Kimi Cihangir sakinlerinin fikri, ‘Yalan Dünya’nın semti tam olarak anlatmadığı... Haklılar. Cihangir belgeseli çekmediğimizden, anlatmıyor! Çeksek, nüfusundan, rakımından, kedi sayısından başlarım hikâyeye. Bu, benim gördüğüm, seyircinin seveceğine, güleceğine inandığım, aydınlık bir pencereden, hayali bir Cihangir.
Dolayısıyla, şehir dışından dizi setini ziyarete Cihangir’e gelenler, apartmanların balkonlarına baka baka bizim manzaralı terası arayanlar, Zerrin gibi “Cihangiir seni yenecem ulaaan” kafasında, oyuncu olma hayaliyle etrafta beni soranlar, dostlar, Romalılar, yurttaşlar! Diziyi Cihangir’de çekmiyoruz! Gördüğünüz bir hayal dünyası. Gelmeyin!
Geçen gün bizim dizinin oyuncularından birine, Cihangir’in merdivenlerinden birinde bir hanım yaklaşmış ve “Cihangir sahile nereden iniliyor?” diye sormuş! Arkadaşım “Cihangir sahil yok, Kabataş var ama” filan diyecek olmuş, hanımefendi sinirlenmiş: “Olur mu canım, Cihangir sahil var, Yalan Dünya’da gösteriyorlar deniz filan? Eee ne yani, bu kadar mı Cihangir? Nerede o kafe? Nerede o artistler? Nerede bu devlet?” diye bir başlamış şikâyete! Arkadaşım “Valla Cihangir bu işte, merdivenler, kediler, böyle yani” derken o an yakayı ele verip tanınmış. Ve hanımefendi ‘Cihangir sahil’de bir kahve içemese de en azından ünlü görerek bir nebze muradına ermiş!
Görünüşe bakılırsa benim kurmaca Cihangir gerçeğinden daha gösterişli!
KARADENİZLİ DAYI KANAL YÖNETİR!
Oysa bu mahallede beni cezbeden, ‘sahili’ veya yüksek tavanlı evleri değil, ortak tek bir yanı bile bulunmayan insanların tuhaf bir komşuluk ahengiyle birlikte yaşayabilmesi oldu. Bir buçuk yıl önce, kendime ofis ararken Anadolulu inşaatçı ailelerle tanıştım. Eski binaları alıp biraz düzeltip, Cihangir’in patlama yaptığı dönemde, çalıştıkları sektör daha da büyük patlama yapan dizi oyuncularına satmış, kiralamış, komşu olmuş geleneksel ailelerdi bunlar. Kafada el örmesi balıkçı takkesi, üzerinde yün yeleği, katıksız Rize şiveli bir müteahhit dayı hatırlıyorum. Son kiracısının niye parasız kalıp evden çıktığını şöyle anlattı: “13 pölüm anlaşiy bunlar, sonra kanal sizi ‘pete üçe’ alacaz diyi. Yapimci da kıziyi, pitiriy diziyi”! Bir an ‘pete üç’ saat tam kaçtı diye ben bile düşündüm inanın! Ama dayı biliyordu. Norveçli balıkçılar el kremini biliyorsa ne olacaadı, Karadenizli balıkçı kanal yönetecek birikime sahipti! Muhtemelen dayımız, genç oyuncunun müziğinden, misafirinden, içkisinden şikâyetçiydi ama belki arada hamsili pilav gönderiyordu çocuğa. Bunlar aklımdan geçerken ‘Yalan Dünya’nın kaba inşaatı çıkmaya başladı.
Zıt komşular açısından dünyanın en zengin iki şehri bence İstanbul ve New York’tur. Göç alan, mahalleleri sürekli çehre değiştiren kozmopolit şehirler mizahçı için bereketli topraklardır.
Memleketin yüzde 50’si dizi oyuncusu olmak istiyor. İstatistiki konuşuyorum, gelen mail’lerden gösterebilirim, elimde belge var.
Fakat bu insanlar, ışıltılı sandıkları o hayatı, Instagram’da satır aralarını okuyarak takip ederlerse, ne menem olduğunu anlayıp, muhakkak ki daha eğlenceli mesleklere, mühendisliğe, öğretmenliğe, mimariye yöneleceklerdir!
