“Simitçi bile dinlendiğini sanıyor” diyorduk ya, e simitçi bile dinleniyormuş! Kim kimi dinliyor, hangisi iyi hangisi kötü dinleme, hangisi montaj bilinmediğinden, suçlu da meçhul. Ama bence çıbanbaşı Graham Bell! Madem icat yaptın, takip edeceksin kardeşim!
Telefon konuşmalarının ne tadı kaldı ne tuzu. Korku dağları bekler. Kim, kimi ne maksatla dinliyor, o da meçhul. “Zeki Müren de bizi görecek mi”, televizyonun ilk yıllarına ait bir şakaydı, şu an telefon için gerçek oldu! Telefon konuşmalarımızı merhum Zeki Müren değil ama ülkede yaşayan herkes dinliyor veya okuyor!
Hem korku hem bu sisli ve dezenformasyon dolu ortam yüzünden “Şu sorumlu, o hukuksuz, bu suçlu” bile diyemiyoruz. Bana sorarsanız kesin ve net tek suçlu var: Çıbanbaşı Graham Bell! Madem icat yapıyorsun, takip de edeceksin kardeşim. Yarın bu yaptığım şey kötüye kullanılır mı, kullanılmaz mı diye düşünüp, önlemini alacaksın. Gerekirse icadını vakit varken çöpe atacaksın. Zaten kanımca, Graham Türk olsaydı yetkililer tehlikeyi önceden görür, icadı daha fikir aşamasında yasaklanır, dış mihrakların oyunu olarak nitelendirildiği gibi, yabancı bir kuruluştan 12 saat içinde 'sakıncalı' raporu alınır ve bu iş bitirilirdi! Suyu mu çıkmıştı posta güvercinlerinin?
An itibariyle gelişigüzel seçilmiş bir sıradan vatandaşın, eşiyle dostuyla arasındaki telefon muhabbeti son derece şifreli, tedirgin ve sansürlüdür. Kendiminkilerden bir örnek vereyim:
KEDİ GÖZLERİ...
- Alo? N’aber?
Gülse valla nasıl olalım, ülkenin hali malum. Yahu Başbakan'ın ses kaydını dinledin mi?
Kim kimi dinliyor, hangisi iyi hangisi kötü dinleme, hangisi montaj bilinmediğinden, suçlu da meçhul. Ama bence çıbanbaşı Graham Bell! Madem icat yaptın, takip edeceksin kardeşim!
Telefon konuşmalarının ne tadı kaldı ne tuzu. Korku dağları bekler. Kim, kimi ne maksatla dinliyor, o da meçhul. “Zeki Müren de bizi görecek mi”, televizyonun ilk yıllarına ait bir şakaydı, şu an telefon için gerçek oldu! Telefon konuşmalarımızı merhum Zeki Müren değil ama ülkede yaşayan herkes dinliyor veya okuyor!
Hem korku hem bu sisli ve dezenformasyon dolu ortam yüzünden “Şu sorumlu, o hukuksuz, bu suçlu” bile diyemiyoruz. Bana sorarsanız kesin ve net tek suçlu var: Çıbanbaşı Graham Bell! Madem icat yapıyorsun, takip de edeceksin kardeşim. Yarın bu yaptığım şey kötüye kullanılır mı, kullanılmaz mı diye düşünüp, önlemini alacaksın. Gerekirse icadını vakit varken çöpe atacaksın. Zaten kanımca, Graham Türk olsaydı yetkililer tehlikeyi önceden görür, icadı daha fikir aşamasında yasaklanır, dış mihrakların oyunu olarak nitelendirildiği gibi, yabancı bir kuruluştan 12 saat içinde 'sakıncalı' raporu alınır ve bu iş bitirilirdi! Suyu mu çıkmıştı posta güvercinlerinin?
An itibariyle gelişigüzel seçilmiş bir sıradan vatandaşın, eşiyle dostuyla arasındaki telefon muhabbeti son derece şifreli, tedirgin ve sansürlüdür. Kendiminkilerden bir örnek vereyim...
Kedi gözleri...
- Alo? N’aber?
