dayken saat tamirciliği yaparmış. Ailedeki bütün erkekler gibi seksine son derece düşkün bir adammış. Çocuk adedi arttıkça, saat tamir ederek işi götüremeyeceğini anlayıp İstanbul’a gelmiş. Amcalarımın izinden gidip manifaturacılık yapmaya başlamış. Ama bir süre sonra işin kurdu insanlarla baş edemeyip iflas etmiş.
“Acaba doğru bir karar mı verdim?” diye geçirdi içinden...
Renksiz, steril odadan içeri girdi. Elinde fincana benzer cam kupalar tutan kadının yüzündeki tebessüm onu rahatlatmaya yetmiyordu.
“Uzanın” dedi kadın, bir başöğretmen edasıyla. Yüz üstü yattığı masaj masasının kenarlarına kollarıyla sarıldı.
Kadının yaklaştığını hissetti. “Hazır mısınız?” sorusuna yarım ağızla “Evet” diye mırıldanarak cevap verdi.
“Hâlâ vazgeçebilirim” diye düşünürken ilk kupanın sırtına yapıştığını hissetti. Çocukluğunda elektrik süpürgesinin ucuna elini koyduğu günler geldi aklına. Aynen o şekilde, ‘fincanın’ yerleştirildiği bölge bir vakumla çekiliyordu.
Derken vakumların sayısı arttı.
Asıl korktuğu, bir sonraki işlemdi.
Batuhan Zeynioğlu olarak doğan, 32 yaşında “imaj gereği” annesinin soyadını alan, yarı Türk, yarı İtalyan bu adam, kendinden başka kimseye hesap vermez tavrıyla karşıma oturduğunda hangimizin “çomağını saklayacağını” merak ettim doğrusu. Muhabbetin sonunda anladım ki, Piatti sadece televizyon ekranlarında değil özel hayatında da “Kral çıplak!” demekten asla korkmayan biri... İçindeki “deliyi” dürüstçe ve gururla karşısındakinin “yüzüne çarpması” onu ilk başta antipatik yapsa da, maskelerle dolaşan bunca insan içinde böylesine bir “netlik” görmek aslında umut verici. İsterseniz önyargılarınızı cebinize koyun ve televizyondaki “sınırlı” karakteri değil de “3 boyutlu” Batuhan’ı tanımaya koyulun...
* Bir Türk-İtalyan ortak yapımı olarak dünyaya geldin... Bu işbirliğinin temelleri nasıl atıldı?
- Annemle babam Frankfurt’ta üniversitede okurken tanışıyorlar. İkisi de deli, ikisi de 18 yaşında... Hatta Donatella o zamanlar Türkler’i, Moğollar gibi sanıyor. Babam da uzun saçlı, hippilere benzeyen bir adam... Annem hamile kalınca...
* Dur yahu ne çabuk hamile kaldı?
- Uzun sevişmelerin ardından annem hamile kalıyor. Babam Yozgatlı... Ben evlilik dışı doğmayayım diye de Türkiye’ye gelip evleniyorlar...
Bakın neler konuşmuşuz zamanında…
Y kuşağı Arda Uskan’ı pek tanımıyor. Birlikte hepsine bir selam çakalım mı?
“Son Mohikan” dersen belki kim olduğumu çakarlar!
Basın camiasındaki lakabından önce bütün çıplaklığı ile bir “Arda abi” portresi çizmek istiyorum.
Yaşı bana denk, kafasında saç kalmamış, torun ve göbek hayatından eksik olmayanların bir çırpıda anlayacağı bir soru sordum aslında.
Oğuz Aral’ın genel yayın yönetmenliği yaptığı ve kardeşi Tekin Aral’la kurucusu olduğu, Türkiye’nin en çok satan kült mizah dergisi “Gırgır”dan bahsediyorum...
26 Ağustos 1972’de hayata merhaba diyen Gırgır, onlarca badireli süreç atlatıp, mizah dergilerinin atababası olarak bugüne kadar gelmeyi başardı.
Tamam evet bugünlere geldi de, sor bakalım nasıl geldi... İşte bu onun hikayesidir.
Oğuz Aral, Gün Gazetesi’nin iç sayfalarında bir köşe hazırlar. Çizgilerine hayat verdiği bu köşenin adı “Gırgır”dır. Zaman içinde gazetenin okuyucuları, dörtte bir köşeyle yetinmediklerini dile getirir ve Gırgır önce yarım, daha sonra tam sayfa olarak hakimiyeti ele geçirir.