Instagram, aslında Türk dizi oyuncusunun sessiz çığlığı, bir nevi sanal psikoloğudur. Ama çözmesini, o gülen güzel yüzlerin ardındaki acı gerçekleri okumasını bileceksin!
Oyuncunun günlük hayat krokisini Instagram’a koyduğu fotoğraflardan çıkarabiliyoruz. Kendim dahil tüm oyuncuların affına sığınarak, istisnaların mizahi genellemeleri bozmadığını hatırlatarak.... İşte sektörün kalbinden bir analiz. Ana başlıklarla, ünlülerin Instagram fotoğrafları ve altında yatan travmalar:
Fotoğrafta görülen: Mükellef kahvaltı sofrası.
Altına yazılanlar: “Pazar sabah keyfi, bunlara dalıp sonra beş saat koşacağım herhalde!”, “Rejimdeyim sadece bakıyorum!”, “Bugün rejime ara verildi, gözlemeler mideye indi, yarın ölüm orucu!”, “Diyetisyenimden sadece domateslere izin var ama çılgınlık yapıp bir zeytin lüplettim!”
Meali: Kamera insana üç kilo katarmış, bizim dizi üç kamerayla çekildiği için dokuz kilo fazla görünüyorum herhalde! Zaten bir hafta sonu kahvaltımız var, onda da bu genç yaşta ağız tadıyla bir bal kaymak yiyemiyoruz, böyle hayat mı olur lan?
Şimdilerde PKK’lıların ülkeyi nasıl terk edecekleri, terk ediş sırasında güvenlik güçlerinin onları görmezden mi geleceği ve süreç istedikleri gibi gitmezse tekrar ülkeye rahatça sızabilme ihtimalleri konuşuluyor.
Sohbetler buradan başlıyor, vergi borcundan cinayete, aranan bir kanun kaçağının bazen nasıl olup da yıllarca ülkeye gire çıka, etrafta elini kolunu sallaya sallaya dolaşabildiğine geliyor.
Bendeniz, bunu 12 yıl başarmış biriyim!1992 yılında bir akşam, bir restoranda, masadan kalktık, pistte coşkulu coşkulu dans ettik, döndük ki, çantam yok. Kimlikler, kredi kartları, hepsi içinde.
Ertesi sabah bankanın kart iptal işlemi yapmasını bekleyene kadar, kartın yeni sahibi, sezonluk giyim alışverişini yapıp arkadaşlarını ocakbaşında yemeğe götürmüş bile! Üzerinde durmadık, kimlikler için hükümsüzdür ilanı verip yenilerini çıkarttık.
Bir-iki ay sonra, evin telefonu çalıyor! Sesi titreyen, fena tufaya gelmiş bir adamcağız anneme, “Sizin kızınız Gülse var ya, o Gülse, burada Antalya’da bizden araba kiraladı, hepimizden borçlar aldı, bir daha da gelmedi, ehliyeti bizde” diyor! Annem “Bizim Gülse Antalya’ya hiç gitmedi, sizinki hangisi?” cevabını verince, saç-göz rengi tarifine giriliyor, eşkâl tutmuyor. Anlaşılıyor ki, Boğaziçi’nde okuyup bir yandan da sabahlara kadar dergide çalışan bir sazan Gülse var, bir de ülkeyi sahte kimlikle dolaşıp maceradan maceraya atılan bir yalan Gülse!
GÜLSE, SUSMA HAKKINI KULLANABİLİRSİN!
Yıllar geçiyor, geliyoruz 2004’e! Annemlerin kapısı çalıyor: Benim için bir gıyabi tutuklama kararı! Devlet, hırsızlık ve evrakta sahtecilik suçlusu halk düşmanı Gülse’yi sonunda bulmuş!
Diziye de bir hafta tatil verdik. Ancak, her güzel şey gibi ‘yaşlılık’ da çabuk bitti… ‘Kas-iskelet hastalıkları çağın vebası’, eyvallah. Ancak ufukta gördüğüm yeni hastalık; ‘ölene kadar genç kalma!’
Bu cümleyi söyleyeceğim günü yıllardır bekliyorum!
Yaşlanmayı iple çeken biriyim. Sıkıldım arkadaş! Bizden önceki nesil bu yaşlarda tayyörünü, dolgu topuk ‘terliklerni’ giyip köşede otururdu hanfendi hanfendi. Biz niye hâlâ streç blucinlerle hoplaya hoplaya yürümek zorundayız? Niye kollarımızın altının rüzgârda sallanmasına izin verilmiyor, yerçekimi mi azaldı? Ben belki kilo alıp gıdım sarkınca kendimi daha tonton bulacağım? ‘Genç oyuncu Gülse Birsel’ ne demek magazin programları? Ben sizin miladınızda, Televole’de, kazık kadar insandım evladım!
