Paylaş
Ayağımın tozuyla yazıyorum.
Dört günlük New York seyahati, okuduğum üniversiteler, yani Boğaziçi ve Columbia sayesinde bol koşturmalı ama nefis geçti.
Bir akşam, Boğaziçi Üniversitesi’nin davetinde Ümran Beba ile birlikte onur konuğuyduk.
New York’a yerleşmiş Boğaziçi mezunları arasında eski sınıf arkadaşlarımdan, ününü duyduğum değerli insanlara kadar, müthiş beyinler var.
Ümran Beba şu an Pepsi Co’nun CEO’luğu için en güçlü adaylardan.
Benim dönemimden bir arkadaşım dünyaca ünlü bir tekstil markası kurdu.
Bir sınıf arkadaşım şu an önemli üniversitelerin birinde profesör.
Yeni mezunlarla, genetik mühendisleriyle, girişimcilerle, gencecik üst düzey yöneticilerle tanıştım.
Başka bir akşam, önce Columbia Türk Öğrenci Birliği’nden (CTS-Columbia Turkish Students) pırıl pırıl öğrencilerle yemek yedik.
Kimi endüstri mühendisliği, kimi ekonomi, kimi film okuyor. Aydınlıktan gözüm kamaştı!
Ardından üniversitenin bir salonunda hem onlar, hem New York’ta yaşayan Türklerin olduğu bir toplulukla söyleşi ve imza günü yaptım.
Yine mimarlar, doktorlar, mühendisler, yöneticiler, girişimciler, hatta mucitler...
ENDİŞELİ BEYİNLER
Amerika’yı sallayan, ancak bu memleket konusunda fena halde karamsar ve endişeli, müthiş beyinler.
Niye karamsar ve endişeliler demeyin.Ertesi gün bir kez daha haklı çıktılar!
Meclis Başkanı’nın laikliğin anayasada yer almaması gerektiği, anayasanın dindar bir anayasa olmasının iyi olacağıyla ilgili sözleri gündeme düştü!
Bu trajikomik, kara mizah örneği açıklamaları yapan beyefendiyle, o apaydınlık, fişek gibi insanların aynı iklimden yetişmiş olması ne tuhaf.
Daha da tuhafı, bu muhteşem, keskin beyinler dururken, koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin Meclis Başkanlığı koltuğunda bu beyefendinin oturuyor olması!
Yurttaşlarımız ABD’de genetik bilimiyle, kansere çare bulmayla, bankacılık sektörünü değiştirmeyle, sanatla, yenilikle uğraşırken; onları yetiştiren bu ülkenin hâlâ ‘laiklik olsun mu olmasın mı’ gibi, geçen yüzyıllarda kalmış bir tartışmayla vakit kaybetmesi, oradan bakınca, gözüme daha korkunç ve karanlık göründü.
Öncelikle haftaya damga vuran tartışmayla ilgili iki lafım var: ‘Laiklik olmasın’ veya benzeri düşüncede olan herkese, eski bir reklam sloganıyla fikrimi kısaca ifade etmek isterim: “Aklından bile geçirme!”İkinci söyleyeceğim de şu: Columbia’daki söyleşide tüm öğrencilere dedim ki “Burada kalmayın, dönün arkadaşlar, hepinize çok ama çok ve her zamankinden daha çok ihtiyacımız var!”
Bilimde, sanatta, her sektörde yetişmiş insan lazım, o tamam.
Ama daha önemlisi, var olan siyasi kadrolardan parlak bir gelecek ümidi çıkaramayacağız, o belli oldu.
Memleketin hangi siyasi görüşten olursa olsun, zeki, aydınlık, evrensel değerlere, demokratik, laik, hukuk devletine inanan, elini siyaset taşının altına sokacak, iyi yetişmiş bir yeni jenerasyona ihtiyacı var.Yoksa, görünüşe bakılırsa vay halimize!
MUHAFAZAKÂRLIK NEDİR, NE DEĞİLDİR?
New York’ta ilginç bir yerde kaldım.150 yıllık bir kulüp.
Adı University Club.
Amerika’nın mühim üniversitelerinden mezunsanız, oldukça yüklü bir yıllık aidat karşılığı bu kulübe üye olabiliyor, otel bölümünde kalabiliyor, misafirlerinizi ağırlayabiliyor, spor salonunu, restoranlarını kullanabiliyorsunuz.
Bendeniz Boğaziçi Üniversitesi’nin kıyağı sayesinde ‘Misafir’ kontenjanından dört gün geçirdim bu ilginç kulüpte.
Odanız ve arka kapıya açılan dar koridor hariç, lobi ve bütün diğer sosyal alanlarda, cep telefonu kullanmanız, mesajlarınıza bakmanız bile yasak.
Dahası, bu alanlarda erkeklerin kravat ve ceketsiz dolaşması yasak.
Blucin, tayt, şort, tişört, mini etek, mini elbise veya spor ayakkabı giyilmesi yasak!
Ve tabii bu benim herhangi bir seyahate götürdüğüm tüm giysileri elemek anlamına geliyor!
Anahtarla birlikte verdikleri kural listesinde “Hanımların pantolon veya etek-ceket takım ve muhafazakâr zevklerde elbiseler giymesinin kabul edilebilir olduğu” yazıyor!
Kahvaltıya inebilmek, kütüphaneyi gezebilmek, hatta lobiden geçip sokağa çıkabilmek için, karşıdaki dükkândan kumaş pantolon ve ipek bluz aldığım doğrudur efendim!
İlk bakışta komik, çağdışı, hatta saçma gelebilir.
Ama işte bu kulüpte muhafaza edilen sadece eski giyim kuşam, iletişim tarzı ve binanın müthiş mimarisiyle mobilyaları değil.University Club, Amerika’nın en büyük kütüphanelerinden birine sahip.
Bu iki katlı, ahşap duvarların çevrelediği, merdivenlerle çıkılan galerileri olan acayip mekânda günler geçirebilirdim.
Ama bu defa, sadece drama bölümünü inceleyecek vakit buldum.
Neil Labute gibi en çağdaş oyun yazarlarının kitaplarından, 1470 basımı Ezop’un fabllarına kadar, aklımı yitirdiğim bir külliyatla karşılaştım.
Ve kendi kendime dedim ki: Haa, demek muhafazakârlık öyle bir şey değil, böyle bir şey!
Paylaş