Paylaş
Bakın neler konuşmuşuz zamanında…
Y kuşağı Arda Uskan’ı pek tanımıyor. Birlikte hepsine bir selam çakalım mı?
“Son Mohikan” dersen belki kim olduğumu çakarlar!
Basın camiasındaki lakabından önce bütün çıplaklığı ile bir “Arda abi” portresi çizmek istiyorum.
Biraz müzik, biraz sinema ve bolca gazetecilik ile geçen bir ömür diye özetlesem...
İnternette şöyle bir cümleye rastladım; “... Arda doğduğu zaman Beatles diye bir grup yoktu. John Lennon ise henüz 7 yaşındaydı. Ne gariptir ki yıllar sonra her ikisi Cannes’da bir sabah kahvaltısında buluşacaklar, yanlarında da Yoko Ono ve Erkin Koray olacaktı...” John Lennon ile röportaj yapan tek Türk basın mensubu sen misin hakikaten?
İnternet efendi yüzünden mi sayesinde mi diyeyim bilemedim ama, kendisine soran herkes hayatım boyunca yaptığım tek kayda değer işin bu John Lennon röportajı olduğunu sanıyor.
O gün çekilmiş fotoğrafta John Lennon’la Yoko Ono’nun yanında seni ve Erkin Baba’yı gören, ister istemez arkasındaki hikayeyi merak ediyor...
Anlatayım... Şimdi ben Yoko ile hafiften kırıştırıyorum. Kahvaltıda John’a aşkımızı açıklamaya karar vermişiz... Şaka yaa abi nereden bileyim, unuttum gitti. Taa 1972 yılı.
İsterse 1942 olsun, insan John ve Yoko ile ettiği kahvaltıyı unutur mu?
Ciddi ciddi anlatayım istiyor musun?
İster ciddi anlat, ister laubali, anlat işte be abi.
O yıl Erkin (Koray) ile Cannes Film Festivali’ne gitmiştik. Baktık John Lennon ve Yoko da orada... John o ara sinemaya merak sarmış, yaptığı 10 dakikalık kısa film de festivalde gösteriliyor. Ah dedim içimden, bir söyleşsem şunlarla!
Çaylak muhabir için fazlasıyla büyük bir av değil mi?
Hem de nasıl... Üstelik medyadan bucak bucak kaçıyor adam. Peşini bırakmadık, o gece filmin oynayacağı sinemaya damladık. Şansa bakar mısın, John ve Yoko gelip tam arkamıza oturdu, ışıklar karardı, film başladı.
Erotik miydi?
2 film birden demedim, 10 dakikalık kısa film dedim. Neyse perde açıldı, John ve Yoko karlı bir arazide kol kola duruyorlar, kamera yukarı doğru kalkıyor, sonraki sahneler bembeyaz…
Nasıl beyaz?
Bildiğin beyaz işte, tam 10 dakika böyle sürdü gitti film. Sonra birden güneş göründü perdede. Meğer kamerayı bir balona bağlamışlar, bulutların arasından geçirip ışığı görene kadar uçurmuşlar. Bizim gördüğümüz beyazlar ise bulutmuş...
Ne zaman indiniz yere?
Biz değil film bitince onlar çakıldılar popolarının üzerine. Salon ayağa kalktı ve güzelce yuhaladı John ve Yoko’yu çünkü...
Bozuldular mı yuhalanınca?
Ne gezer, birer sigara yakıp salondan çıktılar. Biz de peşlerinden tabii... Erkin “Ben gidip konuşacağım” diye tutturdu. Benim için röportaj talep edecek. Şaka maka John’un yanına yaklaştı, bir şeyler söylüyor... Şimdi tersleyecek diye beklerken, bizimki randevuyu koparmış.
Vay canına! Ne demiş peki?
Şimdi bizim oğlan senin Yoko’ya yanık...
Yahu bırak dalgayı, gerçekten nasıl ayarlamış röportajı?
Bana da söylemedi. Ertesi sabah John ve Yoko ile nefis bir kahvaltı yaptık Erkin Baba sayesinde... Röportaj da işin kaymağı oldu.
Bozuldular mı yuhalanınca?
