Nasıl böyle bir kanıya kapılmış bilemiyorum.
Daha çok şu söyledikleri üzerinde duracağım.
Bakan diyor ki “ İmajımız zedelendi. Türkiye Cumhuriyeti için büyük hayaller, büyük hedefler var. Ancak maalesef ortaya çıkan görüntüler hayallerimizin üzerine karabasan gibi çöktü”.Ben de kendisine şu soruyu sormayı isterdim
“Peki gençler sizin hayallerinizi paylaşıyor mu acaba?”Kıvılcımı Taksim’de parlayan Gezi Parkı protestosuna en fazla gençlerin katıldığını gördük hepimiz.
Gezi Parkı’nda çadırlarını kurarak günlerce nöbet tutan, polisten en fazla biber gazını yiyen, Başbakan Erdoğan’ın maalesef “baş belası” olanak tanımladığı twitter’i en çok kullanan, protestoların ertesi günü Taksim, Cihangir, İstiklal Caddesi ve Akaretleri silip süpüren, koparılan çiçekleri diken hep onlardı, gençler.
Yaşam tarzlarına fazlasıyla karışıldığı, her şeyin fazlasıyla “dikte edildiği” inancıyla hem Türkiye’de, hem yurt dışında sokaklara dökülen gençlerimiz.
Kızım, arkadaşları, dostlarımın, komşularımın çocukları, üniversiteliler ve hatta liseliler.
Birbirlerini tanımasalar da her ikisi de memleket ve çocuklarımız hayrına müthiş işler yapıyorlar.
Linz Johannes Kepler Üniversitesi’nden Ordinaryüs Profesör Niyazi Serdar Sarıçiftçi güneş enerjisinin yaygınlaşmasına, İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Bayram Öztürk ise azalan balık nesillerini “Nasıl kurtarırım” diye uğraşıyor.
Prof. Sarıçiftçi ile geçtiğimiz temmuz ayında İstanbul’da yapılan “Yurtdışındaki Türk Bilim-İnsanları Kurultayı”nda tanışmıştım.
Kendisi dünyada en çok atıfta bulunulan 100 bilim insanından biri.
Nobel ödüllü Amerikalı Alan J. Heeger ile birlikte güneş enerjisini çok ucuzlatan “organik güneş pili”nin mucidi.
Sarıçiftçi ile ilk karşılaşmamızda, Türkiye’nin nükleer serüvenini kaygıyla izlediğini belirtmiş ve “Güneş enerjisi dururken niye nükleer” sorusunu ortaya atmıştı.
Güneş enerjisi için Cumhurbaşkanı Gül başta, çeşitli bakanlarla irtibat halinde olan Prof. Sarıçiftçi ile ikinci buluşmamızda önümüzdeki 17-19 Ağustos tarihlerinde İstanbul’da düzenleyeceği uluslar arası konferansın müjdesini veriyor.
Malum konumuz içki yasakları.
Tekirdağ’da Yazırköy’de ilk bağları 1993 yılında kurulan Umurbey, Gülor’dan sonra Türkiye’nin en eski butik şarabı.
Tekirdağlı çiftçi bir aileden gelen kardeş Arıner’lerin şarapçılık serüveni, ABD’de yaşamakta olan makine mühendisi Umur Arıner’in “baba topraklarına” sahip çıkmak üzere yurda dönmesiyle başlıyor.
Umur Arıner, bir süre buğday, ayçiçeğiyle ilgilendikten sonra üzüm bağları dikmeye karar veriyor.
“Bağları dikmeye başladığımızda 1 kilo üzüm 10 kilo buğdaya eşdeğerdi. Ticari kaygımız vardı ancak üzümler geliştikten sonra satmaya kıyamadık, şarapçılığa başladık” diye anlatıyor.
Yıllarca şarapçılıkla ilgili her türlü literatürü okuyan, bağlar gezen Umur Arıner, Türkiye’nin önde gelen şarap üreticilerine danışmanlık yapan Fransız önolog Jean-Luc Colin’in desteğini alarak ürettiği şarabını 1997 yılında satmaya başlıyor.
