Bazen senaryo yazarken kendi kendime coşarım. Bir karakter bir kapıdan girer, öteki diğerinden çıkar, öldü sanılan enişte odadan odaya taşınır, trafik karışır. Böyle farsları yazması zor ama zevkli, seyretmesi kanımca heyecanlı ve eğlencelidir. Çok kanal yöneticisinden duymuşumdur, “Senaryoları daha basit, daha halka uygun tutsak?” lafını!
Onlar, yazdığım kurmaca farsları aşırı karmaşık bulurken, memleketteki gerçek farsa artık benim aklım ermemeye başladı!
17 Aralık’tan itibaren 10 gün kadar, haber kanallarının reytingleri patladı. Sonra tekrar düştü. Çünkü işler o kadar karıştı ki, benim bazen ölçüsü kaçan, Arapsaçı gibi karışıp uzayan farslarıma döndü! Millet “Ya n’oluyo burada be ohoo” diye sıkılıp, haber seyretmeyi bıraktı! Şimdi kanal yöneticilerinin bana ne demek istediğini anlıyorum!
Şu an, benim kurgulayamayacağım kadar karmakarışık bir farsın ortasında bizzat yaşamaktayız sevgili vatandaşlar! Ve ben, acaba senaryo yazarlığını bıraksam da şarkı sözü filan mı yazsam diyorum. Halkın anlayabileceği, şöyle arada mesaj veren, sözleri değiştirilmiş türküler örneğin:
“Kutularda rüşvetler, Dubai’de tatiller
Bence dikkat kesilin, oy moy verirken
Nedir bu rezillikler nedir bu rezillikler”
Pembe pembe, böyle tatlı bir yazı yazasım vardı aslında. Mesela yeni yıl kararlarıyla ilgili. Batılılar “New Year Resolutions” tabir eder, bildiniz mi? Bizde “Niyet etme” denir hani? Yeni yıla başlarken “Bu sene sigarayı bırakacağım”, “Her hafta bir kitap okuyacağım” gibisinden olur ya? Ama hiç keyfim yok. Ülkeye üzülüyorum valla billa. Ne yapsam? Yeni yıl kararı olarak siyasilere mesaj içerikli tebrik kartı atmaya mı niyetlensem? Bazen partilerden bana öyle bayram tebrikleri geliyor çünkü. Ortam malum, dolayısıyla insan saçma da olsa bir işkilleniyor önce “Benim telefonumu nereden biliyorlar” diye!
Geçen yıl Bodrum’a gittiğimin ertesi günü, otele benim adıma Muğla Valisi’nden hediye geldi! Bodrum için yapılmış turistik tişört, fincan filan. Eskiden olsa “A ne zarifler bak” derdim. Üç beş senedir gölgemizden korkar hale geldik ya, ben bir tırs! Sanki paketten şarbon çıkacak! Resepsiyonu sorguya çekiyorum “Kim gönderdi, ne dedi, hangi vali, ne sebeple yollamış” filan diye! Meğer oteller kimin kaldığını valiliğe bildirmek zorundaymış. Eyvallah da her gün otellerden gelen listeye mi bakıyor ki vali, o da tuhaf. Hayır tam da Gezi olmuş, ben konuyla ilgili yazılar yazmışım, “Eyvah hükümet peşimde, yakın takipte” duygusu geldi mi durup dururken?! Sanki çok mühim biriymişim de, Ak Parti Bodrum tişörtüyle uyarı yapıyormuş gibi: “Fazla deşme bu konuları, işini gücünü bıraktırıp bir sahil kasabasına yerleştiririz seni” tarzında! Ahahaha! Gülüyorum ağlanacak halimize, bakmayın. Sevgili vali, hediye için geç de olsa teşekkür ederim, fakat yine de, memleketin atmosferi malum, yapmayın böyle, insan bir hopluyor yerinden.
Neyse. Madem onlar bizle iletişim içinde, ben de göndersem mi onlara kartpostallar? Başbakan’a mesela: “Sayın Başbakan’ımız, yeni yılınızın sakin, stressiz, güler yüzlü geçmesini, hem sizin hem bizim psikolojimiz için diler, yargıda bağımsızlık, hükümette şeffaflık, devlette temizlik, e artık bir zahmet ülkede özgürlük, yargıyla poliste tarafsızlık ve illa ki bol bol laiklik temenni eder, Allahtan, savaşların, açlığın, fakirliğin, imtiyaz, yolsuzluk, kahrolası kadrolaşma ve kutuplaşmanın bittiği, siyasi görüşüne bakılmaksızın hepimizin sizin için eşit, değerli ve sevilesi vatandaşlar olduğu bir 2014 niyaz ederim.” Bence toplumun yüzde doksanının derdini tek kartpostalla anlatmış olurum, ne diyorsunuz?