Ne gezer, birer sigara yakıp salondan çıktılar. Biz de peşlerinden tabii... Erkin “Ben gidip konuşacağım” diye tutturdu. Benim için röportaj talep edecek. Şaka maka John’un yanına yaklaştı, bir şeyler söylüyor... Şimdi tersleyecek diye beklerken, bizimki randevuyu koparmış.
Vay canına! Ne demiş peki?
Şimdi bizim oğlan senin Yoko’ya yanık...
Yahu bırak dalgayı, gerçekten nasıl ayarlamış röportajı?
Bana da söylemedi. Ertesi sabah John ve Yoko ile nefis bir kahvaltı yaptık Erkin Baba sayesinde... Röportaj da işin kaymağı oldu.
Pek çok mesleğin arasında bir de fotoroman yönetmenliği var!
Eveeet... 70’li yılların sonunda bugünün dizileri gibi fotoroman furyası başlamıştı. Ayda 3-4 tane çektiğim olurdu. Düşün, Ajda Pekkan, Muazzez Abacı, Barış Manço, Nilüfer, Emel Sayın falan oynardı o zamanlar fotoromanlarda. Gençliğimde çok para kazandım o işten. Ayrıca sen şimdi yüzüme vurmadan söyleyeyim, 80’li yıllarda İbrahim Tatlıses’ten Ferdi Tayfur’a kadar bir dizi arabesk filmin de senaryolarını yazdım.
Adını gizliyor muydun? Ne de olsa o günlerde Nokta gibi saygın bir siyasi derginin yayın yönetmenisin...
Neden gizleyeyim, ayıp mı yahu arabesk senaryosu yazmak?
Nokta ve Gelişim Yayınları’ndaki günler nasıldı?
Alem bir yerdi açıkçası. Bugünün pek çok ünlü gazetecisi için gerçekten okul olmuştur. Biz Nokta’yı çıkarırken Hıncal Uluç Erkekçe’yi, rahmetli Duygu Asena da Kadınca’yı çıkarıyordu.
Nokta’nın efsane olmasını sen neye bağlıyorsun?
Çok cesur işler yapmasına, devlet güdümünde hareket etmemesine... 12 Eylül sonrasındaki baskı ortamında, Nokta insanlara bir vaha gibi gelmişti. O güne göre çok cesur işler yapıldı. Yılmaz Güney ve Nazım Hikmet’i kapağa koymak bile başlı başına “gelin kapatın bizi” demekti. İşkencenin “İ”sini bile insanlar ağzına alamazken, “İşkenceci Polis” diye bir kapak yapıp, gerçek bir polisi konuşturmuştuk.
Nereden bu cesaret?
Patronumuz Ercan Arıklı’dan... Tanımanı isterdim, müthiş bir adamdı. Sabahlara kadar bizimle oturur, şimdinin moda tabiriyle Happy Hour içkilerimizi bile o tedarik ederdi...
Dergide kafa mı çekiliyordu?
Çeken olurdu tabii... (Gülüyor) Ercan Bey’in buzdolabından viski şişelerini aşırıp yukarı götürdüğüm çok olmuştur.
Harbiden ilginç adammış.
Hem de nasıl.
Ercan Arıklı’nın ölümünden sonra, rahmetlinin biyografisini yazdın. Yazdığın gibi çok zampara mıydı?
Kötü bir şey mi yahu kadın düşkünü olmak? Evet hayatını kadınlarla paylaşmayı severdi. Bence adam bu dünyaya iki şey için gelmişti; dergi çıkarmak ve kadınları mutlu etmek!
İyi de sevişmek istediklerinin listesini tutup, “emellerine” ulaşınca da üzerine bir çizgi çekiyormuş. Vallahi senin kitabının yalancısıyım.
1970’den 82 ye kadar böyle bir liste yapmış. Hoşlandığı kadınları bir kenara not etmiş, ardından da onları elde etmek için uğraş vermiş. O dönem birlikte olduğu sevgilisi Çağla Kurtuluş’a da göstermişti listeyi...
Kitabı yazarken sende liste var mıydı?
Vardı tabii... Yırtıp atmamış ki bizimki! Son karısı Güher Pekinel’in eline geçmişti o kağıt, hatta boşanırlarken de mahkeme dosyasına eklenmişti. Ama ben kitapta tek bir ismi bile yazmadım.