Ne zamana kadar sürecek bu çaba, bu savaş? Niye ‘Yeni 30’lar artık 20’ler, yeni 40’lar artık 30’lar’ trendi bize rastladı? İleride ‘Yeni 80’ler artık 45’ler’ noktasına gelirsek, ben ne ara ağzımın tadıyla balkondan sokakta oynayan çocuklara “Yavaş! Kafam gelmiyor aa, ayıptır oğlum!” diye bağırabileceğim? Şu mübarek ellerim öpülmeyecek mi bayramlarda? Kaç yıl daha “Siyah oje moda oldu, sürülecek!” diktasıyla yaşayacağım?
Herkes iyi bir şey zannediyor toplumda değişen yaş algısını. Değil!
‘Gençlik’ sürdükçe senden beklenti çok: İyi görüneceksin, enerjik olacaksın, her yere yetişeceksin, her şeyi takip edeceksin, lafını bileceksin! İnternetin yeni akımının aduket saçmalığı olduğunu bilmek zorunda hissetmeyeceğim günler için tevellütüm kaç olmalı dostlar? Ona buna löönk diye (veya aduket diye!) deli deli aklımdakini söyleyip “Ahahaahyt” diye gülmek için kaç doğum günü kutlamam lazım?
Boş konuşsam bile sadece saygıdan lafımın huşu içinde dinlenmesi için kaç başbakan daha görmeliyim? “Yoruldum” dediğimde “Sen yorulmazsııın” denmesin diye kaç yıl daha 7/24 çalışmalıyım? Doğduğumda Türkiye’ye televizyon gelmemişti, ben televizyon yıldızı oldum, düşün geçen zamanı! Çocukken İspanyol paça modası vardı, İspanyol paça geri geldi, modanın dönüp kendini tekrar etme döngüsünü yaşamış insanım yav, tahayyül et artık! Hâla mı kız çocuğu muamelesi! Nasıl devirde yaşıyoruz böyle!
Son yılların medya ve siyasete dair en klişe kalıplarından biriyle tarif edeceğim Vasfiye’nin popülaritesini: “Türkiye dedikoducu teyzeleriyle barışıyor!”
Bu iddialı sosyolojik tespit bir yana, Vasfiye beni, karakteri canlandıran Gonca Vuslateri’yi, ‘Yalan Dünya’yı aşmış, vakıa haline gelmiş de işti güçtü, biz birkaç gündür yeni farkına varıyoruz!
Halbuki beş hafta önce, fotoğraflarını gördüğünüz makyaj odasında oturmuş öylesine muhabbet ediyorduk. Gonca, eski bir tanıdığı anlattı. Her ailede yaşanabilecek problemleri yıllar sonra hatırlatan, “Ay siz çok çektiniz be, bak bir de şöyle olmuştu” diye, yaraların kabuk tutmasına, konunun değişmesine fırsat vermeyen, o hanım teyzelerden birini...
Sarsıla sarsıla güldük! O teyzeyi fena halde yakından tanıyorduk çünkü!
İsimleri değişse de odadaki herkes kendi ‘Vasfiye Teyze’sini anlatmaya başladı! Akrabalar, eski komşular ortaya döküldü: Küçümseyen, yaralayan, kusurlarınızı, başarısızlıklarınızı bold yapıp altlarını çizen ve bunu empati ve merhamet kılıfında sunan hanımefendiler! Hayatınızda dişine göre acı ve dedikodu bulamıyorsa bizzat üretecek yaratıcı beyinler!
Oscar alsanız coşkusunu yaşatmayacak, tırnağınız kırılsa hayatınızı trajik bulmanıza sebep olacak kapasiteye sahip manevi işkenceciler!
“Nasıl çıktı, nereden çıktı?” vardır, karakterler için hep sorulur... Aslında Vasfiye hep vardı, siz de tanıyordunuz da ben yazdım, Gonca oynadı.
Listeyi ilk duyduğumda kırıldım!
