Gülse Birsel

Meclis’in yeni dekorasyonunu üstleniyorum! Hayırlı uğurlu olsun!

8 Eylül 2013
Ben gönüllüyüm arkadaş! Parası neyse bastıracağım, yaptıracağım TBMM’nin yeni dekorasyonunu!

Yeter ki bir durulsun vekiller! Birkaç şaka, üç-beş espri, karşılıklı hiciv, bir tatlılık, bir hoşgörü, ne bileyim, çay ve sempati görelim artık şu Meclis’te yav

Ülkedeki asabiyetin suçlusunu bulduk! Meclis’in iç mimarı!
Milletvekilleri açıkça ifade ettiler; “Siyasilerin gerginliğinin sebebi, tamamen TBMM’deki koltukların rengi ve ışıklandırma” dediler.
Turuncu koltuklar ister istemez vekilleri geriyormuş ve kavgaya yol açıyormuş.
16 avizeden kaynaklanan aşırı aydınlık ve bazen gece geç saatlere kadar çalışma da, ‘başka olumsuzluk nedenleri’ymiş!
Önce bir “Yemezler” diye düşündüm. “Kıs aydınlatmaları, kameralar da o loş ışıkta, ne eşe dosta iş bulmak için çekilen mesajları, yazılan notları görebilsin, ne de şekerleme yapan vekilleri, pışııık” dedim kendi kendime.
Hayır inandırıcı gelmedi anlatabiliyor muyum? Biz oyuncular olarak, yerine göre 36 saat uyumadan çalışıyoruz. Hiç öyle “Ben iki saattir turuncu kanepede oturuyorum, en iyisi gideyim şu Olgun Şimşek’e kafa göz gireyim” tarzı hallerim olmuyor mesela!

Yazının Devamını Oku

Hataylılar: “Burada içsavaş miçsavaş çıkartamazsınız”

1 Eylül 2013
Bu hafta biraz gazetecilik yapıp Antakyalılarla konuştum. “Burnunun dibi”nde çatışmalar süren, dünyanın ateş açıp açmamayı tartıştığı bir ülkenin sınır komşuları ne hissediyor?

Şehirlerinde sakin sakin oturup künefe yerken, aniden ‘yan ülkenin içsavaşında taraf’ olmuş vatandaşlarımız, savaş ihtimaline nasıl bakıyorlar?

Araştırmacı gazetecilik niyetim yoktu valla. Endişe ettim, arkadaşlarımı merak ettim, aradım hatırlarını sordum. Bu yazı onların cevaplarından çıktı.
Şöyle ki: Yalan Dünya daha başlamamış, 2011’in Eylül ayı filan, tam iki yıl önce.
Dizide ailemiz Antakyalı olacağı için, ben, Hasibe Eren, Altan Erkekli, yönetmenimiz Jale Atabey ve prodüksiyon ekibimiz, Hatay’a gittik. Şiveyi, âdetleri, kültürü, mutfağı tanıyacağız on gün kadar.
Antakyalılarla tanışıp evlerini ziyaret ediyoruz. Günde sekiz-dokuz ev ziyaretimiz var nereden baksan, zira bizi gören, evine davet etmeden bırakmıyor. İkramlar da çok coşkulu. Kahve içmekten kalp aritmisi, şahane fakat bol baharatlı yemeklerden isilik ve günde yarım düzine künefeden mütevellit şeker koması kapıda! Ama pardon künefe reddedilir mi? Kanımca şu hayatta bir yavru kediye, iki künefeye, hayır denemez!
O kadar sıkı insan ilişkileri var ki hâlâ, biz bir evde Antakya yaşamını anlattırıp bir yandan da çaktırmadan şiveyi öğrenmeye çalışırken muhakkak çat kapı bir komşu geliyor. O habersiz gelen komşunun başka misafirler olduğunu kapıdan görüp, onlara şöyle acele bir selam verişi, sonra tekrar bakıp, içeride oturanların televizyondan tanıdığı ünlüler olduğunu fark edişi var ya… O fark etme anındaki yüz ifadesini alıp şişeleyebilsek, bildiğiniz likit mizah olur ve bir kadeh içip sabaha kadar eğlenirsiniz!
Bir gün, ziyaret ettiğimiz evlerden birinde sabah kahvesi içip fal baktırırken, ve ani gelen komşunun “Bizi görüp selam verip oturma, sonra tanıyıp gözlerine inanamama anını” bizzat kendisinden dinlerken, sokaktan büyük bir patlama duyuldu! Hepimiz yerimizden sıçradık. Evin hanımı halimize çok güldü ve dedi ki, “Egzoz patlamıştır, merak etmeyin. Burası İstanbul değil, Antakya. Bizim şehrimiz çok sakin ve güvenlidir.”