Umurbey Şarapları’nın piyasa girmesinden sonra Avustralya’da çalışmakta olan kız kardeş Yonca Arıner de Türkiye’ye dönüyor.
ARMANİ, Versace gibi İtalya’yı marka yapan modacılar arasında olan Etro’nun sahipleri Kean Etro ile kızkardeşi Veronika Etro, Boyner’lerin davetlisi olarak İstanbul’a geldi. 1994 yılından beri Beymen Mağazaları’nda satılan Etro markasına Türk müşterilerinden talep oldukça fazla. Hatta iyi bir müşterinin Ankara’daki mağazadan Etro markalı tüm giysileri bir kerede satın aldığı efsane gibi anlatıyor Beymen çevrelerinde.
KANLICA’DA AĞIRLADI
Etro’nun Türkiye’deki satışlarının 2012 yılında yüzde 50 arttığını belirten Cem Boyner, bunu markanın son yıllarda kendisini yenilemesine bağlıyor. Ümit ve Cem Boyner’in Kanlıca’daki evlerinde, Kean Etro ve Veronika Etro onura verdikleri davette İtalyan modacılarla sohbet ettik. Kean Etro erkek, kız kardeşi Veronika ise kadın koleksiyonundan sorumlu. Aynı zamanda kitap koleksiyonu yapan ve kütüphanesinde İstanbul ile ilgili 15. 16. ve 17. yüzyıllardan kalma değerli kitapları olan Kean Etro modaya, tasarıma ve markaya oldukça kafa yoran biri. Dolayısıyla Türkiye ile ilgili izlenimleri, moda, tasarım, gastronomiyle ülkemize katma değer yaratma peşinde olan herkes için önemli. Bakın ne diyor Kean Etro?
HEVESLE GELDİM
“İstanbul’a gelmeden önce Milano’daki ofisime kumaş, deri, zanaata giren her türlü ürünü nerede bulacağıma ilişkin adresleri belirlemeleri istedim. Her gittiğim ülkede gezerim, bana ilham verecek şeyler satın alırım. Buraya da bu hevesle geldim, satın alma hevesiyle geldim. Dört günden beri Kapalıçarşı dahil İstanbul’u geziyorum. Ne yazık ki sizlere has, “işte bu Türkiye” diyebileceğim bir şey bulamadım”. Kapalıçarşı’nın Afganistan, Özbekiskan ve hatta Çin’den gelen mallarla dolu olduğunu belirten Kean Etro “ Bana Özbekistan malı satmak istediler” diyor.
DEĞERLERİ NEREDE
“Oysa ben Türkiye’yi biliyorum, İstanbul’un, ülkenin ruhunu yansıtan ürünler arıyorum” diye ekliyor. Karısı Constanza ile birlikte gezdiği İstanbul sokaklarının, dükkanlarının Avrupa’dan farksız olduğunu olduğunu belirten Kean sadece Çukurcuma’da “son derece cool” diye tanımladığı bazı dükkanlardan etkilenmiş. “Türkiye’nin müthiş değerleri var. Ama neredeler? Mesela ben Milano’da Türk ürünlerinin beni fethetmesini istiyorum. Milano’da güzel bir Türk lokantası görmek istiyorum” diyor.
Bir hafta zarfında tasarruf yapmayı hiç sevmediğimizi ve bunu doğrulayan bir bilgi olarak pırlanta satışlarının 5 yılda 3 kat arttığını, tehlikeli madde taşımacılığı güvenliğinin ve yaratıcı endüstrilerin “marjinal” görüldüğünü öğrendim.
Yeri geldiğinde bu tespitlerin hepsine değineceğim.
Ancak ilk ağızda tüketime çok çabuk uyum sağladığımızı buna karşılık daha uzun vadeli bir vizyon gerektiren yaratıcılık, güvenlik gibi meseleleri pek de takılmadığımız söyleyebilirim.
Tasarruf meselesini AvivaSA CEO’su Meral Eredenk ile konuştuk.
