Paylaş
Kendi öznel duygularımı portmantoya astım. Kin, öfke, öç hissiyatına itibar etmedim.
Ancak 13 Eylül’e, yani en can alıcı noktaya; yani müdahaleyle birlikte dayatılan askeri diktatoryaya; hatırlamaktan dahi tiksindiğim infazlara, işkencelere, mahpuslara, yasaklara ve nihayet o 13 Eylül’ün empoze ettiği ve otuz yıldır hâlâ hüküm süren sisteme değinmedim.
DEĞİNMEYECEĞİM de! Zira konuya ilişkin fikirlerimi zaten onyıllardır işliyorum.
Bu makale dizisinde onları tekrarlamak anlamsız olacağından bugün yalnız “12 Eylül’le hesaplaşmak” meselesine şöyle bir gireceğim. Sonra da şimdilik noktayı koyacağım.
Çünkü malûm, Anayasa referandumu arifesinde en çok güncellik kazanan ve en çok polemiğe yol açan tartışmalardan birisini şu “hesaplaşmak” sorunu oluşturuyor.
EN önce ve en baştan söyleyeyim ki ben bu “hesaplaşmak” terimini sevmiyorum.
Hayır, 12 Eylül’ün ağır, çok ağır, sonsuz ağır bir faturası olmadığı için değil!
Tabii ki ortada böyle bir fatura mevcuttur. Tabii ki fahiş rakamı çıkartmak meşrudur!
Fakat yine de yukarıdaki “hesaplaşmak” deyimi geri planda kötü çağrışımlar yapıyor.
Nefret, intikam, rövanş türü duygular ifade ediyor ki ben bunları kabullenmiyorum.
Yok yok, onlardan azat olduğumu iddia ederek burnu büyüklük falan taslamıyorum
Aksine, referandumda “demokrasiye evet” çağrısı yapan ama derin bir akl-ı selimle bunun 12 Eylül’den intikam anlamına gelmediğini bilhassa vurgulan saygın camia önderi Fethullah Gülen Hocaefendi kadar masum ve bilge olmadığım için, ne denli dizginlemeye çalışırsam çalışayım kendi bilinçaltımın da aynı dürtülerle çalkalandığını farkediyorum.
Biliyorum ki gizli gizli, Diyarbakır veya Mamak mahpusunun işkencecilerini sanık sandalyesinde izlemek ve apoletlerinin söküldüğünü görmek için ben de yanıp tutuşuyorum.
TAMAM ama şu “realpolitik” denilen gerçekçi ve pragmatik siyaset tasavvuru; şu soğuk ve mesafeli durum tahlili; şu ülkenin geçtiği süreç, Frenk deyimiyle “şaraba su katmak”, yani sağlam zemine basan strateji ve taktikler geliştirmek zorunluluğunu dayatıyor.
Başka bir ifadeyle, eğer illâ bir “hesaplaşma”dan söz edilecekse ben bunu 12 Eylül sorumlularının şöyle veya böyle yargılanacağı bir “maddi” hesaplaşma olarak görmüyorum.
Franko sonrası yara deşmeyen ve bu sayede toplumsal uzlaşma sağlayan İspanya gibi, 12 Eylül’ün ancak bir “Sistem” olarak yargılanacağı “manevi” hesaplaşmayı yeğliyorum.
Dolayısıyla da o “12 Eylül Sistemi”nin beline otuz yıl sonra ilk gerçek kazmayı vuracağı için yeni Anayasa değişikliğinin onaylanmasını hayati addediyorum.
ÖYLE, çünkü şu an için tek gerçekçi “hesaplaşma” böylesine bir onaydan geçiyor.
Oysa doğru, yukarıdaki kazma o “Sistem”i tarumar edecek buldozer gücünde değil!
Kabul da temele mutlaka bir yerden vurmaya başlamak gerekiyor ki hem binada gedik açılsın, hem de onu enkaza çevirecek o buldozer sonradan kepçeyi daha kolay indirsin.
İşte bu yüzden de lâfta 12 Eylül’ün pek “keskin”, pek “tavizsiz” , pek “intikamcı” karşıtı geçinerek referandumda “hayır” vaaz edenlerin bilinçli veya olarak statükoya, yani özünde aynı “12 Eylül Sistemi”ne hizmet ettikleri konusunda zerre tereddüt beslemiyorum.
Onlar “hesaplaşma” retoriği arkasına gizlenerek aslında o hesabı çok daha şişiriyorlar
Yeni zengin müsrifliği ve şımarıklığıyla har vurup harman savuruyorlar ki, bilsinler:
Bu defa bir otuz yıl daha beklemeden bunun da bir “hesaplaşması” olacak.
Ve yine bu defa, sonsuz tuzlu ve sonsuz fahiş fatura bizzat kendi önlerine konacak!
Paylaş