Paylaş
Eğer kalabalığın ortasındaki bir provokatör tabancasını ateşler ve kalabalık da “Ne oluyoruz” diye bakınırsa, bu şaşkınlık o provokasyonun hedefe ulaşamadığı anlamına gelir.
Ancak, aynı “paat” sesiyle birlikte aynı kalabalık derhal kendi belindeki piştovlara sarılır ve vaveylaya katılırsa, işte burada amaca erişilmiş demektir.
İkisinde de kışkırtma vardır. Ama birincisinde ortam hazır değildir. Yahut hiç yoktur.
Savunma veya saldırı refleksi belirleyicilik kazanmamıştır. Tepki bir hayret ifadesidir.
Fakat diğerinde hem ruh hali, hem de silahlanma durumu zaten alestadadır.
Yeknesaklaşmış şiddet atmosferinde tek bir mermi muazzam taraka kopartmaya yeter.
İşte ben de 12 Eylül’ün komplo olmadığını söylerken bu ikinci durumu kastediyorum.
EVET, 12 Eylül dört başı mamur ve iyi hesaplanmış bir komplonun ürünü değildi!
Değildi ama, tabii ki yukarıdaki olguyu saptamak provokasyon ve kışkırtmaların gerçekleşmiş olduğunu inkâr etmek anlamına gelmiyor. Şüphesiz, gırla gittiler. İbadullahtılar.
Ancak bunların mevcudiyeti o esas, o nesnel, o soğuk ve o inatçı gerçeği değiştirmiyor.
Hatta Kenan Evren’in daha sonra yaptığı “Durum henüz tam olgunlaşmadığı için bir müddet daha beklemeyi tercih ettik” itirafı da değiştirmiyor.
Çünkü 12 Eylül herhangi bir provokatör kalabalıkta mermi sıktığı için gerçekleşmedi.
Kalabalık zaten çoktan silah kuşanmıştı. Zaten çoktan şiddetçi refleksle kutuplaşmıştı.
Nitekim 1975-1980 döneminin dehşet hercümercine şöyle üstünkörü göz atmak yeter.
Hani dürüst davranıp kendimin yaşadığı süreci “cinnet yılları” diye adlandırıyorum ya, aslına bakarsanız aynı süreç özünde Türkiye’nin de “cinnet yılları”na tekabül ediyordu.
ÖYLE ve burada tekrar bilanço çıkaracak değilim ama yukarıdaki kaosta herhangi bir provokatörün, komplocunun, kışkırtmacının rolü ancak devede kulak kalır. Ancak aksesuvardır.
Zira her kim olursa olsun; CIA, KGB, MOSSAD, “Derin Devlet” falan olsun, hiçbir güç 11 Eylül gecesine dek Türkiye toplumunu uçuruma sürükleyen “kolektif psikozu”; artı, siyaset sınıfını ölüme götüren “kolektif intiharı” yoktan var edemez! Edemezdi de!
Eğer ecinnilere inanacak kadar saf değilsek; eğer biraz rasyonel mantığa vâkıfsak; eğer bir nebze analitik düşünüyorsak, şuna veya buna böylesine uhrevi bir kudret vehmedemeyiz.
Nitekim modern tarihteki örneklere göz attığımız takdirde de ne görüyoruz?
MESELA görüyoruz ki İtalya’da faşizm, Almanya’da Nazizm veya İspanya’da Frankizm falan, bu örgütsel ideolojiler provokasyon yaptıkları için iktidara gelmediler.
Dikkat, yapmadılar demiyorum! Ama iktidarı onlara borçlu olmadıklarını söylüyorum.
Çünkü toplumsal kaos ve kutuplaşmayı önleyecek basiretten yoksun Roma, Berlin ve Madrid siyaset sınıfları göz göre göre intihar ettikleri içindir ki, ha komplolu, ha komplosuz, geniş kitleler totaliter ve otoriter rejimleri kabullenecek “olgunluğa”(!) çoktan erişmişti.
Yani 1922 Mussolini’si, 1933 Hitler’i ve 1936 Franko’su sebep değil birer sonuçtu.
Tıpkı, 12 Eylül 1980 Kenan Evren’inin de böyle bir sonuç olduğu gibi!
Sebep ise aynı Evren’in yine “olgunlaşmaya”(!) bıraktığı “durum”dur.
Ve söz konusu “durum”, zaten mermi sesini bile beklemeden tabancaya sarılan bir toplumun kolektif psikozundan; artı, o tabancaları gasp etme cesaretinden yoksun bir siyaset sınıfının kolektif intiharından ayrı düşünülemez! Asla açıklanamaz! Asla da doğrulanamaz.
Kabul, Kenan Evren ve şürekâsı zehirli meyvenin “olgunlaşmasını” beklemiş;
hadi bilemediniz dalı biraz sallamış olabilirler ama, vahşi fidanı diken ve habis ağacı sulayan sorumlu olarak da onları göstermek inatçı, nesnel, soğuk ve acıtıcı gerçeği
inkâr etmek olur!
Paylaş