Paylaş
Dini veya laik; Rumi yahut Hindu; yerel ya da evrensel, her hukuk özünde budur.
Yani hukuk, belirli bir insan topluluğunun belirli bir zamanda ve belirli bir mekânda benimsemiş olduğu toplumsal değerlerin artık yaptırıma dönüştürülmüş şeklidir.
Ona uymak zorunluluğu vardır ve dışına çıkmak cezai müeyyidelerle yasaklanmıştır.
* * *
FAKAT hukuk durağan bir şey değildir. Artı, tıpkı ahlâk gibi, mutlak da değildir.
Yaşanan süreç içinde değişir. Yaşanan yere göre de değişir. Daima görecelik arzeder.
Örneğin, Eskimoların miras hukuku klan ortaklığına dayanır ve bizimkine benzemez.
Veya, Türk geleneğinde ölen hakanın yerini büyük oğlun alması kural oluşturmadığı içindir ki, şimdiki kıstaslarımızla vahşi addetsek bile, ilk ve orta Osmanlı dönemlerinde tahta çıkan şehzadenin kardeşlerini öldürtmesi, geri fakat yine de normal bir devlet hukukudur.
Ve işte devlet dedik, peki o devlet nedir?
* * *
BU kavram da çok büyük çetrefillik arzetse bile cevabı yine kasten basitleştirelim:
Daha en ilkel formlarından itibaren devlet, “zor”u tekeline alan sosyal kurumdur!
Ondan feragat eden devlet, devlet olmaz ve olamaz.
“Zor” kelimesini kullanırken yukarıdaki hukukun yaptırım boyutunu kastediyorum.
Başka bir deyişle, devletin temel fonksiyonlarından birisini, şiddet de dâhil, kendi zamanında ve kendi mekânında geçerli olan bir hukuku fiilen uygulamak oluşturur.
Yani, hukukla devlet arasında mutlak ve kesin bir ilişki mevcuttur, ama….
* * *
AMASI şu ki, her ikisinin de yine en ilkel formlarından itibaren bunların arasında belirli bir denge yaratmak ihtiyacı doğmuştur. Diyelim ki tampona gereksinim duyulmuştur.
Çünkü mademki hukuk bir kurallar bütünüdür ve mademki devlet de “zor” tekelini elinde tutmaktadır, bu sonuncusunun o tekelini o kurallarla sınırlamak ve dizginlemek gerekir.
Dolayısıyla üçüncü bir kavram daha geliştirilmiştir ki, buna da “adalet” diyoruz.
Ve, söz konusu adaleti sağlamak için hukuku yorumlayacak ve verdiği kararın fiiliyata geçmesini devlete havale edecek genel organizmayı “yargı” diye tanımlıyoruz.
Modern zamanlarda da, aynı hukuku kanun kılan yasa yapıcının, yani halk temsilcilerinin; artı, aynı hukuku adalete dönüştüren kurumsallaşmanın, yani yargıçların; ve nihayet, aynı adaleti yaptırımla donatan mekanizmanın, yani devlet güçlerinin birbirlerinden bağımsız ve özerk olmasını “kuvvetler ayrılığı” olarak sıfatlandırıyoruz.
Teorik olarak da, çoğulcu demokrasilere özgü bu ilkeyi ve bu sistemi gelmiş geçmiş modellerin en mükemmeli, en iyisi, en doğrusu; hiç olmazsa en ehven-i şeri addediyoruz.
* * *
TEORİK olarak dedim, zira pratikte işler kitabiyattaki gibi tıkırında yürümüyor.
Bir kere, insani dinamikler daima hukuki yasaların önünde koşuyor. Dolayısıyla da bu ikincisi çoğu defa birincisine ayak uyduramıyor. Geri planda kalıyor ve evrime direniyor.
Sonra, duruma göre, kâh yasa yapıcının meclis çoğunluğunu, kâh adalet dağıtıcının yargıç bağımsızlığını, kâh da hüküm uygulayıcının devlet “zor”unu suistimal ettiği oluyor.
Bazen zıtlaşıyorlar. Bazen de ikisi birleşip üçüncüye karşı koalisyon kuruyorlar.
Böylelikle hem yukarıdaki kuvvetler ayrılığı ilkesini zedeliyorlar, hem de en mümkün ölçüde nesnel olması gereken hukuk kavramını öznel kılarak kendi yorumlarını dayatıyorlar.
Veya, geçiş dönemi yaşayan Türkiye’de bugün olduğu gibi her üçü birden aynı anda ve aynı platforma muazzam keşmekeş yaratıyorlar ki, bunu cumartesi günü ele alacağım.
Paylaş