SURİYE’deki içsavaş yıllardır devam ediyor. Geçen yıl da Türkiye’de 2 milyona yakın Suriyeli mülteci vardı.
Peki geçen yıl o Suriyeli mülteciler botlara binip Yunan adalarına gitmek için bugünküne benzer bir kitlesel çaba içinde neden değildi? Neden geçen yaz Bodrum’da, Ayvalık’ta, Kuşadası’nda, Çeşme’de parklarda sokaklarda yatan Suriyeliler görmüyorduk da bu yaz başından beri görüyoruz?
Bu sorunun bunca aydır Türk ve dünya basınında hiç sorulmamış olması, Suriyeli mültecilerin minik şişme botlarla yola çıkmalarının haberleri, röportajları, hatta belgeselleri yapılırken bu insanların ansızın neden deniz kenarına geldiklerinin merak edilmemesi neden acaba?
Oysa bu soruyu sorsak, özellikle iki Avrupa ülkesinin, ismiyle söyleyelim, Hollanda ve İsveç’in sebep olduğu bu dramı konuşmaya başlayacak dünya. Ama hayır, biz soruyu sormak yerine gözümüzün önündeki dramı konuşuyoruz, ağlıyoruz, dövünüyoruz, üzülüyoruz, suçluyoruz.
Hollanda ve İsveç bir süre önce, Suriyeli mültecilere, ‘Eğer buraya kadar gelebilirseniz sizi kabul edeceğiz’ dedi.
Bu cümlenin duyulmasıyla önce Türkiye’nin Ege kıyılarına bir akın başladı. Buradaki insan tacirleri, pek çok kişinin de ölmesi pahasına mültecileri Yunan adalarına taşımaya başladı.
Dikkat edin, bu insan kaçakçılığını önlemek için ne Türk sahil güvenliği ne Yunan sahil güvenliği bir şey yapıyor. Güpegündüz botlara doluşan insanlar, Bodrum’da Bitez’den Akyarlar’dan yola çıkıyor, karşıdaki Kos’a ulaşıyor.
Turgut Özal’ı alın. Özal’ın Türkiye’de siyasete damgasını vurduğu 1983-93 arasını hatırlayanlar çıkacaktır. Eğer bu 10 yıla bakarsanız, aradığınız bütün Turgut Özal’ları bir arada görürsünüz; meşrebinize göre bir tanesini seçer kendinize bugün için araç yapabilirsiniz.
Mesela Özal Kürt meselesinde barıştan mı yanaydı savaştan mı? Ararsanız en şahin Özal’ı da bulursunuz, ‘Bunlar gündüz külahlı, gece silahlı’ diyen, köy koruculuğunu icat eden... Yine ararsanız Kürt sorununa çözüm arayan, PKK ile dolaylı görüşmeler yapan Özal’ı da bulursunuz.
Peki Özal demokrat mıydı, demokrasiye inanıyor muydu? Aramanıza bile gerek yok, referandumda siyasi hakların iadesine hayır kampanyası yapabilmiş birinden söz ediyoruz, polis kanununu çıkarmış birinden söz ediyoruz, terörle mücadele kanununu çıkarmış birinden söz ediyoruz. Söz düzeyinde hep demokrasiyi savunmasına rağmen Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu demokratik dönüşüme pek az katkı vermiş biriydi Özal.
Biz siyasi analizciler, gazeteciler, köşe yazarları böyle detaylarla yargı oluşturuyoruz ama acaba vatandaş yargısını nasıl oluşturuyor?
Sübjektif bir gözlem belki ama benim kanaatim, vatandaşın bir siyasetçi için yargısını oluştururken bu detaylar yerine büyük resme baktığı yönünde. O büyük resim de siyasetçinin değiştirici/dönüştürücü olup olmadığıyla ilgili. Vatandaş küçük gelgitlere takılmıyor, genel yönelime bakıyor ve eğer siyasetçi değişimin motoru olmaya devam ediyorsa ona olan kredisini sürdürüyor.
