YUKARIDAKİ mısra Büyük Yahya Kemal’e aittir. Münir Nurettin’in de segâh makamında bestesini yaptığı güfte “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok / Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç” diye başlar. İşte, Pazar akşamından beri de statükonun terennüm edebileceği yegâne şarkı budur. Bir başkası yoktur ve kalmamıştır!
YOKTUR ve kalmamıştır, çünkü notalar şimdi çok tiz ve çok berraktır. Zira 12 Eylül 2010 referandumu modern tarihimize hayati bir viraj döndürmüştür. Dolayısıyla, demokrasi, özgürlük ve sivillik rüştünü kesinkes ispatlayan Türkiye halkı Anayasa değişikliğine “evet” demekle aynı zamanda da musiki zevkini ortaya koymuştur. Yani, “Şahikalar yaradan bir ırkın ahvadıyız” türü hamasetlere ve “Gün doğdu hep uyandık, siperlere dayandık” cinsi gazlamalara kulak tıkadığını beyan etmiştir. Bunların ikisini birden aynı anda, aynı sahnede ve aynı mikrofonda söyleyen “statüko koalisyonu”nun “kakofoni korosu” fazla dinleyici cezbedememiştir. Salon boş kalmıştır. Büyük çoğunluk, destek verdi diye Sezen Aksu’nun adını dahi sokak tabelasından söken totaliter hançerelere pabuç bırakmamıştır. Tercihini aynı Aksu’nun “Üç ihtilal üç kuşak / Fiiliyattan geçtim / Düşünmek bile yasak” güftesine kulak kabartarak yapmıştır. Ve işte, üç ihtilalin üç kuşaktır dayattığı o “yasak” kırılmıştır. Prangalar sökülmüştür. Bu takdirde de statükonun kendisi için son bir matem marşı, son bir “requiem”, son bir ağıt olarak söyleyebileceği tek şarkı “Dönülmez akşamın ufkundayız” olarak kalmıştır.
EVET, söz konusu statüko için artık “vakit çok geç”tir! Bu, bir “son fasıldır”! Fakat tabii ki doğru, Anayasa’nın yirmialtı maddesi, üstelik de ciddi eksik ve zaaflarla değiştirildi diye dayatmacı paradigma öyle bir çırpıda yıkılmış falan değildir. Gerçek bir sivil demokrasiye geçebilmek için katetmemiz gereken yol hâlâ upuzundur. Ancak hayatiyet taşıyan ana nokta, en az 12 Eylül 1980 darbesinden beri otuz yıldır; ama aslında İttihatçı şûrekânın 23 Ocak 1913 baskınından beri, yani haniyse tam bir asırdır o yolu kapatan engelin, bariyerin, barajın sembolik açıdan aşılmış olmasıdır. Mevcut askeri, adli ve mülki vesayetin önceki gün reddedilmesi; daha doğrusu militarist, jüristokratik ve bürokratik tahakkümün bizzat ulusun önemli bir çoğunluğu tarafından ilga edilmesi, aynı vesayet ve tahakküm rejiminin sigortasını da attırmıştır. Zaten statükonun “dönülmez akşamın ufku” şarkısıyla yas tutmak zorunda kalması da buradan kaynaklanmaktadır.
KENDİ düşen ağlamaz, yukarıdaki hazin durumun sorumlusu da bizzat o statükodur. Eğer önceki gün yüz yıllık tarihinde hiç olmadığı ölçüde fahiş, pahalı ve iflas ettirici bir bedel ödediyse, çünkü aynı statüko değişen hayatı, dünyayı ve Türkiye’yi reddetmiştir. Daima, köhne zihniyetleri ve değerleri ilelebet dayatmak sevdasıyla yanıp tutuşmuştur. Daima, haksız ve hakkaniyetsiz biçimde bahşedilmiş ayrıcalıklarına sarılmıştır. Daima, toplum projesi değil “öteki”ne nefret ve husumet ekseninde belagat üretmiştir. Referandum sonucu da tüm bu körlüğün, bu inatçılığın ve bu muhterisliğinin diyetidir. Ancak, tabii ki intikamcı güdüler beslemediğimden ve tabii ki zıtlaştırıcı çelişkileri arzulamadığımdan, öyle “mehel olsun” falan da demiyorum. Yalnız ve yalnız bilumum statüko güçlerini uğradıkları bu ağır hüsrandan sonra “yeni”yi düşünebilmek gayretine davet ediyorum. Lütfen yine bir “öteki”nde günah keçisi keşfetmek adetini bıraksınlar, çünkü şimdi şu sonsuz kesin, artık statüko için “dönülmez akşamın ufku”dur ve artık “vakit çok geç”tir!