Gülse valla nasıl olalım, ülkenin hali malum. Yahu Başbakan’ın ses kaydını dinledin mi?
Ülkemizde antidepresan kullanımı son dokuz yılda yüzde 160 arttı! Profesyonel yardım gerektiren psikolojik bozukluk oranına bakıldığında, doktorlar beşte bir gibi bir sayı veriyorlar. Bu ara en çok görülenlerse depresyon ve panik bozukluklar.
Ülkenin son dönemdeki ‘aydınlık, ferah ve huzur dolu’ manzarasını da resme eklersek, keçiler hızla kaçıyor sevgili okuyucular!
Genel olarak güçlü sayılabilecek, hayatını antidepresan ve psikolog desteği olmadan bugüne kadar sürdürmüş bir kişiyim. Aşırı çalışsam, yorgunluktan ölsem bile, uyur kalkar, mutlu mutlu gezerim. Serotoninim yerindedir. Şükrederim, affederim, kadere bırakırım. Sesimi yükseltme âdetim yoktur, kırk yılda bir duygulanıp ağlarım, bol gülerim, fobim yoktur.
Ancak son aylarda ben bile karardım! Gelecekle ilgili ümitlerim azaldı. Ve araştırıp, eşe dosta sorup soruşturup, öğrendiklerimi kendi tecrübelerimle birleştirip, hepimizi etkisi altına alan depresyondan çıkma yollarını listelemeye karar verdim. Buyurun:
Spor yapmak iyi geliyormuş. “Hem iyi görünmek moral düzeltir, hem de spor vücuda serotonin salgılatır” diyorlar. Henüz denemedim!
Meditasyona gönül vermiş dostlar, müthiş rahatlattığını, günde birkaç saat daha fazla uyumuş gibi olunduğunu anlattılar. Alaycı alaycı güldüm ama şimdi ciddi ciddi yazıyorum.
Sosyallik hepimizin ilaçlarından. Doktorlardan da teyit ettim, eşini dostunu aileni yakın tutup, acık çenebaz olmak, ruh kurtarıcıymış.
Andy Warhol “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak” demişti, Türkiye daha iyisini yaptı, pek yakında her vatandaş sonsuza kadar ünlü hayatı yaşayacak! Mezhebinden geçmişine, sağlık sorunlarından gezdiği yerlere, siyasi fikrinden günlük alışkanlıklarına, son yasa tasarısıyla da artık internet ortamında girdiği sitelerden sanal âlemde ahbaplık ettiği kişilere kadar, herkes bilecek! Ha, ‘herkes’ demeyelim, devlette çalışan ve onlarla bağlantılı olup bu bilgilere ulaşabilecek herkes!
Şöhret zor iştir. Gözler üzerinizdedir. Hastaneye gittiyseniz geçirdiğiniz mide kanamasını, tatil yapacaksanız kaldığınız oteli, giydiğiniz elbisenin marka ve fiyatını, bardan çıkarken ne sıklıkla içki içtiğinizi, zaman zaman ne kadar para kazandığınızı, hatta çok manyak bir paparazzi söz konusuysa dini inancınızı, yani özel hayatınızın en ince detaylarını, elâlem öğrenir!
Öte yandan şöhret tatlıdır da. Sokakta tanırlar, iltifat ederler, restoranlarda iyi masalar, butiklerde indirimler, her aktivite için davetiyeler alırsınız.
Siz, sevgili Türk vatandaşı, siz bunları değil, şöhretin sadece özel hayatınızı elalemin öğrendiği bölümünü yaşayacaksınız!
Batı’nın da Doğu’nun da iyi taraflarını almak lazım ya, biz iki tarafın da özel hayatı deşifre eden bölümlerini itinayla almışız. Tarihi olarak devletimiz, Batı’nın özel hayata dair diye baktığı, sorulmasını ayıp hatta suç olarak gördüğü; soy, din ve mezhebimizle gayet ilgilidir. Ben bile 70’li yıllardaki din ve mezhep hanesi olan nüfus defterlerini hatırlıyorum. Benimkinde ‘İslam’ ve ‘Hanefi’ yazardı, anneme “Hanefi olmak tam ne demek” diye sormuştum 5 yaşında filan. Birkaç yıl sonraydı sanırım, din hanesi olmayan kart şeklinde kimliklere dönüldü.