Yazının Devamını Oku

Kimyasal silahçılar için uzun vadeli projelerim

25 Ağustos 2013
Aşağıda cehennem sıcağı, fokurdayan bir kazan.... Ay işte benim o esnada onlara “Yaa, n’oldu kardeş? İyi mi oldu şimdi? Ah ah ah! Ama biz sana yapma dedik be koçuum, demedik mi?” diye bir seslenişim var ki ukala ukala, off içinizin yağları erir!

Aaaaaa!
Sen Mısır’a bak sen hele... Güya “Yeni akım darbe” idi de, hemen erken seçim yapılacaktı, demokrasiye geçilecekti de, bilmem neydi. Çatır çatır vuruyorlar eylem yapan insanları arkadaş!
Sen Suriye’ye bak hele... Ne oldu, kim yaptı, kim kime attı, bu yazının yazıldığı esnada rivayet muhtelif. Ama biri bu kimyasal silahı üretmiş, biri parasını vermiş, biri atın demiş, biri de atmış. Sanırım bu hikâyede “Hani bana hani bana” diyen yok, ama olaya pek girmeyip etkisiz kalan küçük parmak, Birleşmiş Milletler mi oluyor ne?
Çatır çatır öldürdüler masum insanları arkadaş!
Tabii “Kim yaptı?” veya daha doğrusu “Katil kim?” sorusunun cevabı, şu an biraz karışık ve flu. Allah bilir! Yalnız işte, Allah da kesin ve illa ki bilir yani! Onu da bir hesaplamak lazım değil mi kimyasal silahçı arkadaşlar!
Ortadoğu berbat, içimiz eziliyor her gün. Böyle zalimce olaylarda çok hırslanırım, içim kaynar... Küfürbaz değilim ki haberleri seyrederken kalkıp bağıra çağıra küfür edeyim deşarj olayım. Kimseye lanet de okuyamam, korkarım öyle kötücül şeylerden. E elime taş sopa alıp Rabia Meydanı’na, Şam’a filan gidecek halim de yok. Bir faydam olacağını sanmadığım gibi, her tür şiddete de karşıyım. E o zaman n’aparım?
Şöyle, ben hırslanınca, gözlerim dolacak, çarpıntı başlayacak kadar hırslanınca, hayal gücümle ilahi adalet duygum buluşur ve birlikte çalışmaya başlarlar.

Yazının Devamını Oku

Herkese bayram da, bize yok mu?

11 Ağustos 2013
Elâlem durduk yerde tükenmişlik sendromuydu, depresyondu, uzaklara kaçıyor ediyor; bize mübarek bayramda bile bir izin yok mu?”

Böyle dedim Hürriyet Pazar editörlerine, onlar da hemen “İyi canım tamam, hadi biraz ara ver” dediler. Çok iyi insanlar. Böyle böyle yakında şımarırım ben, biliyorum kendimi! “Set uzadı”, “Grip oldum”, “Alnımda sivilce çıktı” deyip ikide bir yazmamalara filan başlarım. Hahaha, şaka şaka. Yapamam ki. Bir kere size kıyamam. Pazar günleri ne okuyacaksınız da neşeniz yerine gelecek, bu harikulade mutlu, aydınlık ve ‘coşkuylan, sevinçlen, özgürlük ve umutlan’ dolu ülkemizde! Anaam bak geliyor yine ironi, ben kaçıyorum.
Yorucu, sıkıntılı başladı hafta malum. Gelmiş geçmiş en berbat pazartesi sendromlarından biriydi. Hakkını verdi yani!
Neyse ki bayram ilaç gibi.
Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öper, görüşlerine bakmaksızın tüm vatandaşlarıma sarılırım.
Bari bayramda bağırıp çağırmayalım. Birbirimize inanalım! Yaşayalım işte bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine yav.
Zararlı mararlı, ikram edilen şekerleri yiyin, ağzımızın kaçan tadı yerine gelsin bari. Lokum gibi bir bayram olsun ve hatta hayat bayram olsun!
Ben bi boy yüzmeye gidiyorum…

Yazının Devamını Oku

Başbakan tutturdu “İlla siyasete gir, partide muhalif bir ses olsun” diye! Bak şimdi!

