Provokasyonlara dikkat edin! Bu hafta yazı yok! Güney kıyılarında olacağım.
Ne? Ne var yav? Bu köşeye şaka maka 14 haftadır bilfiil emek vermekteyim. Televizyonda seyrederken aylardır gevrek gevrek güldüğünüz olaylar, karakterler, durumlar, espriler, şakalar var ya, hah, onları da ekle üstüne. Eylülden beri yazdığım sayfalar buradan Güney kıyılarına yol olur arkadaş! Aa bak yine güney kıyıları dedim, hoop döndük mü yine aynı mevzuya!
Ne bu canım? Herkes tatile gitsin, ben yine bilgisayarın başında yazayım ha? Yazayım da millet deniz kıyısında karpuz yerken bu köşeyi okusun neşesini bulsun ha? Yapma ya? Ne güzel hayatınız var sizin ya! Evet ani parladım! Evet tatile ihtiyacım var!
Dolayısıyla…
Ben gidiyorum, bir dalıp çıkacağım! İlk girerken üşeyeceğim ama sonra alışacağım.
Ancak çok da alışmayacağım, haftaya yine burada görüşeceğiz!
Hadi öptüm!
İstanbul’da, Barbaros Bulvarı’na bakan bir apartmanda oturuyorduk. İlkokulum iki yüz metre ilerideydi.
Okula yürüyerek giden 7 yaşında bir çocuğa ne öğütlenir?
“Evladım yabancı biri ‘şeker vereyim’ derse alma, ‘babanın arkadaşıyım benimle gel’ filan derse gitme...” Ki zaten bunu yapmayacak kadar uyanıktık, ilk televizyon çocuklarıydık biz!
“Evladım sokak satıcılarından pis şeyler alıp yeme...” Ne pis, iğrenç şeyler alıp yiyorduk! Turşu suyundan hünnapa, kâğıt helvadan leblebi tozuna, geniş bir yelpazede!
“Evladım karşıdan karşıya geçerken önce sola, sonra sağa sonra tekrar sola bak, koşmadan yürü...” Harfiyen, adeta teatral hareketlerle uyardım bu kurala. Meğer üst kat komşularımız, önce göz kulak olmak için sabahları okula gidişimi seyrederlerken, sonra bu ‘Doğru Ahmet’ tarzında eğitim videosu stili performansıma müptela olup, mizahi açıdan seyircim haline gelmişler!
ÇOK TRAJİK BİR ÖĞÜT
Ancak 70’lerin sonunda, her sabah, hepsinden daha hayati ve çok trajik bir öğüt daha verilirdi biz çocuklara:
Mesela estetik cerrah Doktor Nazım Durak, “Çok spor yapan kadınların gözündeki ışık sönüyor” demiş!
İşte estetik alanında yıllardır beklediğim açıklama!
Bugün belli bir ekran ışığım, gözümde bir fer varsa, bunu spor yapmamaya borçluyum ve bilimsel olarak onaylanmasından memnunum!
Belki kışın tahin pekmeze yüklenip, yaza doğru bikini zamanı çat diye gelince, panikten mütevellit gözlerim çakmak çakmak oluyor, gözdeki ışık ondandır ama olsun!
Aynı röportajda Dr. Durak ‘altın oran’dan bahsetmiş, Meryem Uzerli ve Beren Saat’in estetik açıdan ufak tefek kusurlarını bulmuş. Allah insanı güzellik ligine düşürmesin, rekabetin sonu yok ve her geçen yıl aleyhine çalışıyor! Demek popüler dizilerin başrolleri kategorisinden eleştirme sırası bana gelse, Dr. Durak oturup tez yazacaktı! Altın oranla aynı cümle içinde bile geçemem zira, çok iyi niyetli birisi varsa ‘altın saçlı’ filan diyebilir belki, o kadar.
Yıllar önce ünlü bir estetik cerrah kalabalık bir yemek masasında uzuun uzun yüzüme bakıp, sonra açıklamıştı: “Kusura bakmayın, böyle burun görünce biz estetik cerrahların ağzı sulanır, mesleki deformasyon!” Ahaha.
Böyle neşeli şeyler vardı aklımda bu haftaki yazı için. Estetik, zayıflama, spor, falan feşmekân. Siyasetten tamamen uzak.
Çarşamba gecesi Sertab Erener beni arıyor: “Gülse yahu bir şeyler yapalım, aklı başında bir sanatçı grubu toplayalım, gidelim Başbakan’a, durumu anlatalım, böyle olmayacak.”