Sizce silmişler midir?
O devlet kayıtları silinmiş midir sanıyorsunuz? Yoo. Ailelerin din ve mezhepleri 70’li yılların sonuna kadar kaydedildiyse, muhtemelen devam ettiriliyordur. Dolayısıyla geçenlerde çocuğunu Ermeni anaokuluna kayıt ettirmeye çalışan bir aileye Nüfus Müdürlüğü’nden “Gizli soy kodunuz 2 değil, yani Ermeni değilsiniz” diye bir ret cevabının gelmesine, “Gezi’ye katılanların yüzde bilmem kaçı Alevi” gibi istatistiklerin yapılabilmesine niye şaşırıyoruz bilmem.
Ak Parti’nin zor zamanlar geçirmesine rağmen çok dramatik bir oy kaybı olacak gibi de görünmüyor. Partiyi destekleyen milyonlar azalsa da, daha kompakt bir kitle haline gelmiş olabilirler.
Bunu Ak Parti’nin, ismindeki ‘Adalet ve Kalkınma’nın ‘Kalkınma’ ayağını, bir ölçüde başarmış olmasıyla açıklamak mümkün değil. Zira ‘karizmatik’ bir başbakan ve ona sadakat besleyen milyonlar var. Bir süredir bu kayıtsız şartsız bağlılığın, fanatizme varan sevginin sebebini anlamaya çalışıyorum. Senarist olarak, Başbakan’ın kişiliği, hikâyesi ve özellikle son bir yıldır, olaylar karşısındaki tavır, söylem ve tepkileri bana bir şeyler hatırlatıyordu. Sonunda sinema eğitimimin yardımıyla, kitleleri sürükleyen sihri buldum: Tayyip Erdoğan, klasik bir destan kahramanı.
Entelektüel dramaların, durum komedilerinin müşterisi olmayan, orta ve alt eğitim grubuna ait seyirci kitleleri, epik erkek kahraman seyretmeyi çok severler. Biz senaristlerin deyişiyle ‘savaşçı arketip’ zafer, aforizma ve duygu yüklü hikâyeleriyle büyük gişe yapar.
Beyazperdeden Mel Gibson’ın ‘Cesur Yürek’i gibi, ‘300 Ispartalı’, ‘Gladyatör’, ‘Herkül’, ‘Son Mohikan’ gibi yabancı, ekrandansa ‘Deli Yürek’, ‘Polat Alemdar’, bir ölçüde ‘Karadayı’, bazı özellikleriyle ‘Muhteşem Süleyman’ karakteri gibi yerli örnekler sayabilirim. Reyting panellerinde D ve E grubunun gittikçe arttırıldığı bu günlerde, ülkenin en yüksek reytingli dizilerinin (dizilerin kötü olduğu anlamı çıkmasın), üç destansı erkek kahraman (Polat Alemdar, Süleyman ve Karadayı) üzerine kurulu olması sürpriz değil!
Gelelim epik kahramanların özelliklerine. Belki Başbakan’la ortak yanlarını bulursunuz:
İntikam alma hakkı
Destan kahramanı, (krallar dışında) halkın içinden ve fakirlikten gelir. Mağdurdur! Bir süre zulüm ve haksızlığa uğramıştır. Ve hikâyede, bu sebeple, kahramanın en sert şekilde intikam alma hakkı olduğu varsayılır!
Çok alıştım kendisine. Günlük rutin fırçamı yemeden güne başlayamıyorum. Neyse ki hologram imdadımıza yetişti. Böylece olmadığı yerlerden de bize seslenebilecek
Şenay’ın 70’li yıllardan bir şarkısı vardır, aranızda hatırlayanlar olacaktır, adı ‘Doy Doy, Doyamadım Türkiye’me’. Güftede memleketin neredeyse bütün şehirleri sayılır ve hiçbirine doyum olmaz. Örneğin “Doy doy doy doy doooy, doymadıım Kayseri’yee”... Sağlam melodili, döneminin ilerisinde bir parçadır. Bu ara sürekli kulağımda çalıyor.
