Paylaş
ÜLKENİN dört bir yanında açlık, yoksulluk, yoksunluk çekilirken, 1946 yılında ilkokul eğitimi bile almamış bir ana-babanın çocuğu olarak Mardin’in Savur’unda sekiz kardeşin yedincisi olarak doğacaksınız.
Sonra kim bilir ne mücadeleler vererek önce ilkokulu, ortaokulu, liseyi bitirecek, ardından da, bunca fedakârlıklarla sizi okutmuş olan ailenizin hayalini gerçekleştirmek ve doktor olmak üzere tıp fakültesine gideceksiniz.
Ama hiç doktorluk yapmayacaksınız.
Onun yerine hayatınız laboratuvarlarda, araştırma merkezlerinde geçecek, kalkıp Amerika’ya göç edeceksiniz, orada neredeyse bütün hayatınızı hücre bölünmesi sırasında veya dış etkenlerle bozulan DNA’nın kendini nasıl onardığını anlamaya adayacaksınız.
Yıllar ve yıllar boyunca mikroskopun başında oturacak; özellikle morötesi ışık (veya radyasyon) altında hücre DNA’sının nasıl bozulduğunu ve sonra da kendi kendini nasıl onardığını izleyecek; bunun bir haritasını çıkaracaksınız.
Sadece bununla yetinmeyeceksiniz; içinden çıktığınız ülkenizi hiç unutmayacak, Türkiyeli bilimcilere destek olmak için elinizden geleni sürekli yapacaksınız. Mesela eşinizle birlikte Kuzey Carolina’da üniversite bünyesi içinde bir ‘Türk Evi’ kuracaksınız; bu ev araştırma yapmak isteyen Türkiye kökenli bilimcilere orada yatacak yer sağlayacak.
Sonra bir gece uykunuzun ortasında telefonunuz çalacak; eşiniz açacak telefonu ve sizin bu yılki Nobel Kimya Ödülü’nü kazanan üç kişiden biri olduğunuz haberini alacak. Ödüle elbette sevineceksiniz ama daha ilk söyleşinizde, ‘Ders programım başlamak üzere, şimdi bu ödül haberi yüzünden bir sürü engel çıkacak, öğrencilerim zarar görebilir’ diyecek kadar da alçakgönüllü olacaksınız.
O kişiyi dünden beri bütün Türkiye tanıyor artık; adı Aziz Sancar.
Birkaç kere köşemde de yazdım; Türkiyeli bilimciler Nobel’i büyük olasılıkla tıpta alacak diye düşünüyordum. Kimyada aldı Aziz Sancar ama aslında tıp alanındaki bir çalışmasıyla.
Hücrelerimizden milyonlarcası her gün bölünüyor, eskisi ölüyor yenisi yerine geçiyor. Bu bölünmeler sırasında o hücrelerden milyonlarcasında bütün genetik bilgimizi de taşıyan DNA hasar görüyor. Bu DNA hasarı dışsal etkilerle de oluyor; güneş ışınlarına maruz kalmaktan diğer radyasyon kaynaklarına kadar pek çok sebeple.
Ama hücrelerimiz bir biçimde hasar gören o DNA’yı tamir ediyor; hücre yoluna devam ediyor böylece.
Peki ama bu nasıl oluyor?
İşte bu yıl Nobel’i kazanan üç bilimciden Britanya’daki meşhur Francis Crick Enstitüsü’nde çalışan Tomas Lindahl, bu tamir mekanizmasını izah eden çalışmalarıyla aldı ödülü. İkinci isim olan Amerika’daki Duke Üniversitesinden Dr. Paul L. Modrich, hücrenin DNA’daki hasarı nasıl tanıdığını ve sonra da onu DNA’yı tamire nasıl yönlendirdiğini açıklayan araştırmalarıyla ödüle layık görüldü. Ve son olarak Amerika’daki Kuzey Carolina Üniversitesinden Dr. Aziz Sancar, özellikle morötesi ışınlar nedeniyle oluşan DNA hasarlarını ayrıntılı biçimde gözleyip haritalamasıyla ödülü aldı.
Gördüğünüz gibi Nobel’i paylaşan üç isim birbirleriyle rakip değiller; yaptıkları çalışmalar birbirini çok iyi tamamlıyor.
Peki neden önemli DNA’nın nasıl tamir edildiğinini çözmek?
Bunu en güzel Aziz Sancar açıklıyor: ‘Kansere karşı kullandığımız ilaçların DNA’da hasar yarattığını biliyoruz. Vücut kanserli hücrelerin DNA’sını da onarıyor ama. Eğer bu onarım mekanizmasını durdurmayı başarırsak, kanserli hücreleri daha kolay öldürebiliriz.’
Karseri yenmek çok ama çok önemli elbette. Ama bu ödül sadece kanserle savaşta bize yardımcı olacak diye bir şey yok; yapılan çalışma hayatın en temel gizemlerinden birini çözüyor aslında.
Hayat bunca milyar yıldır nasıl oldu da var olmaya devam etti? İşte bu sayede.
Paylaş