Değişimin motoru olmaktan kasıt da toplumun en altındakilerden başlayarak herkese yeni bir hayat imkânı vermek... Buna özgürlüklerin genişlemesi de dahil ekonomik haklar da...
AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan iktidara Özal’dan 10 yıl sonra geldiler. Türkiye 10 yıl boyunca değişimci/dönüşümcü aktörünü beklemişti; AK Parti ve Erdoğan bu beklentiyi uzunca bir süre karşıladı.
ARTIK 12 yaşına doğru gelmekte olan oğlum, bir-iki yıl kadar önce durduk yerde, cep telefonundan nasıl internete bağlanıldığını sordu. Şimdi hazır 4.5G ihalesinin dumanı tazeyken ona verdiğim cevabı burada da aktarmak istiyorum.
Biz insanlar, soyut şeylerdense elle tutulur somutlukta şeyleri kavramaya daha yatkınız. ‘İnternet’ dediğimizde de karşımızda elle tutulur somutlukta bir şey görmek istiyoruz; istiyoruz ki bir yerlerde ‘internet’ diye bir nesne olsun, biz de ona bağlanalım ve istediğimizi yapalım.
Ama öyle değil. İnternet bir nesne değil; illa nesne diyeceksek gezegenimizin her yanına dağılmış belki katrilyonlarca ayrı nesneden, katrilyonlarca kilometrelik kablolardan, uzaydaki uydulardan vs söz etmemiz gerekir.
İnternet, ilk yıllarındaki ismiyle ‘info-bahn’ (otoban gibi infoban) veya ‘information highway’ sahiden de. Siz bu otoyola ‘kapı’lardan geçerek dahil oluyorsunuz.
Biz konuşurken neler oluyor?
Telefon operatörü şirketler, kendi ticari çıkar ve ihtiyaçlarına en uygun olduğunu düşündükleri kadar frekansı kiralamak için kıyasıya bir rekabet yaşadılar.
Üç operatör şirketin toplamda 365.4 Mhz’lik bant genişlikleri için ödeyecekleri bedel 3.9 milyar Euro oldu.
Bu para, söz konusu frekansları/bant genişliklerini 13 yıl boyunca kullanmak için ödenen lisans bedeli. Yani şirketler, lisansını aldıkları bu bant genişliklerinde mobil internet hizmeti verebilmek için ayrıca yer altında, yer üstünde ve uzayda yatırımlar yapacaklar. Bu yatırımların toplamı da epey büyük rakamlar olacak.
Peki sonunda ne olacak? Şirketlerin yatırımlarını tamamlamasıyla birlikte biz kullanıcılar ellerimizdeki mobil cihazlarla bugüne göre çok daha yüksek hızlarla ve çok daha yüksek kapasitelerde internete bağlanabileceğiz.
Yani bu kadar yatırım, internet hızımızın artması için yapılıyor. (Hızımız artarken internete erişim fiyatının düşüp düşmeyeceğini bilmiyoruz ama ilk planda bu fiyatların artması bekleniyor.)
Türkiye’deki üç operatöre, yani Turkcell, Avea ve Vodafone’a ‘Cep telefonu şirketi’ demek ne kadar doğru, bunu bilmiyorum. Dünyada yaşanan şey Türkiye’de de yaşanıyor ve telefonlar üzerinden ses trafiği bu çeşit şirketler açısından neredeyse göz ardı edilebilir bir gelir kalemine dönüşürken internet trafiği ana iş haline geliyor. (İddia ediyorum, on yıllar içinde bir zamanların devleri olan bu büyük operatörlerin Facebook gibi, Google gibi içeriği elinde tutan şirketler tarafından satın alındığına, o şirketlerin hizmet sunan bölümleri haline geleceğine tanık olacağız.)
4.5G ihalesinde tanık olduğumuz şey, havadan alacağımız internetle ilgili bir rekabetti. Ama biliyorsunuz, internete sadece mobil cihazlarımızla ve telefon operatörlerinin hizmetiyle erişmiyoruz. Bir de evimizde, çalıştığımız işyerinde, okulumuzda eriştiğimiz internet var; yer altı kablolarıyla kapımıza kadar gelen.
