Bugün de bu rakamların buna yakın olduğunu varsaymalıyız.
Liselerimiz ve mesleki-teknik liselerimizden her yıl yaklaşık 800 bin kişiyi mezun ediyoruz. İleriki yıllarda bu sayı daha da artacak, 1 milyonu biraz aşacak.
Önümde 2013 yılı lisans yerleştirme sınav sonuçları var. O yıl liselerden mezun olup üniversite sınavına giren öğrencilerden 26 bin 662’si 80 soruluk İngilizce sınavına girmiş; kendisini herhalde yerleşmek istediği üniversite öyle diye, en az 8 yıldır eğitimini aldığı yabancı dilde sınamak istemiş.
Dediğim gibi sınav 80 soruluk ve sınava girenler de bunu zorunluluktan değil kendilerine olan güvenlerinden yapmışlar. Peki bu 26 bin 622 kişinin 80 soruda doğru cevap ortalaması ne? Sadece 28.08.
Yani biz milyonlarca çocuğumuzu 8 yıl yabancı dil eğitimine tabi tutmuşuz, onların içinden bazıları ‘Ben bu derste başarılıyım, İngilizceyi kıvırıyorum’ diye düşünüp sınava girmiş ve alınan sonuç bu.
Aslında lisenin son sınıfında ülke çapında gerçek bir mezuniyet sınavımız olsa, bırakın matematiği fiziği yabancı dilden kimseyi mezun edemememiz gerekebilir.
Türkiye on yıllardır ortaokul ve liselerinde yabancı dil öğretmeye çalışıyor. Üstelik bu yabancı dillerle aynı alfabeyi kullanıyoruz. Ona rağmen öğretemiyoruz; öğretemediğimizi itiraf da etmiyoruz.
Anasınıfından lise son sınıfa kadar okullarımızda 18 milyona yakın öğrencimiz var. Buna üniversite öğrencilerini de eklediğimizde 23 milyonu aşıyoruz. Sayıları 1 milyona dayanan öğretmenlerimizi, üniversite öğretim üye ve görevlilerini, yüksek lisans ve doktora öğrencilerini eklediğimizde 25 milyondan az olmayan bir sayı bu.
Yani nüfusumuzun her üç kişisinden biri doğrudan eğitimin içinde zaten. Onların anne-babalarını, amca-hala-teyze-dayılarını eklediğinizde geri kalan üçte ikinin de dolaylı paydaş olduğunu bulursunuz.
Toplumun bu kadar göbeğinde, hemen hemen herkesin ilgi alanında olan bir konu eğitim.
Ama bakın, geçen hafta cuma gününden beri Antalya’da art arda eğitimle ilgili iki önemli toplantı yapıldı, haberiniz oldu mu?
Bu toplantılardan ilki ‘1. Eğitim Kongresi’ adını taşıyordu, özel eğitim kurumları daha çok tartışıldı. 1600’den fazla eğitimci katıldı buna. Kongrenin hemen ardından, 2 Aralık günü bu kez 19. Eğitim Şûrası başladı, 2 bin 200 kişinin katıldığı toplantı yarın, yani 6 Aralık’ta sona erecek.
Siz bakmayın bu devasa katılımlara, Türkiye’de eğitimle ilgili meselelerde maalesef hep çok dar gruplar yeterli tartışma ortamı olmaksızın kararlar alıyor ve hayata geçiriyorlar.
Epeydir moda, önce Eğitim Şûrası’nda bir komisyona veya şûranın kendisine bir tavsiye kararı aldırmak, sonra da bu tavsiyeyi yasaya, yani uygulamaya çevirmek.
Bu yazılarda mümkün olduğunca kendi görüşlerimi veya yorumlarımı işin içine katmadan, iddianameyi aktarmaya, savcının bulgularını burada sunmaya çalıştım.
Kuşkusuz davada yargılanacak sanıkların avukatları bu iddianameyi çok daha eleştirel bir gözle okudular ve dava başladığında da görüşlerini sunacaklar. Ben de bugün, bu serinin beşinci ve son yazısında, kendimi avukatların yerine çok koymamaya çalışarak iddianamenin eksiklerinden ve yetersizliklerinden söz etmek istiyorum.
Önem sırasıyla değil de aklıma geliş sırasıyla yazıyorum...
1. Casusluk ama kimin lehine?
SAVCININ temel iddiası dinleme cihazlarının casusluk amacıyla yerleştirildiği. Önde gelen sanıklara yöneltilen suçlama da ‘siyasal casusluk’ suçlaması. Ancak bu casusluğun kimin için (hangi ülke veya kuruluş) yapıldığına dair tek bir cümle bile yok iddianamede. Zaten yapılmış bir kayıt, bu kaydın falanca kişi eliyle filanca ülke veya kuruluşa aktarıldığı gibi bir iddia da, kanıt da iddianame içinde yer almıyor. Böyle olunca da, casusluk suçunun gerçekleşip gerçekleşmediği
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011 yılı sonunda Başbakan’ken kullandığı iki çalışma odasında bulunan dinleme cihazlarıyla ilgili yazılan iddianameyi okumayı ve burada yazmayı sürdürüyorum.