4 Ağustos 2013
Geçen haftaki yazımla düğmeye tak bastım, şak hükümet İstanbul’a park projesine start verdi! Hep böyle olur. Ülke yönetiminde çok büyük ağırlığım var! Park, orman, tiyatro, planetaryum, sazanlı göl, ne istiyorsanız söyleyin, bir telefonuma bakar!

Geçen haftaki “Yöneticilerimiz New York’a el atsın, Central Park arazisi atıl duruyor, burada AVM’ler yetersiz, tiyatro fazlası var, vatandaş mağdur” mesajlı yazımdan sonra, İstanbul’a şehir parkı yapılmasına karar verilmesi, arkadaşlarım tarafından şaşkınlık ve hayranlıkla karşılandı. Bu konuda etkili olduğumu ve hükümeti benim yönlendirdiğimi düşünüyorlar! Ahahahah!
Güldüğüme bakmayın. Aynen böyle oldu zaten! Telefonla Tayyip Bey’i aradım! Tabii New York’tayım, saat farkından mütevellit Türkiye’de vakit geceyarısını geçmiş. Ama olsun. Kaçta ararsam arayayım hep telefonumu açar! Bilir ki memleket için yine hayati bir projem ve değerli fikirlerim var. Dedim ki: “Kısa konuşup kapatacağım, hem uyandırdım, hem de bana çok yazmasın! Köşemde Central Park’ı kaleme alacağım ha, siz de hafta sonu bu yazı çıkar çıkmaz, ironiden anlayan ve mizahı/mizahçıyı seven bir ekip olarak (!) kendinize pay çıkartıp İstanbul’a şehir parkı çalışmalarına start verirseniz çok şık olur. Baki selam. Buradan bir şey isterseniz mesaj atın. Hadi gorüşürük.”
Tabii ki pazartesi günü Zeytinburnu’na dev bir park yapmak için hemen çalışmalar başladı! Beni dinlerler! AK Parti böyle bir parti ama zaten. Kendisini kayıtsız şartsız desteklemeyenlerin fikir ve görüşlerine çok ehemmiyet veriyor! Ahahahah. Niye güldüm? Buna değil yav, bir arkadaş var yanımda da başka bir konuda şaka yaptı ona güldüm, ahahah!
Şimdi efenim, zaten bir ülkede sanatçılara, gazetecilere, fikir önderlerine, sivil toplum örgütü temsilcilerine, muhalefete sonsuz ifade özgürlüğü verilip, karşı görüşler dikkatle dinleniyor, saygıyla öneriler dikkate alınıyorsa, o ülkenin sırtı yere gelmez! Tam da böyle bir ülkede yaşadığımız için, içim çok rahat!
Bak söylemeyecektim ama hadi konu açıldı: Tayyip Bey arada bana ısrar eder “Allasen siyasete gir, bize parti içi muhalefet lazım” diye! Sanırım bütün görüşlerine katılan ve itiraz etmeyen insanlardan pek hazzetmiyor. Tutturmuş “Muhalif sesler olsun, farklı görüşler olsun” diye. “Amaan Tayyip Bey” diyorum kendisine, “Memleketi sen mi kurtaracaksın? Biraz dediğim dedik ol. O kadar oy almışsın, sevenin çok, bırak şu herkesi mutlu etme, her bireyin hak ve özgürlüklerini koruma sevdasını.” Yok! İnatçıdır biraz sağ olsun. Geçen gün “Bana oy verenlerin değil, vermeyenlerin, benim gibi yaşayanların değil yaşamayanların istekleri, şikâyetleri daha önemli. Zira benim kitlem zaten memnun, mühim olan bu ülke sınırları içindeki herkesin sesini duyup, herkesin yüzünü güldürmek” diye bir başladı… “Yahu” dedim, “Herkesin yüzünü güldürmek benim işim! Sen başbakansın, tak emir vereceksin şak yapacaklar. İşine gelmeyenin de vuracaksın kafasına, pısıp oturacak.”
“Ama sanatçılar?” dedi, “Ama gençler?” dedi, “İki buçuk milyon insan sokağa çıkmış, hanım teyzeler tencere tava çalmış, buna bir de evden destekleyenleri, ailelerini, eşlerini dostlarını kat, bu tepkiye sebep olacak ne yaptık analiz etmek lazım” dedi. Hassas biri!
Ben size söyleyeyim, sanatçılara bir, gençlere iki, yaranılmaz. Fazla yüz verdin mi ay nasıl şımarırlaar! Teyzeler de belki can sıkıntısından aralarında mahalle orkestrası kuruyordu, yanlış anlaşıldı. Çok fazla kafada kuruyor Başbakan.

