12 Eylül gündemde olduğu için geçen haftadan beri darbeyi mümkün mertebe nesnel, soğuk ve mesafeli biçimde tahlil etmeye çalışıyorum ya, bugün de bir anekdotla başlayacağım.
Artık otuz üç yıla varan gazetecilik hayatımın en yadırgatıcı olaylarından birisini yine aynı 12 Eylül 1980 vesilesiyle yaşamıştım. Brüksel’de diplomatik muhabirlik yapıyordum. NATO Başkomutanı Bernard Rogers basın toplantısı düzenledi. Hangi konuya dair olduğunu şimdi çıkartamayacağım ama her halükarda Türkiye’deki durumla hiç ilgisi yoktu. Neyse, Amerikalı general söyleyeceklerini söyledi ve sıra sorulara geldi.
GELDİ ve İngiliz ceride “The Guardian”ın temsilcisi John Palmer mikrofonu aldı. “NATO üyesi Türkiye’de askeri darbe yapıldı. Başkomutan sıfatıyla sivillerin derhal iktidara dönmesi için TSK’yı uyarmayı düşünüyor musunuz” sorusunu soruverdi. O bunu sordu ki, aman efendim aman, dört yıldızlı subay da küplere bindi. Komutan hiddetten köpürüyor. Burnundan soluyor. Koltuğunda zıp zıp zıplıyor. Görülmüş şey değil, hazret bas bas bağırarak “ne uyarısı be mister, Türk ordusu ülkeyi kurtardı, farkına varamayacak kadar kör müsün” gibisinden sözlerle Brüksel’deki gazetecilerin en renkli simalarından birisi olan John’u zılgıttan geçiriyor. Resmen azarlıyor. Salon dondu kaldı. Kimseden çıt çıkmaz oldu. Tabii diğer sorular da baştan savıldı. Ve bu olay hem benim, hem de toplantıya katılan diğer meslektaşlarımın hafızasına Belçika başkentindeki gazetecilik kariyerimizin en unutulmaz “vukuat”ı olarak nakşedildi.
MALUM, yukarıdaki Rogers aynı zamanda kendi adıyla bilinen planın da mucididir. Hani, NATO’nun askeri kanadından çekilmiş Yunanistan’ın tekrar buraya dönebilmesi için Ankara’nın karşılıksız olarak veto kaldırdığı gelişme var ya, işte onu kastediyorum. Hatırlatırım, Türkiye’nin onay tarihi 12 Eylül darbesinden otuz sekiz gün sonradır. Artı, yine hatırlatırım, Atina’ya karşı tek koz addedildiği için 1974’den beri hiçbir sivil hükümetin yanaşmadığı bu veto ilgası kararı tamamen Cunta tarafından alınmıştır. Hatta Dışişleri Bakanı Türkmen dahi haberi ancak askeri imzadan sonra duymuştur. Ve buradan yola çıkarsak da, General’in yukarıdaki “darbe yandaşlığı”yla Kuzey Atlantik Paktı bünyesindeki gelişme arasındaki ilişkiyi görmemek için kör olmak gerekir.
TAMAM da, ben bu irtibatı nesnel olarak saptamama rağmen ne Cuntacı subayların yanlış karar aldığını söyleyeceğim, ne de evlere şenlik komplo teorilerine prim vereceğim. Evet evet, karşılıksız olsa dahi askerlerin hiçbir sivil hükümetin cesaret edemediği ve edemeyeceği biçimde NATO’daki vetoyu kaldırması doğru bir inisiyatif oluşturmuştur. Çünkü en önce biz o NATO’nun üyesiydik. Ağacı değil ormanı görmek zorundaydık Oysa Soğuk Savaş’ın zirveye ulaştığı bir dönemde Atina’nın İttifak dışında kalması objektif olarak SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın ekmeğine yağ sürmek anlamına geliyordu. Başka bir deyişle, son tahlilde öyle fazla kıymet-i harbiye ifade etmemesine rağmen Ankara’nın “hayır”ı hem genel bir stratejik gedik yaratıyordu, hem de Yunanistan’a karşı taktik bir diplomatik koz oluştursa dahi aynı diplomaside “inatçı Türkiye”yi tecrit ediyordu. Dolayısıyla da, İttifak Komutan generalin bir üyenin o İttifak’a dönüşü için hazırladığı plan ve bu planın da 12 Eylül askerleri tarafından onaylanması doğru, haklı ve yerindeydi.
PEKİİ, hiddet, öfke, terbiyesizlik falan bir yana, aynı General Bernard Rogers’in Brüksel’deki basın toplantısında aynı 12 Eylül’ü desteklemesi yanlış, haksız ve yersiz miydi? Bu sorunun cevabını, 1980 sonbaharının dünya konjonktürü çerçevesinde ve her türlü “ahlaki”(!) kaygıdan uzak bir realpolitik yaklaşımla cumartesi günkü yazımda arayacağım.