Bu serinin ilk günü, dinleme cihazlarının bulunması ve sonrasındaki adli seyri kronolojik olarak yazmıştım. Adli soruşturmanın başlamasında ciddi bir gecikme olduğu net biçimde gözüküyordu.
İkinci yazı, savcılığın soruşturmada kullandığı yöntem hakkındaydı. Savcılık, önce cihazların yaklaşık olarak yerleştirildiği tarihi iki ayrı bilirkişi raporuyla saptamış, sonra da o dönemde o odalara giren kişileri tek tek mercek altına almıştı.
Bir teknik bilgiyi aktarmam gerek: Savcılığın kişileri ‘mercek altına alması’nın anlamı, onların cep telefonlarının ‘HTS datası’ adı verilen verilerini incelemekti. Bu verilerde hem kişinin hangi numaralarla hangi gün, saat kaçta, ne süreyle görüştüğü hem de kişinin telefonda konuşmasa bile günün hangi saatinde haritada yaklaşık olarak nerede olduğu aynı anda görülebiliyor.
Bu inceleme sonunda savcılık biri Başbakanlık Koruma Dairesi’nde görevli, diğer üçü ise Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’nda görevli dört polisi ‘böcekleri yerleştiren kişiler’ olarak itham ediyor.
Serinin dün çıkan üçüncü yazısında dinleme cihazlarının teknik özelliklerine değindim, dinlemelerin her iki konuta belli bir mesafeye yerleştirilmiş olması gereken cihazlarla yapıldığını anlatmaya çalıştım.
Savcılığın elindeki en önemli delilin bu HTS verisi olduğunu söylemek gerek. Bu yolla savcılık şüphelilerin ‘böcek’lerin yerleştirilmesi sırasında Başbakan’ın çalışma odalarının civarında olduğunu saptıyor. Bu durum ayrıca çok sayıda tanık ifadesiyle de kayıt altına alınmış durumda.
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde, 2011 yılının aralık ayında kullandığı çalışma odalarından ikisinde dinleme cihazı bulunmasıyla ilgili olarak açılan davanın iddianamesini okumaya devam ediyoruz.
Önceki gün çıkan yazımda soruşturmanın bir kronolojisini vermiştim. Burada dikkati çeken en önemli şey, dinleme cihazları Aralık 2011’de bulunduğu halde adli soruşturmaların bundan bir yıl sonra, Aralık 2012’de başlatılmasıydı. Bu vakit kaybı, pek çok doğrudan delilin artık ulaşılamaz hale gelmesine sebep olmuş olabilir.
Dünkü yazımda ise savcılığın kullandığı yöntemi anlatmaya çalıştım. Savcılık önce cihazların ne zaman o odalara yerleştirilmiş olabileceğini saptamış, sonra da o zaman aralığında söz konusu odalara giren kişilerin telefon kayıtlarını incelemiş ve ‘böcek’lerin 24-25 Kasım 2011 tarihlerinde Başbakanlık Koruma Dairesi’nden Serhat Demir ve İstihbarat Daire Başkanlığı’ndan Sedat Zavar, Enes Çiğci ve İlker Usta isimli polis memurları tarafından yerleştirildiğine kanaat getirmişti.
