Paylaş
Doğrudur, terimi siyasi açıdan “müesses nizam” olarak tercüme etmemiz gerekiyor.
Fakat aslında bu sözcük, mevcut olan, devam eden, hüküm süren her hangi bir durumu tanımlar. Yani, nesnel bir saptamadan öteye geçmez. Fotoğraf objektifindeki suretin tespitidir.
Ama pek çok ifade tarzında olduğu gibi statüko kelimesini kullanırken de iki farklı geri plan çağrıştırıyoruz.
İlkin, “mevcut durum”un zamana yayıldığını ve kalıcılık arzettiğini kastediyoruz.
Sonra da bu durağanlığı saptamakla birlikte, yine geri planda bir devinim, bir değişim olduğunu hissettiriyoruz. Hiçbir statükonun ilelebet sürmeyeceğinden yola çıkıyoruz.
Ve, böylesine bir değişimden itibaren de bir önceki statüko, Latincede o önceki anlama gelen “ante” deyimine atfen “statüko ante” diye tanımlanır.
İMDİİ, yukarıdaki tariflerden hareket edersek bugünkü Türkiye’de neyi görüyoruz?
İlkin, her hangi bir yargı getirmeden, 1946, 1960 ve 1980’deki kısmi evrimlere rağmen ülkede 1923’den beri köklü bir “müesses nizam”ın hüküm sürdüğünü görüyoruz.
Statüko budur ve nesnel bir tespittir!
Fakat hemen sonra, o statükoyu daima belirlemiş olan ve “paradigma” diye adlandırılan sistem bütününün ve değerler yelpazesinin zorlandığına tanık oluyoruz.
Dönüşen çağın ve dünyanın zaten hanidir kuluçka safhasında bulunan yumurtayı çatlattığını ve bütün bir toplumun değişim dinamikleriyle çalkalandığını saptıyoruz.
Yani, tanım eksik ve basit olsa bile çok özet olarak “atanmışlar statükosu” diye formülleştirebileceğimiz “eski durum”la, yine eksik ve basit olarak “seçilmişler statükosu” diyebileceğimiz “yeni durum” arasında çelişki yaşandığını gözlemliyoruz.
Hayır, aceleci davrandım, çünkü henüz ortada böyle bir “yeni durum” yok!
YOK, zira o “eski durum”a “statüko ante” dedirtecek o “yeni durum” daha oluşmadı. Yukarıdaki devinimin sancılarını yaşıyoruz ama dönüşüm gerçekleşmiş değil!
Dolayısıyla, bugün ikili mücadelenin sürdüğü üçüncü bir “geçiş statükosu”ndayız.
Aleni veya gizli siyasi aktörler açısından ele alırsak, can havliyle davranan eskisi, hem ezelden beri hâkim olduğu mevzilerin, hem de geçmişten edindiği tecrübelerin avantajını kullanarak, kendisinin artık “ante” kelimesiyle sıfatlandırılacak olmasına karşı direniyor.
Kâh TSK’da “ıslak imza” atıyor, kâh TBMM’de Dersim katliamına methiye düzüyor.
Zaten bu avantajlardan yoksun olan yenisi ise aslında arkasında boşluğu dolduracak başka avantajların bulunmasına rağmen, projeyi muğlak bıraktığı ve bariz yanlışlara düştüğü için, birincinin direnişi kırmakta zorlanıyor.
Yine siyasi aktörler açısından bakıldığında, kâh hayat tarzını kaygılandıran söylemler kullanıyor, kâh mahrem telefon dinlemeyi “ahval-i âdiye”ye dönüştürüyor.
İşte bu yüzden de, adı üstünde, aslında nispeten hızlı bir tempoda gerçekleşmesi gereken “geçiş statükosu” uzayıp gidiyor.
ANCAK, dediğim gibi, zaten statüko kelimesinin özü zamanda kalıcılığı kapsar.
Dolayısıyla, bu “geçicilik” eninde sonunda, yani yarın, yarın değilse en geç öbür gün nihayete erecektir. Daha bir raddeye kadar sürüncemede kalabilir.
Bizzat her “kalış statükosu” dahi değiştiğine göre, bir “geçiş statükosu”nun ilelebet uzaması düşünülemez.
Paylaş