Paylaş
Yani önce, tek bir fikre sabitlenmek durumunu tanımlayan “monomani”yle, o tek fikri kendi “ben”iyle özdeşleştiren “egomani”nin klinik tariflerini vermiştim. Sonra da bunların öznesi olan “monomanyak” ve “egomanyak”lardaki ruhi arazları sıralamıştım. Artı, Hitler ve Stalin örneklerinden yola çıkarak, söz konusu saplantıları yansıtan siyasi şahsiyetlerle totaliter ideolojiler arasında mutlak bir bütünlük olduğunu vurgulamıştım.
Nihayetinde de, aynı “monomanyak” veya aynı “egomanyak”ların geniş kitleleri cezbetmesi halinde, esas tedavi edilmesi gereken şeyin bu kitleleri böyle bir yanılgıya iten travmanın kökeni olduğunu kaydetmiştim.
* * *
TAMAM da, aslına bakarsanız yukarıdaki lûgati ancak yalap şalap bildiğime ve eli yüzü düzgün bir ruhbilim eğitiminden geçmediğime yanmıyor değilim.
Zira önümde şu soru var ve sahip olduğum sınırlı bilgiyle net bir cevap veremiyorum. Bizzat Apo’yu “monomanyak” mı, yoksa “egomanyak” mı addetmek gerekiyor?
* * *
KABUL ve zaten burada amatör psikologluğumla övünebilirim, çünkü o zamanki genel yayın yönetmenim Hasan Cemal şahidimdir ki aynı Apo’nun vahim bir ruhi arazdan muzdarip olduğunu tâ 1987 yılında ve Bekaa vadisinde hazretle görüştüğüm an saptamıştım. Eğer iki gün arayla öne geçen Mehmet Ali Birand’ın röportajı yasaklanmamış ve dolayısıyla ben de bir şeyler yazabilmiş olsaydım, ana fikri bu tema üzerine odaklayacaktım.
Nitekim de daha sonra daima, travmalı öznenin öyle İmralı sayfiyesinde değil Freud kanepesinde, olmadı Mazhar Osman koğuşunda tedaviye yatırılması gerektiğini düşündüm. Fakat bütün bu varsayımlar kesin bir klinik teşhise imkân tanımıyor ve Abdullah Öcalan’nın “monomani” bir fikri sabitten mi, yoksa bu fikri sabitin “ben”e dönüştüğü bir “egomani”den mi terapi altına alınması gerektiği sorusunu yanıtlamıyor. Ancak, yaldızlı diploma sahibi gerçek ruhbilimcilerin işine karışmak gibi olmasın ama yine de el yordamıyla hissettiğim kadarıyla bana öyle geliyor ki, sanki ikincisi ağır basıyor.
* * *
EVET, bana sorarsanız Apo’da “monomani”den ziyade “egomani” ağır basıyor. Çünkü gerek iki gün boyunca Lübnan dağında gözlemlediğim ve o “ben”i inanılmaz ölçüde putlaştıran hastalıklı ruh hali; gerek, hezeyanlarını ıkına sıkına okumaya çalıştığım şu yenip yutulmaz “Çözümlemeler” (!); gerekse de daha sonra medya vasıtasıyla izlediğim tavırlar, edâlar, deklarasyonlar falan, bütün bunlar Abdullah Öcalan hazretlerinin her şeyi ve her şeyi aynı “ben” ekseninde kurduğunun ve yorumladığının delillerini oluşturuyorlar. Öyle bir “ben” saplantısı ki, lâfımı ölçerek ve derinliğini kavrayarak söylüyorum, “davacısı” olduğunu iddia ettiği Kürtlerin bu davasını dahi anında, onun uğruna çöpe atabilir.
* * *
ATABİLİR ve nitekim de bugün gerçekleşmekte olan şey bunun somut göstergesidir. Yukarıdaki “dava”, yani Kürt aidiyetten yurttaşların demokratik ve özgür bir Türkiye’ de “tam eşitlik”e kavuşması aslında Apo’nun zerre kadar umurunda olmadığı; artı, esasında o Kürtleri asla sevmediği ve zaten yine esasında, metafizik boyuttaki her türlü genel insan sevgisinden tamamen yoksun olduğu; daha artı, odaklandığı yegâne noktayı yalnız ve yalnız; mutlaka ve mutlaka; bilhassa ve bilhassa kendisinin muhatap addedilmesi oluşturduğu içindir ki, hazret emir kullarına verdiği talimatla o “Kürt açılımı”nı güle oynaya sabote etmiştir. Buna bir de “egomani”nin en temel arazları arasında yer alan ve içgüdüselliği travmaya dönüşmüş olan ölüm korkusunu eklemek gerekiyor ki, konuyu yarın işleyeceğim.
Paylaş