Bugün öncelikle bu dinleme cihazlarının özelliklerine bakmak istiyorum; çünkü bence bu cihazlar soruşturmanın da davanın da çok önemli unsurları.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2014/2222 numaralı iddianamesinde Başbakan’ın Keçiören’deki evinde dinleme cihazının bulunması şöyle anlatılıyor: ‘... 28 Aralık 2011 tarihinde Keçiören’de Başbakan tarafından kullanılan çalışma ofisinin teknik araması sırasında; Spektrum Analizör cihazı ile yürütülen RF frekans taraması esnasında, 416 MHz civarında bir telsiz verici yayını ile karşılaşıldığı, söz konusu frekans üzerinde yapılan detaylı incelemede yayının dış ortamdan yapılmadığının belirlendiği, (...) yürütülen çalışma sonucunda telsiz sinyalinin kaynağının Başbakan tarafından kullanılan masanın sağ tarafındaki “FAR MARKA 6 GİRİŞLİ ÇOKLU PRİZ” olduğunun belirlendiği,Spektrum analizör cihazının ekranında, çoklu prizin elektriğinin kesildiğinde sinyal yayınının sonlandığı, tekrar elektrik verildiğinde ise telsiz yayınının tekrar ortaya çıktığının gözlendiği, anılan masanın sağ tarafında kriptolu telefon da dahil olmak üzere toplam 4 adet telefonun bulunduğu,Daha sonraki aşamada, çoklu priz açılmadan X-RAY cihazı ile görüntülendiği ve priz içerisinde normalin dışında özel bir yapının varlığını andıran bir görüntü ile karşılaşıldığı, bilahare çoklu prizin kapağı açıldığında diğer çoklu prizlerden farklı olarak kenarlarında boşluk bulunmadığı, boşlukların priz ile aynı renkte özel olarak tasarlandığı (kalıbının çıkarıldığı) değerlendirilen bir malzeme ile fark edilmeyecek şekilde kapatıldığının gözlendiği, priz içerisinde bulunan kalıp malzemesinin kırılması neticesinde elektrik şebekesinden beslenen telsiz vericiye ulaşıldığı...’Görüldüğü gibi Keçiören’de bulunan dinleme cihazı arama sırasında aktifti, yani yayın yapmaya devam ediyordu. Aynı ekip ertesi gün Çankaya’daki Başbakanlık Konutu’nda benzer bir başka dinleme cihazı buldu ama bu sefer cihaz aktif değildi.
Daha sonra yapılan bilirkişi incelemesinde cihazların uzaktan kontrol edilerek açılıp kapatılabildiği ortaya çıktı.
Peki cihazların menzili neydi? Bilirkişilere göre cihazın yaydığı sinyal kapalı alanda maksimum 50 metreye, açık alanda ise 300 metreye kadar ulaşabilirdi. Keçiören’de bulunan cihaz cama yakındı, yani açık alanları görüyordu. Çankaya’daki konutta bulunan cihaz ise bu kadar avantajlı konumda değildi.
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011 yılı sonunda, Başbakanlığı sırasında kullandığı iki çalışma odasında dinleme cihazlarının bulunmasıyla ilgili olarak açılan davanın iddianamesini okumaya devam ediyoruz.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan 2014/2222 numaralı iddianameye göre, söz konusu dinleme cihazlarının 28 ve 29 Aralık 2011 günleri, Keçiören’deki özel konutta ve Çankaya’daki Başbakanlık Konutu’nda bulunduğunu dün yazdım. Yine dün, bu dinleme cihazlarıyla ilgili ve adli sonuç doğurucu nitelikte iki resmi soruşturmanın da, cihazlar bulunduktan 1 yıl sonra başlatıldığını belirttim.
Soruşturma bir yıl boyunca beklemek yerine anında başlatılsaydı bugün elimizde daha farklı bir iddianame mi olurdu, bunu bilmeye imkân yok.
Savcılık resmen 2012 sonunda soruşturmasını başlatmış olsa da, gerçekte Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun aynı konuda yaptığı soruşturmanın sonuçlanmasını beklediği için fiilen 13 Ocak 2014’ten sonra yani ‘böcek’ler bulunduktan iki yıl sonra kendi soruşturmasına başlıyor.
Savcılık, ilk iş olarak 1 Temmuz-29 Aralık 2011 tarihleri arasında Başbakan’ın her iki çalışma odasına girebilen kişileri saptıyor ve bu kişilerin geçmişe dönük cep telefonu sinyal bilgilerini çıkarıyor.
Savcılık ikinci olarak, dinleme cihazları bulunduktan sonra MİT tarafından TÜBİTAK’a yaptırılan bilirkişi incelemesini bir de TOBB Üniversitesi’nden bir uzmana yaptırıyor. Keçiören’deki çalışma odasında dinleme cihazı bir altılı elektrik prizinin, Çankaya Başbakanlık Konutu’nda dinleme cihazı ise üçlü elektrik prizinin içine gizlenmiş olarak bulundu. O kadar ki, her iki ‘böcek’ de enerjisini 220 volt alıyor, yine gizlenmiş bir güç adaptörü bu enerjiyi 6 volta çeviriyordu vs. Ve bütün bunlar çoklu prizlerin içine ustalıkla yerleştirilmiş, silikon bir malzemeyle de gizlenmişti.
İşte bilirkişiler bu silikon malzemenin katılaşma durumuna bakıp ‘böcek’lerin hangi tarih aralığında yerleştirilmiş olabileceğini tahmin ettiler. Biraz Amerikan filmi gibi... İki bilirkişinin verdiği tarihler birbirine yakındı, dinleme cihazları çoklu prizlerin içine Kasım 2011’in son 10 gününde konmuş olmalıydı.