Hıncal Uluç’la Nokta dergisinden bu yana dostluğunuz sürüyor. “Hayatımda bir kişiyi sevdim ama kimseye söylemem” dermiş... Sence kim bu kişi?
Vallahi bilmiyorum. Ama eski eşi Holly’yi tanıdım, harika bir kadındı. Hatta onunla ilgili hiç unutamadığım bir anım var... Hıncal, Erkekçe’yi çıkarmak için Ankara’dan İstanbul’a geldiğinde, Mehmet Yılmaz ve Ali Kocatepe ile aynı evi paylaşıyordu. Evin halini tahmin edebilirsin...
O zamanlar Holly ile evli...
Evli tabii... Holly hafta sonları gelip onlarda kalıyordu. Hıncal yine bir pazar gecesi Haydarpaşa’dan trene bindirmiş Holly’yi, eve gelmiş, kafayı vurup yatmış. Sonra gecenin bir vakti bir bakmış yanında bir kadın! Uyku sersemi, Holly sanıp okşamaya başlamış... Sonra kendine gelip, “Kim lan bu?” diye bir tekme atmış kadına... Peki yataktan düşen kim dersin? Sezen Aksu! Ali ile Mehmet gırgırına Sezen’i sokuyorlar yatağına... “İlk defa bir erkek beni yatağından atıyor” diye bağırmış Sezen tekmeyi yedikten sonra.
Yanılmıyorsam Sezen’le senin arandan su sızmazmış.
Tabii, Sezen anılarım başlı başına yazı dizisi olur.
Bir tanesine bile razıyım.
Bir gece kulübüne Sertab’ı (Erener) dinlemeye gitmiştik. Uzay da (Heparı) orkestrada. O günlerde Sezen gazeteci Ahmet’le (Utlu) evlenmek üzere. Sertab şarkıya başlayacak, Uzay kulağına bir şeyler söyledi, kız dağıldı gülmekten. Meğer demiş ki, “Ben saydım, Sezuş’un kırıkları olarak şu an tam altı kişiyiz salonda, kim bilir daha ne bilmediklerimiz var oturanlar arasında”...
Gerçekten bilmedikleriniz var mıydı?
Olur mu, kız ne yaşıyorsa milletin gözü önünde yaşıyor. Bir de flört etmiyor, evleniyor.
Sezen’in Müjde ile dillere destan bir kankalığı söz konusu!
Arada bir yolarlar birbirlerini. Bir keresinde Müjde (Ar), Atilla Özdemiroğlu ile evliyken Sezen’le Almanya’ya alışverişe gidiyor. O gün Sezen diyor ki, “Atilla seni giydiğin bu ucuz pazar donları yüzünden terk edecek, pahalı mahalı, şu şeffaf gecelik takımını komple alıyorsun”...
Müjde için çok cimri derler.
Müsrif değildir diyelim. Neyse eve dönünce de ilk işi giyinip yatağa uzanmak olmuş. Atilla’yı bekliyor. Ama Atilla her zamanki gibi odasına kapanmış müzik yapıyor tabii. Neden sonra çıkmış yukarı, Müjde’yi öyle tüller içinde görünce demiş ki, “Aa hayatım kalk üstüne doğru dürüst bir şey giy, kıçını başını üşüteceksin!”
Eyvah!
Eyvah ki ne eyvah. Müjde hemen telefona sarılmış, “Cüce karı derhal bu çul çaputu alıyorsun ve bana harcattığın Mark’larımı geri veriyorsun!” diye bağırmış Sezen’e.
Bir de televizyonculuğun var...
Nokta’dan sonra ekip olarak Cem Uzan’ın kurduğu ilk özel televizyona geçmiştik 1992’de. Haber müdürlüğü yapıyordum. Sonra Ahmet Özal ile, onun kurduğu Kanal 6’ya gittik, o da zaten bu maceranın sonu oldu...
Ne suç işledin ki yine?
Suç büyüktü... Turgut Özal’ın ölümünden sonra Demirel Cumhurbaşkanı olmuştu, Doğru Yol Partisi’nin başkanlık koltuğu boşalmıştı.