TUTUMAYACAĞIM SÖZÜ VERMİŞİM KAÇ YAZAR?
Dönelim yeni yıl kararlarına. Pembe bir yazı yazacaktım yav, evet. Bir araştırmaya göre, Amerikalıların yarısı “Yeni yıl kararı” veriyormuş ve bu yolla bir şeye niyet eden kişilerin amaçlarına ulaşması, diğerlerinden on kat daha yüksek ihtimalmiş!
Ben hiç girmem bu işlere. Tutamayacağım sözler vermem. Kendime bile.
Gezi döneminde bu naçizane yazarın işi daha kolaydı. Siyaseti konu edip hiciv yazmak, manzarayı kendi açınızdan net görüyorsanız keyifli iş zira. Benim tarafımdan bakıldığında o aralar ülkedeki vaziyet kitap gibi açıktı: Ekonomik alan başta, başarıları olan bir iktidar, zaman içinde otoriterleşmiş, “Hayat tarzları ve özgürlükler tehdit altında” duygusu özellikle genç ve laik kesimde yükselmiş, insanlar bir noktada patlayıp sokağa çıkmıştı. Bu resme bakıp iktidarın tepkisini, o demokratik protestonun nedenini anlatmak, seviyeli, zarif bir muhalefet yaparak durumları hicvetmek, dilimin döndüğü kadarıyla mümkündü.
Şu an, ülke öyle bir karıştı ki, kendimi örgü örerek çok karışık bir casus dizisi izleyen mahalle teyzesi gibi hissediyorum! Önüme gelene soruyorum “Ay tam n’oluyor şimdi, bu kimdi, ben anlamadım be yavrum?” tonunda! Ne dönüyor, kim iyi kim kötü, çözmek için son bölümü beklemem lazım gibi, garip bir hissiyat.
Meğer ‘yaşam tarzlarımız’ filan diye şikâyet etmek neredeyse saflıkmış. Meğer evimiz, biz farkında olmadan cayır cayır yanarken, aile yadigârı vazolarımız niye kırılıyor diye üzülüyormuşuz! Meğer ne haltlar dönüyormuş kardeşim burada!
Önce dedim ki, fotoğrafını net çekemediğin bir olayla ilgili yazı yazma! Yılbaşı klişeleri geyiği yap, şehirden, hayattan filan bahset, olmadı delir, ev hanımına bağla, yemek tarifi ver! Ama bu konuya bulaşma!
BENİM NEYİM EKSİK?
Fakat bulaşmadan da olmuyor! Şu an Türkiye’nin yüzde 90’ı muhtemelen benim gibi ağzı açık televizyon izleyip, haberlerin reytingini patlatıp, olan bitenle ilgili kendi teorilerini üretiyorsa, benim neyim eksik?
Sade vatandaş olarak, basında çıkan bilgi ve iddialardan anladığım kadarıyla, birkaç senaryo var:
Dizi şartları malum. Sonuçta her hafta 100-110 dakika çekilen bir komedi yapıyoruz biz. Senaryo dört-beş günde yazılıyor, dört günde çekiliyor. Bazen oyuncular birkaç günde 40-50 sayfa ezberleyip oynuyorlar. İşimiz çok yoğun.
Ama neşeli meslek. Set ‘haha hihi’, malum. Neticede, birçok işle karşılaştırınca, ‘beyin ameliyatı’ yapmıyoruz. Bir aksaklık olsa dünyanın sonu mu gelir? En kötü ihtimalle o hafta seyirci az güler, reyting düşer, en berbat olasılık, bölümün yayına yetişmemesi filan olur. Buna rağmen, Türkiye’de son günlerin en çok konuşulan haberleriyle, diziyi bir karşılaştırmak geldi içimden:
-Misal, bizim sette elektrik kesilse ortalık birbirine girer. Reji, iş aksıyor diye ayağa kalkar. Beş dakika içinde jeneratör gelir, o beş dakika için prodüksiyon mahcup bile olabilir “Keşke bir dakika içinde devreye sokabilseydik” diye. Şu an Türkiye’de elektrik konusunda aksamalar yaşanmakta. Şimdilik sanayiyi etkileyen bu kesintiler, yakında konutlara da yansıyacak.