Farkında mısınız, son aylarda hayatımızda en sık gördüğümüz kişi Başbakan! Ben, ailem ve arkadaşlarımdan daha çok, kendisiyle karşı karşıya geliyorum! Zira gazete okumasan, radyo- televizyon açıyorsun, internete giriyorsun, en olmadı bir yerde posterine rastlıyorsun.
Huşu içinde fark ettim ki Sayın Erdoğan’ı zaman zaman kendimden bile çok görüyorum! Abartma değil. Günde 20 defa aynaya bakmıyorum mesela ama kanalları zaplarken beş dakika içinde 20 kanalda peş peşe kendisine rastladığım oluyor.
Başbakan herhangi bir televizyon yıldızı gibi değil. Beni filan zaten bırakın da daha sık program yapanlardan, örneğin ana haber bülteni sunucularından, günlük dizilerin oyuncularından, Acun’dan, Esra Erol’dan da farklı olarak, kendisi bütün kanallarda! Her gün, arzu ettiğiniz her saatte televizyonda yüzünü görebilir, radyoda sesini duyabilirsiniz. Zap’layarak ilişkinize bir mesafe koymanız, özleme fırsatı bulmanız mümkün değil yani.
KIYMETİNİ BİLİN
Önceden programlı basın toplantıları ve konuşmalarla iş bitmiyor. Ülkede günde beş olay patlayınca, Sayın Erdoğan tabii hepsiyle ilgili o an bir açıklama yapıyor. Dolayısıyla, çoğu zaman yayın kesilerek bulunduğu yerden canlı bağlantıya geçiliyor ve böylece vatandaş, mesela bir kültür-sanat programı seyrederken bile Başbakanıyla sürpriz bir görüşme imkânına ulaşmış oluyor.
Başbakan’ı rüyamda gördüm! Bir grup gazeteci, ayriyeten nedense bir grup hiiç gazeteci olmayan arkadaş, Erdoğan’ın 60’lı yıllar tarzı retro döşenmiş evine (neresiyse orası) gitmişiz. Davet gibi, kokteyl tarzı ama oturmalı. Başbakan uzun bir kanepede oturmuş, yanında Arınç filan var. Hepimizle birer dakika sohbet edecekmiş. Ben bir tık gerginim. Tutup “Niye geçen gün öyle yazdın?” diye bir fırça atar ihtimali var zira! E yapmadığı şey değil! Öte yandan, arkadaşların yanında acık kahramanlık yapmak, sorulmayan sert sorular sormak arzusuyla da yanıp tutuşuyorum! Rüyanın ortasında, hissi ikilemim büyük! Yedik içtik, sıra bana geldi. Anglosakson medya mensubu stili, kendimi tanıttım “Gülse Birsel, Hürriyet” diye. (Hürriyet niye siyaset muhabiri diye beni bulup yollamış, ayrı konu!) Sonra delikanlı gibi ekledim “Biraz muhalif yazılar yazıyorum yalnız, biliyorsunuz” diye. Tayyip Erdoğan beni bir şaşırtsın! “Yoo, biz muhalefet severiz, yazılar da gayet güzel” diye bir demokratik tavır patlatsın orada! Şaşkınlıktan çat diye uyandım yemin ediyorum!
Birkaç gün önce de bir oyuncu arkadaşım, rüyasında dizi ekibi olarak Fethullah Gülen’in tatil köyüne (neresiyse orası) davetli gittiğimizi görmüş! Hoca, dini konulardan bahsetmiş, sonra da bize “Siz lazımsınız, insanları güldürmek iyi bir şey” filan demiş. O rüyada da havam binbeşyüzmüş, güzel ağırlanmışım!
RİHANNA KOMPLOSU OLABİLİR Mİ?
Rüyalara bakılırsa hem hükümet hem cemaat cephesinde popülerim! Vahim olan, konuyla ilgisi olmayan iki sanatçının rüyalarında bunları görmesi. Tiyatroda trak gelmesi, tatiller, Oscar almak gibi rüya konuları dururken niye bilinçaltımızda Başbakan ve Fethullah Gülen? Normalde rüyada büyük adam görmek iyidir filan derler de bence bu rüyaları gerçekçi tabir etmek lazım: Millet olarak psikolojimiz iyi değil arkadaş!