Yazının Devamını Oku

Büyüklerimiz Amerika’ya bir el atsın!

28 Temmuz 2013
Amerikalı siyasetçiler bildiğin mıymıntı, affedersiniz!

New York’ta o kadar değerli arsa atıl duruyor, toplasan üç-beş AVM var o kadar. Sanatçılarla gazeteciler el ele vermiş, ukalalık ve taşkınlık içinde, vatandaş zaten parklara yayılmış. Kim bakıyor yav bu işlere?

Türk siyasetinin ileri gelenlerini New York’a bir el atmaya çağırıyorum! Buranın çivisi çıkmış!
Şehrin ortasında, dikkat ediniz bildiğin göbeğinde diyorum bak, Central Park öylece duruyor. Bildiğin yeşillik. Kimi kısımlarda ağaç bile yok, öylesine çim. Bildiğin otlak yav! ‘Orman vasfını kaybetmiş arazi’ de diyebiliriz hatta! Üç-beş kişi yayılıp yatacak, yok sabahları gelip spor yapacak, oksijen bilmem ne diye milli servet atıl duruyor! 3 bin dönüm yer. Bu civarda gayrimenkul metrekaresi on bin dolara filan gidiyor. Kat başına 30 milyar dolar ciro yaparsın! Beş kat çık, hadi aralara üç-beş saksı bitkisi koy, süs havuzu, çocuk parkı, ne bileyim bir özgürlük heykeli maketi filan, nereden baksan yüz milyar dolar kemiksiz kâr var bu işte! Kimsenin aklına bu arsayı alıp yüzlerce rezidans/otel/AVM kompleksi haline getirmek gelmiyor mu? Koskoca Manhattan dersin, dünyanın en ticari şehri dersin, dört, bilemedin beş tane AVM var. Onların adına utandım!


BROADWAY SAVURGANLIĞI

Niye böyle? Sanırım yatırım yapacak para yok. Veyahut becerip bir proje çıkartamıyorlar! Esasında iki yüz-üç yüz yıl önce burada ne vardı, ona bir bakacaksın, kopyasını yapıp, aynen AVM’ye otele yardıracaksın! 1853’te “Park yapalım, her şehre park lazım, hem çevre hem demokrasi açısından önemli” diyen bir gerizekâlı çıkana kadar bu alan bildiğin arsaymış zaten! Hatta bir tane manastır varmış. Yap o eski manastırın kopyasını ortaya, etrafına bir süs bahçesi, gerisini de milli servete dönüştür değil mi? Nerede bunlarda o basiret! Çevrecilikse mevzu, o hallolur. Eyaletin ıssız yerlerine bol bol fidan dikersin, aynı şey işte, bitti.

Yazının Devamını Oku

New York’tayım, size çok yazmasın onun yerine ben yazayım!

21 Temmuz 2013
Siz bu yazıyı okurken ben çok uzaklarda olacağım.

Yeryüzünün İstanbul’dan daha pis, daha gürültülü, daha kalabalık ve daha koşuşturmalı tek şehrinde. Yeni Delhi değil yav, daha nemli, daha bunaltıcı bir yerdeyim: New York!