Bu noktada Fatma Elatik’ten bahsetmek lazım!
Amsterdam’da, büyük ölçüde devlet tarafından finanse edilen ‘Gökkuşağı’ isimli vakıf, son günlerde dünyada en çok tartışılan projeye imza attı!
Şehirdeki alkolikler, belli bir miktar bira, öğle yemeği ve ufak bir yevmiye karşılığı parklarda temizlik işçisi olarak çalışıyorlar.
Çalışırken içmeleri yasak. Ama vakıf, alkoliklere sabah iş başlamadan önce ve öğle paydosunda, belli miktarda bira veriyor. Amaç düzenli olarak kafayı bulmalarını sağlamak değil tabii! Onlara bir iş bularak, topluma geri kazandırmak, bağımlıları daha az miktarda ve az alkollü bir içki tüketmeye teşvik etmek. Zira devletin alkoliklerde denediği birçok vazgeçirme, yıldırma, vs. denemesi, hatta “Alkolü bırakırsan, sana iş buluruz” tarzı projeler etkili olmamış. Bağımlıların sabahtan itibaren parklarda içip, hayatta kalacak ve içki alacak parayı bulmak için kanunsuz yollara başvurmasını önlemek için denenen yollardan, en çok bu fikir başarı sağlamış! Şu anda bu sistemle temizlik işçisi olarak çalışmayı bekleyen uzun bir kronik alkolikler listesi varmış!
Benim asıl ilgimi çeken, bu işin en büyük destekçilerinden birinin Müslüman, başörtülü bir kadın siyasetçi olması! 40 yaşındaki Fatima Elatik, Fas asıllı, Hollanda doğumlu bir ilçe belediye başkanı. Elatik; “Alkolikler toplumun dışına itilemez! Onlara, ‘Kendinizi düzeltin öyle gelin’ diyemeyiz. Bu insanları meşgul tutmak ve içki miktarlarını azaltmaya çalışmak çok daha iyi” diyor.
Bira karşılığı işe alınan bağımlıların çoğu, eskiden bir şişe viski veya romla güne başladıklarını, para bulmak için farklı yollar denediklerini, şimdiyse karın doyurabildikleri ve işleri olduğu için suçtan ve bunalımdan kurtulduklarını söylüyorlar. Ayrıca akşama kadar verilen birayla yetindikleri için aldıkları günlük alkol de azalmış. Parklar da eskisi gibi alkoliklerle dolmuyormuş, birçoğu bu şekilde çalışmaya başlamış çünkü.
Fatma Elatik, “Tabii ki içki içilmesini desteklemiyorum. Ama bu insanlardan kurtulalım, ceza verelim gitsin demek yerine, problemi çözmeye çalışmalıyız” diyor.
Geçen hafta Cengiz Semercioğlu yeni reyting ölçümlerinin hatalarını, deneklerin reklamverene bilgi vermeyecek kriterlerde olduğunu anlatan bir yazı yazdı.
Reyting ölçümleriyle ilgili tuhaflıklar benim de gözüme çarpıyor. Yanlış anlaşılmasın, “Reytinglerle oynanıyoor!” gibi bir bomba patlatma peşinde değilim, zira bunu söyleyecek bilgiye veya belgeye sahip değilim.
Tuhaflıktan kastım şu: Özellikle AB grubu reyting ölçümlerinde deneklerin değiştirildiğini ve denek profilinin nedense mümkün olduğu kadar C-D sosyo-ekonomik grubuna yaklaştırıldığını biliyoruz.
