Mevlana, 6 Rebiü’l-evvel 604 yılında yani 30 Eylül 1207’de bugünkü Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan’ın Belh şehrinde dünyayı şereflendirdi.
Horasan’ın Fars toprağı olması, ayrıca şiir ve mektuplarını Farsça yazmasından dolayı Mevlana bazı kesimler tarafından İranlı olarak kabul ediliyor. Ancak “Beni yabancı yerine koymayın ben bu mahalledenim / Ben sizin mahallenizde kendimi arıyorum / Düşman gibi görünüyorsam da düşman değilim / Hintçe konuşuyorsam da aslım Türk’tür” dizeleri Türk olduğu konusunda da tezlerin ileriye sürülmesine neden olmuştur.
Doğum günü vesilesiyle bu konuyu yazmaya karar verdiğimde, ofiste arkadaşlarla yaptığımız konuşmalarda Mevlana’nın aslen nereli olduğu hakkındaki ‘çelişkilere’ bizzat şahit oldum.
Kimisi “İranlı” dedi. Bazıları da “Saçmalama olur mu öyle şey! Hz. Mevlana tabii ki Türk’tür!” diyerek hararetli atışmalara girişti. Yaşanan, yıllardır Mevlana’nın kökeni hakkında süregelen gereksiz tartışmaların ‘küçük’ bir örneğiydi.
Ortalığı karıştırdıktan sonra usul usul çıktım ofisten…
Halbuki Mevlana;
“Her şeye canını sıkma ey gönül. Ne bu dertler kalıcı, ne de bu ömür” diyerek hayatın geçiciliğini gösteren muazzam bir öğretmen...
Üstelik röportaj sırasında, masada daha mürekkebi kurumamış yeni kitabı “Best of Ara Güler/ Ara’dan Yetmiş Yedi Yıl Geçti” de vardı. Kitabının girişinde fotoğrafçılığı şöyle tarif etmiş büyük usta: “Fotoğrafçının geldiği fark edilmemeli... Zaten böyle bir hava yaratılırsa gerçek duruşlar bozulur. Ortalıkta pek görünmemeye çalışırım. Fotoğrafçı sessiz dolaşan bir şahit gibi çalışmalıdır.” Şimdi sessiz şahitlik sırası bizde. İşte dünkü sayfalardan taşıp bugüne akanlar...
Ara Güler’in 77 yıla sığdırdığı fotoğrafları bir kitapta toplandı.
Biraz da özel hayattan bahsedelim... 3 kere evlendin bildiğim kadarıyla...
- İlk eşim Perihan’la evli değildim. Amerikan Haberler Merkezi’nde çalışıyordu. Dört sene birlikte yaşadık. Karıştırmayayım diye, ikinci eşimin adı yine Perihan’dı (gülüyor). Son olarak da Suna Hanım’la evlendim. Suna, Redhouse’un yayın yönetmeniydi.
Suna Hanım’ın iki de çocuğu vardı değil mi?
- Evet, biri Kurtalan Ekspres’in gitaristi Ahmet. Diğeriyse Ayşe. O da filarmoni orkestrasında bilmem ne şefi...
Ara Abi sen kim bilir şimdi neler anlatacaksın da ben nereden başlayacağımı bilemiyorum...
- O zaman ne demeye gelip karşıma oturdun ulan!
Dakika 1 Gol 1! Ne soracağımı da unuttum. Bari gazetecilik ezberinden gidelim; çocukluğunuzdan başlarsak efendim.
- Bir yaz günüymüş, 16 Ağustos perşembe... Anamın sancıları tutmuş ve altıyı çeyrek geçe de ben doğmuşum. O günden bugüne kadar da yaşıyoruz işte.
Allah daha çok ömür versin. Anne babandan bahsedelim mi biraz?
Gündemi takip etmek için her gün aldığı gazeteyi ilanlarına kadar okur.
En çok vakit ayırdığı bölüm spor sayfasıdır. Sinemayla arası olmasa da, bir gün “İtalyan yıldızları arasında” başlıklı röportaj serisine gözü takılır. Metinde bahsi geçen kadın dünyanın 8. harikası gibi görünmüştür gözüne...
Hiçbir filmini izlemediği bu hatunu dünya gözüyle görmek onun için sadece bir hayaldir.
Fotoğraflarda gördüğü şuh kadının bakışları aklından bir türlü çıkmaz. Gazete, dünyaca ünlü yıldızla tanışmak isteyen hayranları için bir kampanya düzenlemiştir. Oturur ve olmayacağını bile bile bir mektup yazar gazeteye, gözünün önünden gitmeyen müthiş kadınla tanışabilmek için. Mektubunun sonuna da, imzalı bir fotoğrafını istediğini belirten küçük bir not iliştirir...
