Paylaş
Değişmez statüko dayatıyorlar. Daha doğrusu, bu direniş onların “üst” ve “yüksek” kademesine odaklanıyor. Eh, andıçlarla, Ergenekonlarla, ıslak imzalarla, “Kafes”lerle gerçek artık körlerin bile gözüne girdiğinden, bugün cihet-i askeriyi kenara bırakıp sırf o yüksek yargıya değineceğim.
* * *
DANIŞTAY’ın inanılmaz bir ideolojik bir kararla ve de sıkı durun, “eşitlik” (!) adına meslek lisesi öğrencilerine üniversite kapısını kapatmasından sonra İsmet Berkan Salı günkü “Radikal”de, “Bu Danıştay Tanzimat Fermanı’nı Bile İptal Ederdi” başlığını kullanmıştı. Evet, ederdi! Ez kaza eğer 1839 yılında da mevcut olsaydı, Mustafa Reşit Paşa’nın dahi gözünün yaşına bakmaz ve İmparatorluk tebaası arasında asgari eşitlik sağladığı için Türk - Osmanlı modernleşmesinde kilometre taşı oluşturan hatt-ı hümayunu da çöpe atardı. Ve şüphe yok ki bu kararını da bir önceki “devlet ideolojisi”ni korumak adına alırdı. Din veya laiklik önemli değil, belirleyici noktayı statükonun değişmezliği oluştururdu.
* * *
BU devlet fetişisti hukuk anlayışının kökeni modern zamanlarda Hegel’e uzanır. Uç noktadaki teorisyeni ise işi bir ara Nazilerle flörte vardırmış Carl Schmidt’tir. Formülü de “mutlak yasal olan şey yalnız mutlak devlettir” şeklinde özetlenebilir. Buyrun bakalım, peki de hangi devlet, hangi devlet ideolojisi ve hangi mutlaklık?
* * *
MESELÂ, hafızamızdan silinmedi ve hiç silinmeyecek, “andıç” arifesi komutanların brifingine katılan ve generalleri ayakta alkışlayan o “yüksek yargıçlar”ımızın devleti mi? Veya, mürekkebi kurumadı ve zaten de hazret hiç kurutmuyor, faşist kelimesi dahi çok yumuşak kalır, “Kürt bakkala gitme” ve “hepsini asacağız” diye anıran Nazi dergide şu an bile kalemşörlük sürdüren o eski Anayasa Mahkemesi Başkanımızın devlet ideolojisi mi?
Yoksa, gazete kupürleri eskimedi ve hiç eskimeyecek, aynı kupürlerden iddianame yazarak iktidar partisini kapatmaya kalkışan o Yargıtay Başsavcımızın laiklik mutlaklığı mı? Çok uzayabilecek bu örnekler yüksek yargının Schmidtvâri yoruma yakın durduğunun ve üzerine vazife olmamasına rağmen toplumu da “tanzim etmeye” kalkıştığının delilleridir.
* * *
OYSA kabul, daha önce de belirttiğim gibi, doğası icabı o toplum dinamiklerini daima geriden izleyen hukuk mekanizmalarının hep belirli bir statükoyu sahiplenmesi normaldir. Kaldı ki demokrasilerin kuvvetler ayrılığı ilkesi yargı bağımsızlığını öngördüğünden, adaletin yasayı yürütmeden farklı biçimde yorumlaması da normaldir. Hepsine amennâ! Ancak sırf demokrasilerde değil her yerde, bizatihi adalet en önce tarafsızlık demektir!
Ve tarafsızlık da, azami ölçüde her türlü ideolojilerden arınmış olmak demektir. Halbuki eleştirildiği an “bağımsızlık”tan (!) dem vuruyor ama, yukarıdaki ceberutluk ideolojileriyle bütünleşmiş bir yüksek yargının tarafsızlığına kim inanır? Kim inanıyor? Nitekim de, bütün adli başvurular bittikten sonra gidilen Strasbourg’daki uluslararası mahkemede Türkiye’nin en çok mahkûm edilen ülke olması tabii ki bir tesadüf oluşturmuyor. Yüksek yargı hem tarafsız davranmadığı, hem de evrensel geçerliliği bitmiş bir statüko ekseninde karar verdiği içindir ki o kararlar aynı evrensel hukuk kurallarından geri dönüyor.
Üstelik “juristokrasi” denilen ve otoriter ruh yansıtan bu inat toplum dinamikleriyle kesinkes zıtlaştığından yürütme, yani iktidar, diğer bir otoritarizm arayışına giriyor. Kanunun marjındaki “kanuniyet” sınırları zorluyor ve tehlike daha çok derinleşiyor. O halde yüksek yargı kamu vicdanına yerleşen Tanzimat Fermanı’nı bile iptal edeceği hükmünden arınmak istiyorsa, savcılığına soyunduğu toplumu değil kendini tanzim etmelidir.
Paylaş