Sanatçılar tarafında genel fikir şu: “Başbakan’ın etrafındakiler ya konuyu doğru anlamıyor ya da gerçekleri söylemeye çekiniyorlar.” Arzumuz uzlaştırmak, artık sokaktaki insanların gaz ve sopa yemesini engellemek, park krizini bitirmek ve olayın sadece ağaç-çiçek-kışla meselesi olmadığını, bu patlamayı hazırlayanın ‘toplumun duygusal şişkinliği’ olduğunu anlatmak!
Zira sanatçılar olarak kalabalıklara yuhalatılmamıza, kara listeler yapılmasına filan rağmen, ‘Başbakan’ı yemek’ gibi bir derdimiz yok, zira devlet/şehir tiyatrolarına özgürlük gibi konular hariç, biz tokuz canım, sağ olun!
Sadece şöyle bir isteğimiz var: Başbakan’ın ‘daha uzlaşıcı, daha nazik ve çoğulcu olmasını, diğer yüzde 50’nin de istek ve tercihlerine saygı duymasını’ sağlayabilmek. ‘Balkon konuşması’ kafasına geri dönülsün istiyoruz yani. Çünkü sokakta bağıran insanın derdi de bu!
“Gidelim konuşalım yav” diye yükseldik telefonda.
Ben bir noktada “Yahu, yine beş saat karşılıklı konuşup duracağız, onun yerine bol imzalı bir mektup yazıp ulaştırsak ve basına da versek, daha net ve pratik mi olur” önerisi getirdim.
Sonra, Gezi Parkı’na gitmemiş biri olarak (Senaryo ve gazete yazısı yetiştiriyordum o gün ve gecelerde, evde gaz yemeyi tercih ettim, bu konudaki fikirlerimi de yazdıklarımla anlatmaya çalıştım) onlar adına konuşmamın hadsizlik olabileceğini söyledim. “Bu geceyi görelim” dedik, Sertab birilerini daha arayacaktı, vesaire…
Akaretler-Maçka bölgesine üç gece üst üste öyle yoğun bir gaz atıldı ki, uzun saatler göz gözü görmedi. Pencereler kapalı olmasına rağmen, biber gazı evlerin içine yerleşti. Pazar sabahı, bir saat yağmur yağdıktan sonra, ev biraz havalanır belki diye camı açtım, ne mümkün, hâlâ havada ağır biber gazı kokusu vardı.
Aynı gece, geç saatte, (belli ki eylem-şu-bu konusunda hiçbir şey bilmeyen, okuldan kaçmış havasında) 10-15 kişilik genç bir grup, polisten kaçarak çil yavrusu gibi etrafa dağıldı. Aralarından, sanki öğretmene yakalanmamak için “Ay geliyo ay geliyoo” diye çığlık atarak kaçışan 17-18 yaşlarında üç şortlu ve babet ayakkabılı kız, biraz geride kalıp, bir köşeye saklandılar. Derken sokağa 50-60 kişilik bir polis grubu girdi. Ve kızları görünce, ne yazık ki içlerinden iki kişi gidip hususi olarak kızlara biber gazı sıktı. Dayanamayıp, o gazın içerisinde pencereyi açıp polis grubuna “Yeter artık gaz atmayın yaa” diye seslendim. Çok genç bir polis kafasını kaldırıp, bu dumandan göremediği, sadece sesini duyduğu kadın siluetine “Kes lan vatan haini” diye bağırdı! Gülsem mi ağlasam mı? Ben? Vatan haini?
Kim bu kadar coşturmuştu o polisi ki, gaz atılmasına karşı çıkana bile ‘vatan haini’ gözüyle bakıyordu?
Muhtemelen normal bir günde yolda rastlaşsak, karşılıklı gülümseyeceğimiz, diziyle ilgili sohbet edeceğimiz, belki beraber resim çektireceğimiz gencecik bir polisti. Hatta belki o esnada o üç kız da sokaktan geçiyor olurdu. Polis onların telefonuyla bizi çekerdi, kızlar polisin telefonunu alıp delikanlıyla beni fotoğraflardı. Belki beşimiz ayaküstü sohbet eder, birbirimize Vasfiye Teyze şakaları yapardık filan…
Aynı vatanda aynı şeylere gülen ve ağlayan insanlar karşı karşıya gelmemeli. Ne o polis, ne kaçışan kızlar, ne de ben vatan hainiyiz.
Ama bizleri karşı karşıya getirmek, birbirimize karşı öfkelendirmek, şiddete, sopaya, “ver coşkuyu ver coşkuyu” yapmak var ya, işte hainlik o!
Özal ne yapardı?