Eredenk, Aviva ile Deloitte’un birlikte gerçekleştirmiş olduğu “tasarruf açığıyla” ilgili ilginç bir araştırmadan söz ediyor.
Araştırma sonucuna göre, “hesabını bilir” diye bellediğimiz Avrupa tüketimde neredeyse ABD ile aynı trendi yakalamış, Türkiye ise “hak etmediği kadar” harcayan bir ülke konumunda.
Karşı karşıya olduğumuz tablo şöyle:
Yaklaşık 10 yıl önce gördüğüm standart Anadolu şehri gitmiş parkları, bahçeleriyle, kafeleriyle, heykelleriyle bambaşka bir şehir gelmiş.
Yılmaz Büyükerşen’in göreve geldiği 1999 yılından bu yana neler değişti derseniz almış olduğum notlardan aktarıyorum.
İstanbul’da hasret kaldığımız yeşil alanlar 1999 yılından bu yana tam 7 kat artmış ve 2 milyon metrekareye yaklaşmış.
Hafta sonunda gezme fırsatını bulduğumuz 270 dönümlük Kent Parkı’nda geçen yıl kumuyla, şemsiyeleriyle yapay bir plaj açılmış.
Paris Belediye Başkanı Bertrand Delanoe’nin Seine nehri kıyısında açtığı yapay plajın benzeri.
Şehrin diğer ucundaki 400 dönümlük Bilim, Sanat ve Kültür Parkı’nda yeşil uçsuz bucaksız.
Yapay göletin yanı sıra parkın içersinde çocuklar için Bilim Deney Merkezi, Sabancı Vakfı’nın sponsorluğuyla yapılan Uzay Evi var.
Gazete haberini okuduk geçtik ancak yeryüzünün bugünkü durumu şu:
Her hafta nüfusa 1,5 milyon insan ekleniyor.
2030 yılına gelince yüzde 30 oranında daha fazla su, yüzde 40 daha fazla enerji ve yüzde 50 daha fazla gıda gerekecek.
Kaynaklar derseniz hızla tükeniyor.
Bu gidişi tersine çevirmek mümkün olmasa da “zararın neresinden dönersek kardır” diye yenilikçi çözümler arayanlar arasında yeryüzüne en fazla zarar veren diye bellediğimiz enerji sektörü de var.
Shell Türkiye Başkanı Ahmet Erdem’in davetlisi olarak Rotterdam’da izlediğim “Enerji-Gıda-Su Forumu: Dayanıklılık Arayışı Forumu”nda yeryüzünü rahatlatmak için neler yapıldığını dinledik.
Özel sektör, kamu, ve bilim dünyasına çok iş düşüyor.
Fransız kozmetik devi L’Oreal, Unesco ile birlikte 15 yıldan beri dünyadaki bilimkadınlarını “Kadın ve Bilim” adını verdiği bir programla destekliyor.
“Dünyanın bilime, bilimin kadınlara ihtiyacı var” sloganıyla yürütülen program çerçevesinde bugüne kadar 108 ülkede bin 700 kadına ulaşılmış durumda.
Her yıl 5 kıtadan 5 bilim kadınına verilen “L’Oreal-Unesco Kadın ve Bilim” ödülü bilim çevrelerinin en prestijli ödüllerinden biri.
Örneğin, bu ödülü kazanmış olan Amerikalı moleküler biyolog Elizabeth Blackburn, Nobel Tıp, İsrailli moleküler biyolog Ada Yonath ise Nobel Kimya ödüllerinin sahipleri.
İstatistiki bir bilgi vermek gerekirse “bilgi toplumu” diye tanımlanan ekonomilerde dahi kadın fizikçi, mühendis, bilgisayar bilimcinin oranının yüzde 30’larda kalıyor.
Programın ülke bazındaki ayağında ise her yıl 6 bilim kadınına 15 bin dolarlık burs veriliyor.
L’Oreal Türkiye ,11 yıldan beri başarılı genç bilimkadınlarımıza burs veriyor.