Ben ki açılım sürecinin ilk başında Başbakan’ın kahvaltısında ilk soruyu sormuş insanım! Kendi isteğimle mi? Yoo. Ben bal-kaymağımı yiyordum, aniden “Konuşma bitti, evet ilk soru?” dendi.
O an, ölüm sessizliği anıdır malumunuz! O ‘kalabalık içinde ilk konuşacak ortaya çıksın’ anında, restoranda sipariş verirken bile sessizlik olur. Garson “Ne arzu edersiniz” der, herkes birbirine bakar, esss.. Düşün ki bu soru, bir de Başbakan’a sorulacak!
100 kişiyiz, herkes birbirine bakıyor. Nedense “Hanımlar başlasın” dendi. Zaten sekiz hanım filanız. Gözler bize döndü. Yine sessizlik!
Nursuna Memecan’dı sanırım, pat diye “Gülse sorsun” demez mi? İyot nedir, nasıl açıkta kalır, bünyemde hissettim! Soru hazırlamamışız ki, sanıyoruz konuşmayı dinleyip dağılacağız. Beynim, müteakip birkaç saniyeyi, birkaç saat randımanında kullandı: “Eee evet, açılım ama neden bahsediyoruz meçhul. Hukuken neyi kapsıyor, bir açalım şu açılımı” gibi bir giriş sorusu attım ortaya, iş benden çıktı, gerisini hatırlamıyorum! Bak yıllar geçti, açılım nereye geldi, arayan soran yok! O öncü tavrımdan dolayı, bir akil’lik beklentim vardı, gücendim!
Ama ‘âkil insan’ olma arzumun esas sebebi başkaydı. Sanıyordum ki, herkes bölgesinde gezinip, fikirler toplayıp gelecek. E bana ne bölge verirler? Ya Cihangir ya Nişantaşı! Olmadı Bodrum... Yoo Güneydoğu da iyi olurdu, gezip görmediğim yerler, fırsattır. Ama en büyük kıyak diziden yırtmak olacaktı. Tatil veremiyoruz, kanal istemiyor, vatandaş galeyana geliyor. Kanal D CEO’su İrfan Şahin’i arayıp “Nassınız, iyisiniz? Ha bu arada bu ay bölüm beklemeyin, devlet göreviyle Bodrum’dayım, hadi gorüşürüük” demenin tadını düşün! Sonra bağla görev yerine, gelsin halkla sohbetler, gitsin yerel lezzetler.
Öyle değilmiş! Çözüm sürecini dinleyip, gidip vatandaşa anlatacaklarmış. Yani ‘âkil’, ortamı yumuşatacak, gerekirse süreci şeker kaplayıp sunacak, arayı bulacak ve halkın ‘vıdı vıdı’sını dinleyecekmiş meğer!
ALLAH GENEL MÜDÜR SABRI VERSİN!
Yeniyim burada. Bakkalı, çakkalı öğrenemedim henüz. Komşularımı bile tanımıyorum, gazete basılınca göreceğim sağda solda kim var. “Gel Hürriyet Pazar’a, nezih, aydınlık, merkezi bir köşe ayarladık” dediler!
Hiç naz yapmadım. E gazete iyidir çünkü. Yazar açısından, ‘okumak için para ve enerji sarf eden’ insanlar candır!
Ayrıca gazetede, yazarların kimliklerinin gerçek olması gibi son günlerde az rastlanan bir durum vardır! Ben şu an öz hakiki Gülse Birsel’im mesela! Sosyal medya gibi değildir gazete!
Yine sosyal medyanın aksine, en azından genel prensip olarak (!), gazetede gerçekleri yazmak durumundasındır!
SOSYAL MEDYANIN HAVASI BENDE YOK
Ama bir cakası, afra tafrası var ki şu sosyal medyanın, amaan! “Sosyal medya filancayı takip ediyor, feşmekanı acayip tutuyor”, “Sosyal medya bugün de günaydın deyip kahvaltı fotoğrafı paylaştı!”
Sanırsın kullanıcıların okumaktan gözleri pörtlemiş, toptan sürmenaj olmuşlar! Sanırsın Rus klasiklerinde Bolşevik Devrimi ve feminizm temasını irdeliyorlar sabah akşam! Hadi yüzde 80 nüfus için konuşayım, yüzde 20’nin hakkını yemeyeyim: Küfürsüz futbol geyiği döndüren bile başımın tacı, o denli! Parmağı olan konuşuyor!