Bu, eğer “Anadolu, orta ve alt sosyo-ekonomik sınıflar ne seyrediyor?” gibi bir kültürel araştırma olsaydı, ilginç bir çalışma derdik. Ne var ki reyting, reklamveren için araştırılır. Yani ürününüzün alıcısı olabilecek insanlar hangi programı seyrediyor, o bilgiyi alıp reklam verirsiniz. Ama şu an hanelerin sosyo-ekonomik kriterleri gittikçe farklılaştırılıyor. Örneğin Total grubunun içindeki AB oranı ve AB grubu içinde A grubu hane sayısı o kadar azıltıldı ki, belli kesime hitap eden programların reytingi bir haftadan diğer haftaya dehşetli sıçrama ve düşmeler gösteriyor. Benim yarı şaka teorim şu: Reyting cihazı verilmiş A grubu dört aile varsa, ikisi yemeğe çıksa, o akşam kaliteli bir programın reytingleri çakılıyor! Bu tür eksiklerin, benim gibi yıllardır reyting takip eden, dakika dakika ölçümlere bakan sektörle ilgili insanların çoğu farkında. Ölçülen hanelerin özellikleri nedir, A, B, C, D grubu denekler niye ayrı ayrı ölçülmez, hep merak etmişimdir.
TEK KRİTER GELİR
Altını çizeyim; bu yazı, reytinglerinden mızmızlanan bir senarist yazısı değil. Ayıptır söylemesi 10 yıldır ülkenin en çok seyredilen komedilerini yapıyoruz ve eski yıllara göre AB grubu, ölçümlerden neredeyse yok edilse de hâlâ pek reyting problemimiz yok.
Esas taktığım mesele bambaşka: Reytingleri AGB ölçerken, yani iki yıl kadar önce, AB grubu bir hane sayılmak için, anne ve babanın üniversite mezunu olması gerekiyordu! Kültürel seviye, eğitim, bir kriterdi. Şu anki ölçümlerle, ilkokul ikiden terk bir çift, aylık gelirleri belli seviyedeyse, AB grubuna seçilebiliyor.
'Linçburg Limonatası’ son yıllarda moda olan, limon suyu, şurup filan içeren, şahsen pek tercih etmediğim bir kokteylin adı. Ama içinde ‘linç’ geçtiğinden midir nedir, bizde de pek popüler! Yanlış anlaşılmasın, sembolik konuştum. Kokteylin masum hayranlarını tenzih ederim. Ama bu coğrafyanın çoğunluğu şahane insanlarının yanında, maalesef linçten lezzet alanlar da var! Eski ve kötü bir alışkanlık diyelim.
Son günlerde, 1999 yılında bir ödül töreninde Ahmet Kaya’nın başına gelenler, kim oradaydı, kim geç geldi, ilk çatalı kim attı filan, bunlar konuşuluyor.
Bence şu an, o gün çatal atanlara, ilk çatalı günahsız olanlar atsın!
Bu fazlasıyla magazinel zeminde tartışılan konuyu, kimseye bağırmadan, çatal atmadan, mizahi de olsa, farklı disiplinlerde sorgulamaya çalışacağım.
Matematiksel olarak: Gezi’dekilerle, o akşam çatal atanların kesişim kümesi yok gibi görünmektedir. Ama Gezi’de olup, o gece çatal atanları kınayan, Ahmet Kaya’ya destek çıkanların bir kesişim kümesi vardır. Bu kümenin bir elemanı Mehmet Aslantuğ’dur mesela. O halde, Gezi’de olmayıp o gece çatal atanlar şu an nereye kümelenmiştir?
Müzikal olarak: Birkaç şarkısını beğendiğim (ama tam da dinleyicisi olmadığım) Ahmet Kaya’nın başına gelen rezalet olayı, o dönemde manken göbeğinden zeytin yiyen 24 yaşındaki (ve yine dinleyicisi olmadığım) bir popçu çocuğa yıkmak, bu eski şarkının temel tonunu unutup, detone olmak değil midir? O dönemde, popçu, topçu, vatandaş, kim varsa, hepsini Ahmet Kaya aleyhinde kışkırtacak sahte fotoğraf ve haberleri hazırlayıp servis eden orkestra ve orkestra yöneticilerinin (en azından) tefe konup uzuun uzun çalınması daha doğru olmaz mı?
Sosyolojik açıdan: 14 yıl önce Ahmet Kaya’ya yapılan toplumsal linçtir de 5 ay önce Memet Ali Alabora’ya yapılan nedir? Hedef gösterme, provokatif ve uydurma haberler, sahte örgüt bağlantıları iddiaları ve sonuçta sanatçının güvenlik endişesiyle, en azından bir süre başka bir ülkede huzur aramak zorunda bırakılması linç kampanyası değildir de reklam kampanyası mıdır affedersiniz? Reklamın iyisi kötüsü yoktur, peki lincin var mıdır? Ahmet Kaya’nınki kötü linç, Alabora’nınki iyi linç midir?