Başbakanlık koltuğu da...
Tabii... Şimdi DYP’ye yeni başkan seçilecek, seçilen Başbakan olacak. Üç aday var; Köksal Toptan, İsmet Sezgin ve Tansu Çiller... Toptan çekilince yarış Çiller’le Sezgin’e kaldı. O günlerde haber merkezinde çalışan Mahmut Övür, bomba bir haber getirdi. Tansu Hanım’ın bakan olduğu günlerde Sarıyer Belediyesi bazı arazilere imar açısından avantajlar sağlıyormuş. Tam bir rant... Bu arada DYP’de yarış kızışmış. “Biz bu haberi girersek Çiller güç durumda kalacak, bekletelim” diyorlar. Kongreye birkaç gün kala izin çıktı, haber akşam üzeri bültenine girdi. Gece bir kez daha yayınlanacak, altyazılar filan geçiyor. O gece Kristal Elma ödülleri vardı. Ekrem Çatay ile oraya gittik. İşte malum telefon Ödül Töreni sırasında geldi...
Kim ola ki?
Semra Özal... Tansu Hanım ile ilgili haberi derhal yayından çekecekmişiz. Zaten biz davetteyken haber bandını alıp götürmüşler.
Eee sonra?
Ben ve iki yardımcım, Korhan Atay ile Ayda Özlü Çevik kovulduk. Mahmut, arkamızdan istifa etti.
Yani kovulmanızın sebebi...
Tansu Çiller, Başbakan olunca ilk iş olarak kovulmamızı istemiş.
Zamanında birçok ünlü kadınla birlikte olmuşsun. En bilineni Seyyal Taner!
İki yılı aşkın bir beraberliğimiz vardı. Ama şimdikiler gibi “düzeyli” filan değil. Çok harbiydi... Hâlâ da en yakın dostlarımdandır.
Karın Selda ne yapardı sen zamparalık yaparken?
Evlendikten sonra haddime mi düşmüş! Ama flört döneminde binbir türlü garipliklere imza atmışımdır doğrusu.
Bir de Güngör Bayrak maceran var. Anlatsana nasıl yakalandığını...
Yahu Güngör’le flört etmiyorduk ki, iş toplantısındaydık. Barış Manço ile “Kalk Gidelim Küheylan” adlı bir fotoromanda oynatmıştım onu. Jeneriğe de “Harika at Küheylan” diye atın resmini koymuştum, onu tartışıyorduk.
Yeme beni Arda Abi. Yenge ne yaptı?
Selda da arkadaşlarıyla Güngör’le yemek yediğimiz yere gelmiş, bizi görünce yanımıza yaklaştı. Güngör’e sordu “Cebinde paran var mı?” diye. “Bu herifin cebinde para yoktur, şimdi bunları yersin, buralarda rezil olursun haberin ola!” diye lafı sokup uzaklaştı yanımızdan.
Barış Manço ve Fikret Kızılok’la da iyi arkadaşmışsın...
Barış bizden birkaç yaş büyüktü ama Moda’da gençliğimiz beraber geçti. Bak dinle, olayın üzerinden yıllar geçtiği için şimdi anlatmakta bir mahzur görmüyorum. Fikret, o günlerde Barış’ın grubunda gitar çalardı. Barış da Marie Claude adlı Belçikalı bir kızla evli. “M’amur” diye çağırırdık. Çok tatlı bir kız... Derken olanlar oldu.
Ne oldu?
Bir gece kapı çaldı, Fikret’le Marie Claude el ele “Bu gece sizde kalabilir miyiz” dediler. Sırtlarında uyku tulumları... Ertesi sabah doğru Anadolu’ya gittiler. Sevmişler birbirlerini, yapacak bir şey yok.
Vay be... Barış Manço ortalığı birbirine katmadı mı?
Hiçbir şey yapmadı. Sessizce boşandı kızdan...
Bu olanlar niye duyulmadı?
Çünkü o günlerde insanlar insan gibi davranırdı. Sırlarını ortaya dökmezlerdi medyatik olmak için. Kimse ağzını açıp bir şey söylemedi. Bu bir gönül meselesiydi.
Sen gazeteci değil miydin o günlerde?
Hem de en genç, en hızlı günlerimdeydim...