Altın günlerinde siyaset konuşuluyorsa ben korkarım! Taksicilerin hepsinin ülkeyle ilgili bireysel komplo teorisi varsa, psikologların televizyona diyetisyenlerden daha çok çıkmasının zamanı gelmiş demektir! Her vatandaşın kendine özgü bir “Her şeyin arkasında … var!” cümlesi mevcutsa, iş sakat. Nokta noktayı herkes başka bir kelimeyle dolduruyor: O cemaat, şu hükümet üyesi, filanca savcı, İsrail, bilmem ne gizli servisi, Amerika, Esad, Kuveyt…. Bana kalırsa her şeyin arkasında Rihanna var. Onun gözü göz değil! Ülke şu an H3N2 gribinden daha tehlikeli bir salgınla boğuşuyor. Psikolojik bozukluk salgını! Tıp hekimlerinden özür dileyerek, bazılarını semptomlarıyla incelemek istiyorum:
Bipolar bozukluk: Halk arasındaki adı ‘manik depresif’. “Kadın deniz gibidir, bir dalgalı bir durgun” diye çok zarifçe ifade edildiği de olmuştur! Bipoları son günlerde en çok gözlemlediğim yer tartışma programları. Bir gazeteci, bir gün ateşli ateşli, bağıra çağıra, büyük enerji patlamasıyla bir şey savunuyor “Olay budur, analizim kusursuzdur, suçlu şudur ve bitmiştir” tarzında. Ertesi sabah öyle bir gelişme oluyor ki, bakıyorsun aynı adam başka kanalda sönmüş balon gibi! Bütün tezleri çürümüş. Pısık, depresif hallere girmiş. Neredeyse “Ay vallahi bana bunları sormayın anacım, bıktım, biraz güzel şeyler konuşalım, müzik filan çalalım mı?” diyecek, açacak telefonundan “Ya her şeyim ya hiçim, sorma dünyam ne biçim” çalacak stüdyoda!
Dikkat bozukluğu: 17 Aralık ve müteakip birkaç günü hatırlayın. Nasıl pürdikkat, nasıl doğru duygusal tepkiler vererek, nefes almadan izliyorduk gelişmeleri. E bir süre sonra olay üzerine olay, bomba üzerine bomba, travma bozukluğu gibi bir şey oldu bünyede. Kanıksadık mı ne? Skandal, olay, şaşkınlık, heyecan, tedirginlik, e sonunda overdose olduk! Şimdilerde bir flaş haber patlıyor, 30 saniyede sıkılıp film kanalı açıyorum. Konsantre olamıyorum kardeşim. “Ülke, florasının çeşitliliğine göre 78’e ayrıldı, her parça farklı bir rejimle yönetilecek” deseler, ancak o kalibrede bir haber dikkatimi çeker artık!
Domuz gribinde böyle oldu. Bu yazıyı yazarken de bir yandan yeni grip H3N2’yi bizzat yaşayarak deneyimliyorum!