Terör almış başını gidiyor, her gün şehit ve ölüm haberleri alıyoruz; ülke bütün siyasal aktörleri utanca düşürmesi gereken bir yeniden seçime gidiyor, 70’li yıllardan sonra ilk kez yeniden ‘ara rejim’ hükümetimiz olacak; İsveç ve Hollanda’nın ‘Buraya kadar ulaşırsanız bir iyilik düşünürüz’ demesi yüzünden Suriyeli mültecilerin on binlercesi her gün Ege Denizi’nde yaşam savaşı veriyor.
Bütün bu büyük sorunların yanında, nedense hiç konuşmadığımız bir büyük sorunumuz daha var; üstelik bu sorunun kalıcı etkileri çok daha fazla olacak ama biz bırakın önlemler geliştirmeyi bu meseleyi konuşmuyoruz bile.
Evet, küresel iklim değişikliğinden ve bu değişimin ülkemize olan etkilerinden söz ediyorum.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nden ‘afet bilimci’ Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’nun bu konuda yapılmış onlarca çalışması var; bir tanesi de Çevre ve Orman Bakanlığı’nın talebi üzerine. Bu çalışmalarda Prof. Dr. Kadıoğlu, ‘doğal’ denen afetlerin sayısındaki artmayı ele alıyor. Sadece Kadıoğlu’nun rakamlarına bakmak bile son yıllarda sel gibi, toprak kayması gibi ‘afet’lerin sıklığındaki büyük artışa dikkat çekiyor.
Yani anlayacağınız seller, toprak kaymaları bundan sonra zaman zaman başa gelen olaylar değil sık sık meydana gelen şeyler olacak.
Nitekim, aynı hafta içinde Ankara’da, İstanbul’da ve Artvin’de sel baskınları gerçekleşti. Ondan önceki hafta Rize’de sel ve toprak kayması bir arada yaşandı. Bu olayların tamamı ağustos ayında, ‘mevsim normalleri’nin dışında gerçekleşti. Çünkü artık buna da alışmamız gerek; ‘mevsim normali’ kavramımız değişecek, çünkü ülkemizde de iklim değişiyor.
Elbette Ankara’da ve İstanbul’da aşırı yağışlar nedeniyle altgeçitleri su basmasının ve maddi hasar ortaya çıkmasının sebepleri arasında belediyelerin kötü mühendisliği önemli bir rol oynadı. Peki Artvin’in üç ilçesindeki selde 8 vatandaşın ölmesi ‘doğanın işi’ mi? Hayır, orada da insan eliyle yapılan hatalar söz konusu.
Neredeyse tarihin başından beri yapılan, filozoflardan din adamlarına, fizikçilerden matematikçilere herkesin katıldığı bu tartışma son on yıldır ilgimi çekiyor; çünkü tartışma nörologların ve genetikçilerin katkısıyla yepyeni bir aşamaya geldi.
Nörologların, beyin ve sinir bilimiyle uğraşanların çoğu size insanın bir özgür iradesinin olmadığını söyleyecektir. Bunu da, yapılmış ve defalarca tekrar edilmiş bir meşhur deneye dayanarak söyleyeceklerdir: Beynimiz, biz kendi bilincimizle (özgür irademizle) herhangi bir kararı alıp uygulamazdan çok önce o kararı almış oluyor.
Masaya parmağını vurmak basitliğinde bir kararı bile bilincimizden önce beynimizdeki alt sistemlerin alıyor olması, özgür iradeyle özdeşleştirilen düşünüp taşınıp karar almamızı sağlayan bilincimizin göstermelik bir şey olduğunu kanıtlıyor onlara göre.
Gerçekten de, hayatımızın pek az, sahiden mini minicik bir bölümünde bilincimiz devreye girer. Kalbinizin atmasını vücudunuza emretmiyorsunuz veya nefes almayı. O işleri beyin bilincinize danışmadan yapıyor. Yürürken adım atmayı düşünmüyorsunuz bile. Otomobil kullanırken çoğu hareketiniz otomatik, hatta bazen yolu bile düşünmüyorsunuz, bir bakıyorsunuz sokağınıza sapmışsınız.
