Paylaş
O gerçek de şu ki ne genel olarak İslam Âlemi, ne de özel olarak Türkiye “öteki”ne ve onun mabetlerine karşı yukarıdaki Helvetistan Protestanlığından daha hoşgörülü davranıyor. Eğer dindarsa, bunu inkâr eden çarpılır. Değilse de yalancılıktan Pinokyo burnu uzar. Konuyu örneklerle açmadan önce şu “hoşgörü” kelimesinden başlayalım.
* * *
HOŞGÖRÜ tabii ki olumlu bir şeydir ama bu sözcüğü kullandığınız andan itibaren aslında, geri planda mevcut bir eşitsizliği, bir dengesizliği, bir ayrıcalığı vurgulamış olursunuz. Çünkü “hoşgörü” kendisini skalanın yukarısında, kitlenin çoğunluğunda, değerlerin zirvesinde addeden kişi veya kurumun daha aşağıda, daha azınlıkta, daha tabanda olduğu varsayılana “tahammül göstermesinden” başka bir şey değildir. Diğer bir deyişle, ona tanınmış ve ona bahşedilmiş bir cömertliktir ki, “hak” sayılmaz. Ayrıca yine geri planda, bu cömertliğin cimriliğe dönüşebileceği tehdidi çağrıştırılır.Yani, ben bir Sünni Türk olarak Aleviye, Kürde, Ermeniye “hoşgörülü davranmak” gerektiğini söylersem, özünde paçayı ele vermiş ve esas çehremi sergilemiş olurum.
O Aleviyi, o Kürdü, o Ermeniyi kendimle denk tutmadığımın delilini sunarım. Oysa “hoşgörü”yü aşmak “öteki”nin mutlak eşitliğini kabullenmekle mümkündür. “Hoşgörü” ahlaki, “hak” ise hukuki bir deyimdir ve ikisi arasında uçurum vardır.
* * *
İMDİİ, biliyoruz, İsviçre minareleri yasaklayan referandumla ne “hak”kı kabullendi, ne de “hoşgörülü” davrandı. Calvin Protestanlığının “öteki” nefretlerinde boğuldu. Tamam da madalyonun öteki yüzünde nasıl bir manzara görüyoruz? Ezelden beri ve Müslümanlardan da önce Hıristiyanların varolduğu kutsal toprakların “köktenci” baskıdan dolayı bugün İseviler tarafından terk edilmesine ne diyeceğiz? Yine oranın öz be öz insanı olan Mısır Kıptilerinin kliseleri ikide bir kundaklanırken veya güney Sudan İsevilerinin ibadethaneleri imha edilirken, bunlara hangi kulpu takacağız?
Aslında oralara kadar da gitmeyelim, kendisine laik diyen Türkiye’de gayr-ı Müslim sayısı eskiyle kıyaslanmayacak oranda ve cebren azal-t-ı-l-mışken, yahut Protestanlarının mabet açmak girişimleri valilikler tarafından engellenirken, “Dar-ül İslam”ın “Dâr-ül Harp”ten daha “hoşgürülü” ve daha “hakkaniyetçi” olduğunu iddia edebilecek miyiz? Asla ve ayriyeten, tüm bunların ötesinde meseleye bir de şu açıdan bakmak gerekiyor.
* * *
İNSANLIK, şimdiye dek hiç yaşamamış olduğu bir çağı yaşıyor. Maziden örnek yok! Bununla şunu kastediyorum ki başta İmparatorluk coğrafyamız olmak üzere farklı din kültürlerinin bir arada var olduğu alanlar geçmişte de mevcuttu. Ancak buralarda hem esas itibariyle yerli ahali veya artık “yerlileşmiş” halklar ikâmet ediyordu, hem de modern ulus-devletin yurttaş kavramı yerine, yine din aidiyetli hukuk kavramı geçerlilik taşıyordu. Oysa bugün göç olgusundan dolayı Batı ülkelerinde, henüz “yerlileşmemiş” ve ne oranda “yerlileşebileceği” de meçhul din kültürleri ortaya çıktı. Vakit daha çok erken!
Dolayısıyla, gerçek “yerliler”in “öteki” korkusunu bir ölçüye dek anlamak gerekiyor. Çünkü nasıl ki ezan sesi bizim kimliğimizle özdeşleşiyor ve heyhat, çan sesi büyük çoğunluğumuzu “irkiltiyor”, kolektif imajı o çanın klise kulesiyle bütünleşmiş her hangi bir Hıristiyan ülkede de, yine heyhat, bu defa minare imgesi aynı “irkilti” dürtüsünü yaratıyor. Ve eyvah, o dürtü, dolayısıyla “öteki”ni dışlama refleksi insanoğlunun fıtratında var.
Bunu aşmak ise iradi ve mantıki bir çabayla gerçekleşiyor ki, “Dar-ül Harp” İsviçre’ sinde de, “Dar-ül İslam” Türkiye’sinde de o insanoğlunun daha çok ekmek yemesi gerekiyor.
Paylaş