Aradan günler, haftalar geçer... Hayatın akışına kendini kaptırmış olan Arguete’nin aklından mektup da çıkar, platonik aşkı da...
Turgut Özal denilince akla Semra Hanım, Semra Özal denilince akla hep Turgut Bey geldi.
Özal’ın Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün açılışında, direksiyona geçtiğinde eşine dönüp söylediği “Haydi Semra bir kaset koy da şöyle bir neşelenelim” repliğini unutmak mümkün mü?
Semra Hanım’ın, muazzam bir kalabalığın eşlik ettiği eşinin cenaze törenindeki perişan hali hangimizin gözünün önünden gitti kolay kolay?
Elbette bu şahsına münhasır çifti sevmek zorunda değilsiniz. Ama bir şeyi göz ardı edemezsiniz. O da kırk yıl aynı yastığa baş koymuş bu çiftin arasındaki derin muhabbet ve sevgi bağıdır...
Bugünlerde Türkiye, vefatının üzerinden 20 yıldan fazla zaman geçen şu süreçte yeniden “Özal’ı kim zehirledi?” sorusuna yanıt arıyor. Bunun en doğru ve kesin cevabını mahkemeler verecek.
Ve madem ki Özal konusu şimdilerde yeniden açıldı, sohbetlerimizden hatırımda kalanları paylaşmamak olmazdı. Gelin bugün hikayeyi en başa saralım. İki gencin tanıştığı 50’li yıllara doğru bir zaman yolculuğuna çıkalım...
Genç adam çalışanların çıkmasını beklemişti. Tamamen sessizliğe bürünmüş ofis daha yarım saat önce cetvel makinelerinin gürültüsüyle inliyordu.
Ailemizden biri gibi gördüğümüz, kimimizin çocukluğu, kimimizin ilk gençliği, hep çok iyi tanıdığımızı zannettiğimiz ama aslında pek de tanımadığımız bir kadın Perran Kutman...
- Vay vay vay... Meğer ne kadar esrarengizmişim (gülüyor)...
Şaka bir yana galiba canlandırdığınız karakterleri benimserken sanki biraz Perran’la tanışmayı unutmuşuz.
- Eh hadi tanışalım bari.
Çocukluğunuzdan başlayalım o halde...
- Babaannemin Aksaray Küçük Langa’daki konağında bütün ailenin ilk çocuğu olarak doğmuşum.
KADINLAR PAZARI’NDAKİ BÜRYANLA KÜNEFENİN İSTANBUL’DA RAKİBİ YOK
Bu yarım günlük seyahatimize yüreğimizin sesini dinleyerek başladık ama daha ilk adımda midemizden gelen gurultulara yenik düştük. Kendimizi hemen Fatih’teki meşhur Kadınlar Pazarı’na attık.
Çarşının bir yanında peynirciler, balcılar; karşısındaysa vitrinlerde asılı nar gibi pişmiş kuzularla büryancılar sıralanmış. Aklımız Yöre Pide’de kalsa da Vedat Milor Abimiz’in tavsiyesini dinledik ve Sur Kebap’ta bir masaya yerleştik. Önce bakır sinide ayranlar geldi, hemen peşinden büryanlar.
Büryan aslında bildiğimiz kuyu kebabı... Geceden sabaha kadar közlenen kuyudaki ateşe kuzu sarkıtılarak yapılıyormuş. Üzerinde bir de Sur Tatlısı ile künefe yedik ki hiç sormayın. Muhteşemdi...
ACABA RÖNESANS FLORANSA’DA DEĞİL İSTANBUL’DA MI BAŞLADI?
“Misafir sola yöneliyoruz!”
“Rüzgar arkada, seyir normal!”
“Misafir ‘halyard’ı tut!”
Halyard ne lan?
Şu sıralar hep beraber “lan” diyenleri yargısız infaza uğratıyor olsak da, “halyard”ı tutmam söylendiğinde gayriihtiyari çıkıverdi ağzımdan bu sözcük.
Efendim “halyard” ya da Türkçesiyle “bosa”, bir deniz aracında “serbest kalan” halata verilen isimmiş. Peki Türkçe’sini bile yeni öğrendiğim bu terimi, İngilizce olarak canım burnumdayken anlamamı bekleyenlerle nasıl mı bir araya geldim?
Şöyle oldu; sekiz ayrı ülkede yapılan ve otoriteler tarafından denizlerin Formula 1’i olarak adlandırılan Extreme Sailing Series (ESS) yelken yarışlarının İstanbul ayağına “misafir sanatçı” olarak katıldım.