Sokaktakilerin bir kısmı, en genç olanlar bilmiyor ama ben yaşadım Özal’lı yılları.
Bu yazıda kendilerine bazı laflar hazırladım. Bedavadan kamuoyu yoklaması da denebilir. Milletimize hayırlı olsun!
Bu yazı yazılırken olaylar hâlâ devam etmekte. Az önce Teşvikiye Caddesi’nden yüzlerce üniversite öğrencisi yürüdü, millet kaldırımlardan, dükkânlarından çıkıp pencerelerinden sarkıp alkışlıyor!
Şehrin göbeğindeki ender yeşilliklerden birinin duman edilip, eski Topçu Kışlası ‘görünümlü’, yani onun çakması bir bina yapıp, içine rezidans-otel-alışveriş merkezi yerleştirilmesine karşı çıktı şuurlu İstanbullu. Ağaçlar haşırt diye sökülürken, parkını, 70 yıllık ağaçları korumak için gitti, sakince, kibarca, silahsızca nöbet tuttu. Eylemi yapan zararsız insanlardı. Oyuncular, müzisyenler, sıradan halk, emekliler, esnaf, muhasebeciler, başörtülü teyzeler, kasketli amcalar, öğretmenler, öğrenciler… Ellerinde çakı bile yoktu.
E niye saldırdınız onlara kardeşim? Niye çadırlarını yaktınız? Niye sabah beşte gelip uyurken gaz sıktınız, niye ittiniz kaktınız, yaraladınız? N’oluyor ki?
AK PARTİ EKİBİNDEN OLSAYDIM
Gezi Parkı’ndaki, çevreyi ve parkı korumaya yönelik bir eylemdi. Ama son dönemin duygusal birikimi ve polisin saldırgan tavrıyla büyüdü, yayıldı, bana sorarsanız bir kırılma noktası olmaya gidiyor.
Ben bu yüzden, konuyu başka bir yerden, farklı taraftan ele alacağım: Şu an AK Parti ekibinden olsaydım, derdim ki “Arkadaşlar, durum iyi değil ha! Acilen kendimize gelelim! Ülkeyi okuyamıyoruz! Hata ediyoruz!”
Doğruysa, bence sebebi Meryem Uzerli’nin Avrupalı olması. Zira ‘tükenmişlik sendromu’ yani ‘Yandım Allah’ illeti Türklerin doğuştan bağışıklığı olan bir rahatsızlık. Millet olarak zaten kavruğuz; bu sendrom bizi olsa olsa çifte kavrulmuş yapar!
Popüler diziler konusunda, dizilerin senaryosundan daha ilgi çekici hayal ürünü haberler okumuşluğum var. Örneğin ‘Yalan Dünya’, her tatil arası verdiğimizde (sanırım şu ana kadar beş defa filan) magazin basınına göre ‘yayından kalktı’! Dolayısıyla Meryem Uzerli’nin ‘burn out’ sendromuna tutulup Almanya’ya gidip kafa dinlediği haberine de şüpheyle yaklaştım. Ayrıca palavra olmasını da umuyorum. Zira yakından tanımasam da sempatik, işini ciddiye alan bir aktris gibi görünüyor.
Ama bu aralar dizi sürelerinden şikâyet ettiğini, mutsuz olduğunu, bu işin böyle yapılmaması gerektiğini ödül törenlerinde filan yana yakıla anlattığı bir gerçek. ‘Burn out’ sendromu, bir nevi aşırı çalışma, yük ve stresten mütevellit, psikolojik ve fiziksel olarak yanıp bitip kül olma durumu! Fiziksel ve ruhsal tüm enerjiyi döküp, bir dibe vurma hali. Haftada altı gün, günde 14 saat sette olunca, dünya standartlarına göre, yaşadığı bir sürpriz sayılmaz.
BİZ TÜRKÜZ BİZE Bİ ŞEY OLMAZ
Zira Meryem yarı Alman. Ve bizim iş hayatı kavramlarımız tabiatiyle ona uzak.
Nedir biz Türklerin iş hayatıyla ilgili prensipleri, hep birlikte sayalım:
Kervan yolda düzülür!