İlk şaşkınlığın ardından hükümet bu polis operasyonunu ‘yolsuzluk soruşturması’ değil ‘hükümete karşı darbe girişimi’ olarak niteledi. Hemen ardından polis ve savcılık 25 Aralık’ta bir operasyon için daha düğmeye bastı, gözaltına alınacaklar arasında dönemin başbakanı bugünün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın da adı vardı ama hükümet bu operasyonun yapılmasını engelledi, hatta ‘Bu bir darbe girişimidir’ sözünü daha yüksek sesle söylemeye başladı.
Hükümete göre bütün bu operasyonların arkasında, devlet içinde örgütlenmiş olan ve Fethullah Gülen’e bağlı hareket eden ‘Cemaat’ vardı. Art arda sayıları binleri bulan polis atamaları ve görevden almaları başladı. Hemen ardından da idari ve adli soruşturmalar.
17-25 Aralık sonrası ağırlık verilen önemli soruşturmalardan biri, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ankara Keçiören’deki evinde ve yine Ankara’daki Başbakanlık Konutu’ndaki çalışma odalarında bulunan dinleme cihazlarıyla ilgili olanıydı.
Diğer iki önemli soruşturmadan biri özellikle İstanbul’da 17-25 Aralık operasyonlarını gerçekleştirenler başta olmak üzere polise yönelik ‘Hükümeti devirmeye teşebbüs’ soruşturması, diğeri ise Ankara’da Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nda yapılan yasadışı dinlemelere yönelik ‘Casusluk’ soruşturmaları. (Başka soruşturmalar da var ama bence en önemli üçü bunlar.)
Şimdi bu üç soruşturmadan görece en eskisi olan ve kamuoyunda ‘Böcek soruşturması’ olarak bilinen soruşturma tamamlandı, iddianamesi yazıldı, Başbakan’ın çalışma odalarına dinleme cihazı yerleştirdiği iddiasıyla 13 kişi hakkında dava açıldı.
‘Paralel yapıyla mücadele’ adı altında soruşturması hükümet tarafından desteklenen bu önemli davanın iddianamesine birkaç gün boyunca bu köşede yakından bakmaya, olayları yakından takip etmeyip bölük pörçük bilgilenen kamuoyunu iddianamenin içeriğiyle ilgili bilgi sahibi kılmaya çalışacağım.
Ülkenin başbakanının çalışma odalarından ikisinden özenle gizlenmiş dinleme cihazlarının çıkması her şart altında çok büyük bir haberdir, büyük bir olaydır. Ve bu dinleme cihazlarını koyanları/koyduranları bulmak da o devlet için tam anlamıyla bir haysiyet meselesidir. Bir hukuk devleti, haysiyetini ancak hukuku uygulayarak koruyabilir. Bu meseleyle ilgili iddianame ortaya çıktığına göre, hukuk devleti içinde yapılabilecek her türlü soruşturma da tamamlanmış demektir.
Geçen hafta Rosetta’dan ayrılan Philae adlı minik araç kuyrukluyıldızın üzerine indi.
Philae, 90x90x90 ebadında, yani evdeki çamaşır makinesine çok benziyor. Ağırlığı ise 100 kilodan biraz fazla.
Kuyrukluyıldızın ana kütlesinde yerçekimi kabaca dünyadakinin yüzde biri kadar. Yani 100 kiloluk Philae orada 1 kilo ağırlığında gibi. (Hepimiz kuyrukluyıldıza gitsek, en büyük derdimiz kilo vermek değil almak olurdu...)
O yüzden Philae’yı yere bağlayıp sabitlemek kolay değil. Şu ana kadar üç kez olduğu yerden sıçradı ve son olarak ESA bilimcilerinin hiç de hesaplamadığı bir yerde Philae. Üstelik güneş panellerinin bir bölümü hasar gördü, sağlam olan paneller ise içine düştüğü çukur yüzünden yeterli güneş almıyor. Tam da bu sebeple Philae’nin ana pili 60 saat çalıştıktan sonra tükendi ve araç şu anda ‘derin uyku’da. Umuluyor ki yaza kadar yeterli güneşi alacak ve pillerini yeniden dolduracak, sonra da Dünya’ya haber göndermeye devam edecek.
Ancak Philae’nın çalıştığı ilk 60 saatinin verimsiz geçtiği de söylenemez.
Araçtan gelen ilk bilgi çok heyecan verici: Kuyrukluyıldızın etrafında karbon bazlı organik moleküller saptadı Philae.
Henüz ESA’nın bilgisayarları gelen veriyi analiz ediyor, o yüzden Philae’nin saptadığı (‘kokladığı’ demek belki daha doğru) organik molekülün ne molekülü olduğunu bilmiyoruz. Belki metan gibi karbon bazlı bir gaz, belki de daha karmaşık aminoasitlerin temel maddeleri.