Buna rağmen yazmadın...
Tek satır bile yazmadım yıllarca... Artık gocunacak bir taraf kalmadığı için 30 küsur yıldan sonra anlatıyorum. Olay, zaman aşımına uğradı çünkü…
Gelelim bu söyleşinin sebeb-i hayatı “Y kuşağı”na... Apolitik olmakla suçlanan gençliğin ülkeyi ayağa kaldırmasına ne diyorsun? Sizin 68 hareketi ile bir bağ kurmanı istesem!
Gezi eylemleri sonucu tanıştığımız gençlikle bizim 68 kuşağının hiç alakası yok... Zaten düşünecek olursan dünyadaki ve Türkiye’deki 68 hareketi de birbirlerinden çok farklıydı.
Biraz açsana bunu.
Gel önce geçmişi sorgulayalım. 2. Dünya Savaşı’nın ardından kapitalist hatta sosyalist sisteme karşı bir hareket hayat buldu. Aradan 20 yıl geçtikten sonra ABD’de Vietnam Savaşı’nın tetiklediği gençlik daha fazla özgürlük, barış ve çevre için başkaldırdı. Derken bu başkaldırı diğer ülkelerde, o ülkelerin şartlarına göre farklı boyutlar aldı. ABD’den dünyaya yayılan bu hareketin boyutu bizde çok daha politik bir hâl aldı...
Neden dersin?
Bunun pek çok sebebi var ama bana kalırsa en önemlisi 61 Anayasası’nın getirdiği özgürlükçü haklardı. Gençler yönetimi ele geçirmek adına üniversiteleri işgal ettiler, Kıbrıs sorunu, Nato gibi uluslararası konularda seslerini duyurmaya çalıştılar. Derken bildiğin gibi DevGenç eylemlerine ve Deniz Gezmiş’lere kadar geldi dayandı olaylar.
Ne kadar etkili oldu sence gençlerin böyle başkaldırması?
Totaliter rejimlerde baskı devam etti ama daha demokratik ortamlarda bazı sosyal talepler karşılandı. Kadın erkek eşitliği, feminist hareket hızla yükseldi.
Abi ne olur şu kaseti biraz ileri sar. Gezi’yle tanıştığımız gençlere gel.
Daha önce de söylediğim gibi şimdiki gençlerin 68’dekilerle sokaklara dökülmeleri dışında yakından uzaktan hiçbir alakaları yok.
O niye?
Çünkü 68 gençliği belirli bir ideolojiye sırtlarını yaslayarak tamamıyla politik sebeplerden sokaklara döküldüler. Bugün Gezi’de gördüğümüz gençler ortak paydanın “insan” olduğunun farkına varmış şahane bir nesli temsil ediyor.
Politik değiller mi diyorsun?
Ne politiği? Tamamıyla politik söyleme kapalılar bile diyebilirim. Bu gençlerin hepsi normal yaşantılarında aynı görüşü savunmuyorlar belki ama farklı olduklarını unutup tek amaç uğruna bir araya gelerek kenetlenmiş durumdalar. Aynı anda cuma namazının kılındığı, kandil simitlerinin dağıtıldığı, başörtülüsünün de mini eteklisinin de bir araya geldiği bir ortamı politik olarak değerlendirmek bence akla hayale sığmaz.
Nedir bu nesli farklı kılan?
Y kuşağındakilerin en temel değeri, adalet duygusu. Haksızlığa uğradıklarını hissettikleri an karşılarında Başbakan da olsa, patronları da olsa, profesörleri de olsa tepki vermekten çekinmiyorlar. Onları tek renk yapmak isteyenlere inat rengarenk olmak için çabalıyorlar.
Senin gibi bir eski tüfeğin nasihati ne olur bu gençlere?
Onlar zaten yapabilecekleri en önemli şeyi “Haydi” deyip sokağa çıkarak yaptılar. Zaten sokağa çıkmadan politik olmanın imkanı yok.
Gezi eylemlerinden çıkarılması gereken ders nedir sana göre?
Bu sınavda, her kesimin hakları ve sorumlulukları doğrultusunda hareket edilmesi gerektiğinin önemi bir kez daha vurgulandı...
Paylaş