Şaka değil. Belim bıhınım tutukken, baktım artık yataktan kalkacak halim yok, hemen doktor abimi aradım. Bir arkadaşını tavsiye etti; ilaçlar, vesaireler... Ama o arada dedi ki “Ben de bir haftadır aynı durumdayım”. Döndüm ki birkaç oyuncu arkadaş da aynı belirtileri anlatıyor. Vücutta gezinen tuhaf bir tutulma. Bu ara böyle, salgın gibi. Aynı hafta baktım obezitenin vücutta bir bakteriyle ilintisi bulunmuş. Doktor soruyor: “Egzersizlerinizi yapıyor musunuz?” diye. Spor aşığı insanım, bilen bilir! Sadece, henüz başlayamadım. Yaşım gelmedi. Kemik gelişimimin tamamlanmasını bekliyorum! O bakımdan, dedim ki “Doktor Bey, egzersizle olcak şey değil bu, bence tutulmalar mikrobik kaynaklı!” Doktor alaycı ve asabi baktı bana.
Bir hafta sonra haber çıktı gazetede: “Bir denek grubunda, bel fıtıklarının yarısı antibiyotikle tedavi edildi” diye! Şimdi ben Nobel almayayım mı? Alayım bence. Ama edebiyat alanında değil. Tıp Nobel’i istiyorum. Ne var alamaz mıyım? Aşağı sokaktan Orhan Bey edebiyat Nobel’i aldıydı. İşyerimde alt kat komşum da Altın Palmiye alıp duruyor. Pöh! Bir rastlarsam “Hahaayt ben balkona gerçek palmiye aldım, yanına da tik koltuk takımı koydum” diyeceğim havası sönecek. Hiç altta kalmam. Ama Nobel alsam daha şey olur tabii. Dur bakalım kısmet.
Elalemin komşusu katı meyve sıkacağı alır, olay olur, benim mahallelerimdeki rekabet seviyesine bak! Zalım kader!
KİRLENMEK GÜZELDİR!
Yalnız galiba mikrop alanındaki çalışmalarım için biraz geç kaldım. Şu an tıp dünyası çalkalanıyor. Son araştırmalara göre birkaç yüz farklı türden, trilyonlarca mikrop, vücudumuzda, cildimizde, dilimizde ve bağırsaklarımızda yaşıyor, üstelik bizi biz yapan, hastalıktan koruyan, bağışıklık sistemini güçlendiren, hatta neşimizi yerine getiren bile yine bu tipsizler!İnsanoğlu, şehir hayatına geçip, ilaçlar ve yiyecekler yoluyla antibiyotik arttıkça vücuttaki mikrop çeşitliliği azalmış. Tıpkı doğada bazı bitki, böcek ve hayvanların neslinin tükenmesi ve dengenin bozulması gibi. Ortaçağ’da kediler uğursuz diye öldürülünce farelerin coşup çoğaldığı ve vebanın daha çabuk yayıldığı teorisi vardır ya... Onun gibi, antibiyotikli gıdalar ve ilaçlarla, enfeksiyon yapan kötü bakterilerin yanında, vücuttaki iyi mikropların bir kısmı telef olunca, dışarıdan gelen kötülerle savaşamamaya başlamışız. Batı insanının bedenindeki mikrop çeşitliliği, doğululardan daha az mesela. Yani onlar steril çevre, işlenmiş gıdalar ve ilaçlarla daha çok mikrobun neslini tüketmişler. Amerikalı arkadaşınız ziyarete gelir, beraber dürüm yersiniz, siz mutlu mesut otururken zavallı gıda zehirlenmesi geçirir... Ondanmış işte!Çocuk 3 yaşına gelene kadar haşır neşir olduğu mikroplar onun mikrobiyal çeşitliliğini oluştururmuş. Reklam sloganı var ya ‘Kirlenmek güzeldir’, aynen öyleymiş yani. Sezaryenin bile bu açıdan zararı olduğu söyleniyor. Çocuk annesinden normal doğum yoluyla çıkarken, ‘o yol üzerinde’ bir sürü salgı, mikrop ve bakteriye maruz kalıyormuş cilt ve ağız yoluyla. Bunlar onun ‘vücut ekosistemi’ni zenginleştirip, gelecekteki hayatında kötü mikropların bir kısmından koruyormuş. Sezaryen daha steril bir uygulama olduğundan, Amerika’da son trend, sezaryenle doğan çocukların cildine, annenin ‘doğum yollarından’ alınan salgıların pamuklu çubukla uygulanması!
“Mikropsuz büyütmeyin çocuğu, salın çayıra bayıra” diyorlar.
Balta girmemiş ormanlarda, hâlâ 2 bin yıl öncenin ilkelliğiyle yaşayan kabileler var Güney Amerika’da. Onların bünyelerindeki mikrop çeşitliliği bizi fena dövüyormuş! Yani bizim mikrop sistemi belediye parkıysa, onlarınki, börtü böceğiyle, hayvanı bitkisiyle yağmur ormanı zenginliğindeymiş.