Çoğu şeyi bilincinizle düşünüp uygulamaya kalkınca onları yapamadığınızı fark edeceksiniz. İsteyen bunu denemek için nefes alıp vermeyi düşünsün ve yönetmeye kalkışsın kısa bir süre, görsün neler oluyor.
Diyeceksiniz ki bunlar basit şeyler; esas mesele işten istifa edip etmeme, çocuk yapıp yapmama, o evi almak için borç alıp almama, okul seçme gibi kritik konularda bilincimiz önemli.
Evet önemli ama sahiden böyle hayatın akışında kritik olan bütün konularda özgür irade sahibi olduğunuza, tek başınıza bu kararları kendiniz verdiğinize ve karar verirken bütün artı ve eksileri hesaplayıp kendinize karşı dürüst olduğunuza emin misiniz?
2013-2014 eğitim yılında bu sistem bir kez daha değişti; geçen hafta bu yeni sistemin ikinci yerleştirme işlemi yapıldı.
Sübjektif bir gözlem ama galiba Türkiye iki yıldır uyguladığı TEOG ile aradığı sistemi buldu. Bu sınav sisteminde Türkiye çapında bütün ortaokul son sınıf (8. sınıf) öğrencileri altı temel dersten (Türkçe, matematik, fen ve teknoloji, inkılap tarihi, yabancı dil, din kültürü ve ahlak) yılda iki kez merkezi sınava giriyor. Bu sınavlar aynı zamanda o öğrencilerin her dönemde o derslerden yaptıkları üç yazılı sınavdan biri yerine de geçiyor.
Bu yıl resmi veya özel, ortaokullarımızdan 1 milyon 300 bine yakın öğrenci mezun oldu ve bu sınava girdi; bunların tamamı liseye devam edecek, çünkü zorunlu. İçlerinden bazıları, TEOG’da daha başarılı olanlar, seçkin ve daha iyi liselere gidecek, çoğunluğu ise eğitim kalitesinin pek de yüksek olmadığı sıradan liselere...
Sınavın kendisi normal müfredata ve hatta sınıfta öğretmenin zaten yaptığı sınava dayandığı için, normal şartlarda öğrencilerin bu sınava hazırlanmak için ek bir desteğe, yani dershaneye veya özel derse ihtiyacı olmaması gerekir.
Ben bunu söylüyorum ama çok sayıda öğrencinin dershanelere gittiğini, özel ders aldığını hepimiz biliyoruz. Fakat, teoride sınavın yöntemi dershaneye gitme ihtiyacını minimuma indiriyor.
Zaten baktığınızda, ‘iyi’ denebilecek ortaokullardan gelen çocukların TEOG başarısının daha yüksek olduğunu görüyorsunuz; dershanelerin başarıyı ne kadar etkilediğini ölçmek için elimizde yeterli veri yok.
TEOG’un yarattığı bir başka büyük imkân, eğitimin ilk sekiz yılının sonunda ortaya kıyaslanabilir, ölçülebilir sonuçlar çıkarması. Yani, Türkiye’de eğitimin fotoğrafını çekmek, aksayan yanları görmek, müdahale edilmesi gereken alanları belirlemek için TEOG büyük bir veri üretiyor.
1. HDP değil AK Parti konuşacağız
7 Haziran seçiminin ana teması HDP’nin yüzde 10 barajı geçip geçmeyeceğiydi; bu kez konu AK Parti’nin oylarını arttırıp arttıramayacağı ve tek başına iktidar olup olamayacağı.
2. ‘Seni başkan seçtirmeyeceğiz’
7 Haziran’da muhalefeti, hatta MHP ile HDP’yi bile bir araya getiren tema, AK Parti’nin 330’un üzerinde milletvekili çıkarmasını engelleyip, bu partinin Meclis’te Anayasa’yı tek başına değiştirip başkanlık sistemini getirmesinin önüne geçmekti. Bu kez, AK Parti’nin bile beklentisi 300 milletvekili değil.
3. Muhalefet iktidar olabilir