Bu okuduğunuz yazı, yatakta ve hafif ateşli bir bünye tarafından yazılmaktadır. Ağır ateşte kavrulan yazı daha lezzetli olur mu bilmem, ama beynim azıcık buharda pişmiş kıvamda, dolayısıyla konudan konuya atlamalar, imla hataları, cümle düşüklükleri olabilir, şimdiden affedin! Yeni grip virüsümüz H3N2’nin, 72’nci saatte vücudumda yarattığı hasar raporu şu: 38 santigrat civarındayım, sımsıcak bir insanım. Sindirim sistemi vücuda detoks gerektiğine kendi kendine karar vermiş, ki hastalığın bu yönü pek rahatsız edici değil. Hafiften eklem ağrıları var, ki televizyonun karşısında yatmak için nefis bahane. Sağ bademcik ilk gün “Burada ben varım” diye tatlı tatlı başladı, sanki tek başına vücuttaki bir şeyi protesto eder gibi etkisizdi yazık. Ancak ertesi gün hangi paralel yapılanmaları yanına aldıysa, boğazım iki gündür Batı Şeria! Su dahil herhangi bir şey yutmak cesaret işi. Konuşmak imkânsıza yakın, zaten konuştuğumda da kimse anlamıyor! Gıcık olduğum şey, iki gündür dizi ekibinden aniden telefonumu bulmuş ilkokul arkadaşlarıma, geçmiş olsun deyip ilaç, karabiberli ıhlamur, bitki çayı, limonlu çorba vs tavsiye eden aile üyelerinden haziran ayındaki mezuniyet törenlerinde konuşma yapmamı isteyen üniversitelere, yaklaşık bin kişinin benimle ‘illa bugün ve bizzat’ telefonda konuşmayı arzu etmesi! “Hastayım, konuşamıyorum, yazışalım” diye mesaj atıyorum, zırrr arıyorlar! Duydukları ilk “Alo” o kadar acıklı, o kadar korku filmi tadında, o kadar pesten bir “Iyoa” ki, hemen “Ay ay hiç rahatsız etmeyelim, çok geçmiş olsun” deyip kapatmaya yelteniyorlar. Ama bunun bana düşen acı dolu “Sağ ol”u var, “İyiyim, çok kötü değilim, merak etmeyin”i var, “İyi günler”i vaar…
UYKUDA VİRÜS ÖLDÜR
Domuz gribi yalan dolandı. Tanıştığım en zavallı, en pısırık, en ezik grip virüsüydü H1N1. Paniğe gerek yok, H3N2’nin de bir numarasını görmedim doğrusu. Bademcik acısı olmasa fasa fiso. İki gün hafif ateş yapıp, kuyruğunu kıstırıp gidecek gibi görünüyor. Tedaviye antibiyotikle başlayıp, doktor tavsiyesiyle, hastalığın ilk 40 saati dolmadan antiviral ilaçlara geçtim. Hani o bulunmayan ama devletin her yerde bulunduğunu iddia ettiği ilaç var ya. Ahahah. Devlet ne kadar eğlenceli son zamanlarda değil mi? Yatıp haber kanallarını seyretmek, gribi bir nebze neşeli ve heyecanlı hale getiriyor, itiraf edeyim. Allah bir sitcom’a dönüşmüş devletimizden razı olsun! Sadece bu yönünden ama!
Neyse o antiviral ilacı alır almaz H3N2 geri çekilmeye başladı. Ancak antibiyotik yarım bırakılmaz malumunuz, o da devam ediyor. Tavsiyem şudur ki, ilk belirtide doktora başvurun, bademcik enfeksiyonu mu, grip mi, basit soğukalgınlığı mı anlaşılsın, boşuna elli tane ilaç almayın. Ihlamur etkili, karabiberli çorba mucizevi, ‘bol sıvı almak’ ananevi, ama şart! Ben sıvı alımını abartıp, ülkedeki kuraklığa istemeden katkı yaparak virüsü bir miktar daha zayıflattım. Çılgınca ve canım ne istiyorsa yedim. Günde 17 saat uyuyarak “Uykuda zayıfla”, “Uykuda İngilizce öğren” tarzı kişisel gelişim fikirlerine “Uykuda virüs öldür”ü de ekledim. H3N2’nin inine bu yolla girdim ve savaş lehime dönmüş durumda!
Bugün, dünden daha iyiyim. Hissiyatım, yarın, yani hastalığın dördüncü günü, masamın başına oturup dizimi yazmaya başlarım.
Bende bu oluyor. Bünyede gazetecilik merakı olduğundan mı ne, grip salgını varsa illa o dönemde kalabalık ortamlarda gezip, galalara, restoranlara takılıp, dışarıda güvenilmez yiyecekler yiyip, seyyar dürümcülere filan uğrayıp, ne yapıp edip virüsü kapıyorum! Ama vücut sağlam, iki üç gün uyuyup, zıpkın gibi kalkıyorum. Hem de mikroba bağışıklık kazanmış olarak.
MİKROPLAR SAĞLAM BÜNYEDE YAŞAYAMAZ