Hava şahsi ölçümlerime göre 150 derece filan. Fahrenheit değil, selsiyus olarak! Bunu kanıtlayabilirim! Bodrum’da yaz sezonunda öğlen on ikiden akşam altıya kadar güneşin altında yatmışlığım, terlemeden kalkmışlığım vardır! Atalarım arasında bir kertenkele olabilir, bilmiyorum. Ancak şu an burada 10 dakikadan fazla sokakta yürüyemiyorum, bayılacak, ölecek veya rahatlıkla birini (örneğin yanımdan bin beş yüz derece sıcaklık üfleye üfleye benim yürümemle senkronize ilerleyen otobüsün şoförünü) öldürecek gibi oluyorum!
Sadece klima var diye hiç ilgi alanım olmayan dükkânlara girip oyalanma huyu edindim. Bugün kapısından buz gibi klima rüzgârı gelen bir ikinci el plak dükkânına girip, 20 dakika bakınıp, Beatles’ın ‘Abbey Road’ plağını aldım mesela. Pikabım yok! Artık onu da alacağız mecburen. Satış elemanı 10’uncu dakikanın sonunda beni gözleriyle öyle bir taciz etti ki, bir şey alayım dedim. Koskoca starım, homeless gibi ezildim. Satış elemanları çok sert burada yav. Kasa kuyruğunda para vermek için beklerken “Sıradakii” diye bir kükrüyorlar, giyotin sırasındaymışsın gibi hopluyorsun.
Öpün İstanbul’un şeker gibi satış elemanlarını öpün!
Ezcümle, pikap yok ama 25 dolar bayılıp plağı aldım mı sana? Beatles herkes sever ama niye özellikle o albüm? Sanırım empati: Plak kapağında Beatles üyeleri sıcak ve güneşli bir günde takım elbiselerle sokakta karşıdan karşıya geçiyorlar! Bir daha kimse bana İstanbul’un nemli sıcağından şikâyet etmesin.

PABUÇ KADAR FARELER

Yazının Devamını Oku

Macera bana gelmez E ben maceraya niye gittim ki?

14 Temmuz 2013
Ne işi var komedyenin gece dağ başında? Kayalardan inerken birimize bir şey olsaydı, jandarmaya vereceğim ifade hazırdı: “Arkadaş kurbanıyım. Trekking bilmem, yürüme bandına bile karşı bir insanım komtanım!”

Bir hafta önce... Yalan Dünya’dan bir grup, Kabak Koyu’na gittik. Shambala’da kalıyoruz, ki doğal hayat sevdalısıysanız, bu seneki yeni işletmeyle cennete dönmüş. Hatta tam “Trekking yapsak mı?” dediğimiz o kritik anda, ananaslı içeceklerle havuz başında kitap okumaktayız! Yan çizilecek gibi bir hava esti. Ama Gupse “Şelaleyi muhakkak görmeliyiz” diye ısrar etti! İrem Sak yamaç paraşütü yapmış, adrenaline doymuyor, “Ben giderim” diye atladı. Kararsızlık…
Peki bana n’oluyor? “E hadi gidelim yav” diye herkesi niye ayaklandırıyorum?
Şimdi ben trekking’i doğa yürüyüşü sanıyordum. Bu yoluysa ancak bir kertenkele yürüyerek tamamlayabilirmiş meğer!

LİKYALI AKILLI!

Giyindik filan, ancak altıda yola çıktık. İlk tabela: “Yol ikiye ayrılır. İlki Likya Yolu. Eğimli bir patikadır ve 75 dakika sürer. İkincisi ise 45 dakikadır ama kaya tırmanması ağırlıklıdır, hayati tehlike içerir!
Biz n’aptık? “75 dakika uzun, hava kararır” deyip ikinciden gittik! Yav bildiğin yol en kısa yoldur! Sen Likyalılardan beri bilinen yola gitme, kestirmeye sap, e o zaman her şeye hazırlıklı olacaksın!
Gupse, İrem, ben, Sarp, rehberimiz ve bir Avustralyalı çift! Maceracı tipler. Adam tahta cips kasesi gibi bir şey taşıyor, yerel bir enstrümanmış. Kadın beyaz saçlarını boyamamış, ağaçlara sarılıp enerji filan alıyor, önden önden koşturuyor ve biz arkada kan ter içinde gıcık oluyoruz!

Yazının Devamını Oku